Öykü

Ah Ali, Cennet Öpsün Yüzünü

Ben ruhu yedi yerden yara almış, ben sırtından yedi kere vurulmuş, kalbinden tam yedi kere bıçaklanmış bir adamım. Diğerleri bana kabadayı diyor ya; inanma sen. Dedim ya kevgire döndüm deşilmekten, yaşıyorsam işte, Hak emanetini henüz istemediğinden, yaşıyorsam o gariban genç sayesinde.

Parmaklarım tütün sarmaktan sararmış, ellerim yedi yerden nasır tutmuş diye hor görmeyin beni. O nasırlar topraktan ot biter gibi bitmedi ya elimde, vardır elbet her birinin nedeni. Siz benim gibi eli nasırlıdan değil kalbi nasırlıdan korkun asıl. Ah, onlar yok mu! Bakmayın para babası olmalarına, saray gibi evlerde yaşayıp son model arabalara binmelerine. Bilmez ki her kuruşun hesabını verecek Hakkın divanında, yok ama yine doymaz gözü, bir evi mi var, ikinciyi ister, ikinci varsa üçüncüyü, olmadı bir apartman diker ama göz doyar mı? Yığar da yığar evleri, arabaları… İşte öyle zengindirler, elleri nasır nedir bilmez; en güzel sabunları, kokuları sürünürler de açıp ciğerini baksan kurum bağlamış soba gibidir içleri.

Sen bilir misin Ali’nin hikâyesini? Ali kim midir? Ali benim ciğerimde bir lekedir, Ali benim sebebimdir, bu dünyadan şöyle bir gelip geçmiştir…

* * *

Beni sözleriyle yahut sahte gözyaşlarıyla etkisi altına alabilir. Ziyanı yok; yolun sonunda o mazlum ben zalim; o haklı ben haksız olsak.

Dışarıdan bakıldığında derme çatma büyükçe bir barakayı andırıyor ama içini yankısız odaya çevirmek için aylardır uğraşıyordum. Nihayet avımı yakalamıştım artık bir örümcek mağrurluğuyla oynayabilirdim onunla; elbette onu çiğ çiğ yemeden önce. Birazdan ses verir kendisi.

“Beni burada ne kadar tutmayı düşünüyorsun? Heey, sana diyorum!”

Sessizlik akreple yelkovanı bile mum etmiş; cihanda tık yok. O ise devam ediyor konuşmaya:

“Bence duyuyorsun, görüyorsun da. Söylesene böyle bir odayı yapmak çok da kolay olmasa gerek. Ben bunca zahmete değer miyim sence?”

Akrep ve yelkovan kırk yıllık pandomimciler gibi.

“Karşılıklı konuşmazsak nasıl anlaşabiliriz seninle; inan hiçbir fikrim yok. Beni bu mühendislik harikası yankısız odaya kapattın, peki, şimdi ne yapmamı bekliyorsun benden? Bir itirafname yazıp altına imzamı mı atayım? Anlatmamı mı istiyorsun, kayıt altına mı alacaksın yoksa beni? Benden ne istiyorsan söylemen gerek; müneccim değilim.”

Ne kadar ukalâ. Nasıl yüksek perdeden konuşuyor benimle. O da biliyor; yeryüzünün ilk suçu bir cinayet. Ali öldüğünde on dokuz yaşındaydı; gencecik, delidolu bir delikanlıydı. Oysa uzun yaşayacağım diye bırak sigarayı çayı bile çok içmezdi; günde bir bardak o da şekersiz. Sen gittin ya Ali, çayın da dünyanın da şekeri yok… Sen gittin ya, öldürüldün ya… Ah, bulamadılar katilini, aramadılar bile!

“Senin kim olduğunu galiba biliyorum. Bedri’nin yolunu kesmişsin geçen hafta sokağa girerken. Haline acımış da şikayetçi olmamış senden. Adamın yakasına yapışıp ‘Söyle, Ali’nin katili kim? Sen görmüşsün’ demişsin. Niye inkar ettiğini sormuşsun. ‘Kimden korkuyorsun?’ demişsin. Yetmemiş, adamı dövmeye kalkmışsın. O sırada mahallenin delikanlıları geçmese oradan Bedri belki de hastanelik olmuştu. Anladık, elin ağır cüssen yerinde. Ama bu iş şiddetle olacak iş değil.”

Tanımış beni…

“Neden ben? Bedri değil de ya da diğerleri, neden ben? Düşündüm de onlar evli ben bekarım, bu yüzden mi? Hani beni ortadan kaldıracaksan geride yetim bırakmamış olacaksın, bundan mı? Bir çocuğun babası ölse çocuk yetim oluyor, peki oğlu ölünce bir baba ne oluyor? Benim babam yok mu?”

Saygısızdı. Bırak yaşıma başıma hürmeti, ölüye bile saygısı yoktu. Benim ciğerim kavrulmuşken o acımı kendine sohbet malzemesi yapıyordu. Tek onu değil tüm şahitleri almalıydım aslında, almalıydım.

“Saçmaladım galiba. Kusura bakma. Bu oda, bu sessizlik, bu karanlık… Kalp atışlarımı duyabiliyorum, ürkütücü bir şey bu. Daha çok kalacak mıyım burada?”

Belki…

“Sana diyabet hastası olduğumu söylesem, insülin vurulmam gerek desem… Açar mısın şu kapıyı? Aslında tuvalete de gitmem gerek. Çok da susadım.”

Akrep yelkovan kol kola tıp oynuyorlar…

“Tamam, kabul ediyorum, iyi bir yalancı değilim. Aslında bu iyi bir şey, öyle değil mi? Yalan söylemeyi beceremiyorum işte. Sana doğruyu söyledim, tekrar söylüyorum: Ali’yi kim öldürdü, tetiği kim çekti, bilmiyorum. Ben gör-me-dim!”

Ona milyon dolarlar verseydim bülbül gibi şakırdı ama yok ki milyon dolarlarım. Görmediğini söyledi ısrarla, besbelli korkuyor. Ama benden değil!

“Enteresan bir yöntemin var. Gözünü iyice karartmış olmalısın. Mesleğimi bildiğin halde bu işe kalkışman… Bu oyunun sonu güzel bitmeyecek, bunu biliyorsun değil mi?”

Biliyorum…

“Sesi çıkmayan bir oda… Mezarım burası mı olacak yoksa? Bak, sen kötü biri değilsin. Acı çekiyorsun, intikam istiyorsun anlıyorum seni. Ama böyle, bir polisi kaçırarak her şeyi daha da zora sokuyorsun. Hapse mi girmek istiyorsun? Dinle beni, sana göre değil oralar. Ben bıraksam da bırakmazlar peşini, yol yakınken dön. Vazgeç şu intikam saçmalığından. Farz edelim Ali’yi vuranı buldun, ee ne yapacaksın? Sen de gidip onu mu vuracaksın? Katil olmak mı istiyorsun?“

Benimle pazarlık mı yapıyor aklınca? İyi de intikamın orta yolu olmaz ki! Payına düşeni yaşamalı herkes.

“Hayatım boyunca hiç şanslı olmadım, hatta inanmazsın ama hani şu doğuştan şanssız olanlar var ya, ben de onlardanım aslında. Baksana, Bedri birkaç şişlik, birkaç çürük ve iki kırık dişle savdı sırasını. Diğerlerine neler yaptın bilmiyorum. Belki de benden sonra sırada onlar var.”

Çözülecek mi ne?

“Anlıyorum, gerçekten. Senin evet büyük bir acın var ama evine gittiğinde sana kapıyı açan, önüne bir tas sıcak çorba koyan, seni seven, seni önemseyen birileri var; ailen var. Biliyorum, haberlerde gördüm seni, karını, çocuklarını. Ama bu bile yetmemiş sana. Acınla nefretinle öyle yalnızlaşmışsın ki dünya sırtında bir yük, koskoca bir yük. Ben de öyle. Sırtındaki çıbanım ben; yatsan yatırmıyor kalksan kanatıyor canını. Kurtulmalısın benden.”

Ne şimdi bu? Niye böyle dedi ki şimdi?

“Anasız babasız büyüdüm ben… Yok, kendime acındırmak için söylemiyorum bunları. Alışıyor be insan… Hem de nelere. Yeri geliyor senin büyüttüğün acı, bir başkasının şükür sebebi oluyor. Çünkü o daha çetrefilini, daha beterini görmüş acının. Alıştım ben de. İnan olsun alıştım. Çocuk yaşta öğrendim çamaşırlarımı yıkamayı; çocuk yaşta öğrendim aşağılanmayı, dayağı. Bunları sana niye anlatıyorum ki? Sen benden bir isim istiyorsun. Tetiği çeken kim? Ve bunu benim bildiğimi düşünüyorsun. Belki de kazayla oldu her şey. Olaylar çıktığında, ortalık mahşer yeriydi; suçlu suçsuz birbirine karışmıştı. Böyle hallerde potansiyel suçlu muamelesi yapmıyor muyuz, her sesi çıkana, yüzünü kapayana, slogan atana? Ben polisim, bunu biliyorsun. Söylesene, ne yapmalıydık sence? Emir var, emir. Emre itaatsizlik? Sicilime işlerse vay halime!”

Kolay bir hayat yaşamadığına ikna olmuştum ama bir önemi yoktu bunun. İster sırça köşkte büyüsün ister küf kokuları arasında bir yetimhanede. “Sessizlik herkesi mahveder” demiş biri; Ali der dururdu. Onu da mahvedecekti, aradığım cevapları vermediği sürece.

“Bak ne diyeceğim babalık; hiç çocuğum o gün orada ne yapıyordu diye sordun mu kendine? Sonuçta evinde vurulmadı oğlun. Yanlış anlama ama olayları bile bile sokağa çık, slogan at, polise mukavemet et, polisten kaç, polis araçlarına zarar ver, polise taş at; etraftaki dükkanların, iş yerlerinin camlarını kır, dök, parçala; ortalığı ateşe ver, sonra da polis sessiz kalsın, yok öyle bi’ dünya! Görevimiz bu, asayişi sağlamak.”

Oğlum bir kişiydi, peki ya siz kaç kişiydiniz?

“Yaptığın şu saçmalığa bak. Kamera görüntülerini de toplayıp getirmişsiniz avukatlarınızla. Hem benim olmadığımı gördünüz o görüntülerde. Suçlu olsam, oğlunu ben öldürmüş olsam, öyle elimi kolumu sallaya sallaya dışarı çıkamam, değil mi? Tamam, tutuksuz yargılandık ben ve diğerleri. Ama beni suçlamak için elinde bir delilin olmalı, haksız mıyım?”

Ben babasıyım, kara kaşlı kara gözlü yiğit delikanlı, evimizin neşesi, gönlümüzün bitmeyecek hüznü, babasıyım Ali’nin. Öldüğünde, dilim varmıyor söylemeye ama daha doğrusu öldürüldüğünde, sustum. Ev cenaze evi nasıl olursa öyleydi işte; feryat figan… Sustum ama ağladım, sessizce ağladım. Tüm çığlıklarımı, tüm isyanlarımı içime atarak… Erkeklerin ağlamadığı bir coğrafya burası. Keşke bağıra çağıra, yeri göğü inlete inlete ağlasaydım. Etlerimi kanata kanata… Eğdik boynumuzu rıza gösterdik oğul; dedik bizim de payımıza bu düştü.

Ama oğul, öğrendim ki rıza göstermek Yaradan’a. Kullarına yok rızam. Seni haklı haksız demeden, bir başına olduğuna bakmadan hırpalayan, yaralayan ve öldüren o insanlara… Neyse işte, yok rızam kimseye. Senden sonra tüm güneşlerim acıya doğdu; günlerimiz sanma ki aydınlık. Gece ve gündüzü ayıran sadece saatler. Hanemiz her dem yas evi. Annen öyle çok ağladı ki ardından artık ağlayamıyor; kurudu gözpınarları. Her gün, her saat dualar gönderiyor sana, alıyor musun oğlum?

“Heey babalık, kokuyor burası. Sen de aldın mı kokuyu? Pastane poğaçası gibi de, değil de. Simidin yanına peynir gibi. Yanında da şöyle sıcacık bir çay. Belki de acıkmışımdır, ha? Babalık, ne zaman ses vereceksin bana. Şu kapıyı artık açsan. Sorgusuz sualsiz attın beni buraya. İzin günümde kaçırdın beni. Bunu ne zamandır planlıyordun söylesene? Öyle birden olacak iş değil bu. Sadece şu odayı hazırlamak bile günlerini, haftalarını alır insanın. Sonra beni takip etmelisin, evim nerede, sabah kaçta evden çıkıyorum, akşam kaçta eve dönüyorum, tatilim ne zaman değil mi ama?

Tehlikeli bir oyun bu. Belki de çoktan yaptıklarına pişman oldun ama senden şikayetçi olurum diye beni bırakmıyorsun, hı? Ne dersin doğru iz üzerinde miyim? Eğer beni şimdi bırakırsan sana söz veriyorum beni kaçırıp bu tabut gibi odaya hapsettiğini kimseye söylemeyeceğim. Olanları sineye çekeceğim o da acına saygımdan. Hadi uzatma da aç şu lanet kapıyı!”

Densizin teki… Benimle pazarlık yapma hakkı varmış gibi, peh! Onu serbest bırakırsam şikayetçi olmayacakmış. Acaba bu umurumda mı? Ah, gençliğin verdiği delilikle, kapana kısılmış fare olduğu halde bana kafa tutmaya devam ediyor. Oysa sussaydı ya da susmasından daha değerli bir şeyler çıksaydı ağzından belki çıkıp gitmesine izin verirdim ama o hiç susmuyordu. Konuştuğu şeyler de benim işime yaramıyordu.

“Bir şey soracağım; hoş cevabını buradan duyamam ama yine de soracağım: İntikam mı almak istiyorsun yoksa sadece şahitlik yapmamı mı istiyorsun mahkemede? Eğer ilkiyse, yani intikam için kapattıysan beni buraya, iki mezar kazmanı öneririm. Benimle bitmeyecek bu iş. İkincisiyse, şahitlik yapayım, suçluyu itiraf edeyim, bunun içinse boşuna bunca çaban. Ben bir şey bil-mi-yo-rum!

Her baba yapar mı bu senin yaptığını? Ne bileyim mesela hiç görmediğim babam, yapar mıydı benim için tüm bunları? Yok be, babamı özlediğim falan. İşte, olur ya hani, merak işte… Oğlunla hiç balık tutmuş muydun? Maça gittiniz mi beraber? Tavla attın mı oğlunla? O da sever miydi seni, senin onu sevdiğin kadar?

Ölüm hep erkenci, değil mi? Şak diye bölüveriyor geride kalanların hayatlarını. Nereden mi biliyorum? Ben doğuştan kaybedenlerdenim dedim ya. Hem gördüm etrafımda; öncesi ve sonrası oluyor kaybedenin. Kalbi başka atıyor, gözü başka görüyor, tıpkı senin gibi… Gözünü kararttın ve bir polisi alıkoydun. Bu kadar mı yitirdin adalete güvenini? Öyle bir belaya bulaştın ki hem de püsküllüsüne.

Bu sessizlik kulağımı sağır edecek! Beynimde karıncalar dans etmeye başladı. Ama merak etme bilincim hala yerli yerinde.”

Canım oğlum, ah benim gencecik yağız oğlum, yiğit oğlum, gülüşüyle evin neşesi ah benim cesur korkmaz oğlum, ah benim civan oğlum… Ah kara bahtlı oğlum, ah garip oğlum, öptüm incinen yerlerinden öptüm, öptüm, öptüm. Doğduğun günün sevincini özledim oğlum. Öldüğünü söylüyorlar, şimdi sen öldün mü oğlum? Canını çok mu acıttılar oğlum? Sana vuran o eller tez kesilsin oğlum, sana kıyanlar kendi kanlarında boğulsun oğlum. Benim evim yas eviyse onlarınki de öyle olsun. Olsaydın yanımda “Bela okuma baba” derdin. Dilim başka şeye dönmüyor oğlum. Ah babasının kara kuzusu, o yumruklar inerken vücuduna kaç kere “ah” dedin? Benden nefret etme oğlum, sakın. Bir canavara dönüştüysem bu onların suçu. Ben onlar gibi katil değilim oğlum, ben, ben evladını kaybeden bir babayım sadece.

“Beni burada unuttun heeyy! Bak, bak bu giydiğim bir üniforma. Anlamını biliyorsun değil mi? Bunu giydiğimde ben, ben olmam. Devletin malı, devletin demirbaşı olurum. Bana zarar verilemez ama ben düzeni bozan tüm bozguncuları cezalandırmakla mükellefim. Bu üniformayı giydiğimde pelerinsiz bir süper kahraman olurum. Başınız mı sıkıştı, evinize hırsız mı girdi, arabanızla kaza mı yaptınız, yoksa üst komşularınız kavga mı ediyor? Arayın bizi, telefon numaramızı biliyorsunuz değil mi? Akılda tutması çok kolay. Bakın şöyle: 5-5-1. Bu numarayı aradığınızda koşup geliyor ve sorunları halledip sizin cal ve mal güvenliğinizi sağlıyoruz. Tekrar ediyorum can ve mal güvenliği; asayişi sağlamak yani. Güvenlik iyidir, emniyet iyidir; insanı insandan korur!”

Peki sizden kim koruyacak bizi? Yine sizden biri mi? Başımızı sopalarınızla ezerken, kim dur diyecek size? Bizi hanginiz koruyacak? Neredeydi oğlumun emniyeti? Tutturmuşsunuz bir düzen teranesi. Ahh! Uzayın en lanetli gezegeni, kim bilir hangi gezegenin tımarhanesi? Ahh, içindekiler dünya… Daha yirmi yıl bile yaşamadan, daha anasının kara kuzusuyken, daha sevdiği kıza bile açılamamışken ölmeye yatmak yakıştı mı oğluma?

“Neyin peşindesin sen? Son celseyle birlikte bitti mahkeme. Karar verildi. Suçlular cezasını çekecek. Daha ne kadar sürecek bu işkence?”

Haklısın, mahkeme bitti. Dava karara bağlandı. Kendimi durdurmam gerek. Bunu istiyorsun benden, değil mi? Sana işkence gibi görünen tüm bu olanlar beni istinat duvarı gibi ayakta tutuyor. Anlamıyor musun? Sen burada ne deney için sıra bekleyen kobay faresi ne de suçunun cezasını çeken bir mahkumsun. Hâlâ anlamıyorsun, değil mi?

Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm! Vurmayın öldüm!

“Heyy, oradaki! Nereden geliyor bu ses? Kim konuşuyor öyle? Yoksa…”

* * *

Ali’nin babası geldi geçenlerde yanıma. Evladı ölen bir baba nasılsa öyleydi işte; milyon kere mutsuz. Bir şeyler geveledi ağzında. Baktım alengirli şeyler söylüyor, çektim kenara. Anlat dedim, anlattı. Acının insanı nelere dönüştürebileceğini benden iyi kim bilebilir? Anladım onu, iliklerime kadar. “Sus” dedim, “sakın kimseye anlatma. Ben bakarım icabına.” Baktım da.

Beni kendi ahlâkî değerlerinizle yargılarsanız yanılgıya düşersiniz; eğer evladınız öldürülmediyse. Yaptığıma arka çıkacak değilim; biliyorum hepiniz beni katil sandınız. Katilsem bile onun katili değilim. Hayır, Ali’nin babası da öldürmedi onu. Nereden bilebilirdi ki adamcağız, “Ben şeker hastasıyım” derken doğruyu söylediğini onun? Ben gittiğimde, ölmüştü. Yapacak bir şey yoktu, onu orada öylece bırakamazdım.

Gelirken bir defter getirmiş bana; Ali meğer şiir yazarmış. Vay be… İnsan nasıl hislenmesin. Açtım bir sayfa okudum:

Susmaya yatıyorum

İçimde kıvrılan kurtlara inat

Başımdan bulutlar geçiyor ağır aksak

Ellerim titriyor, alnımda ecel terleri

Geçecek diyorum, bu devran dönecek diyorum

Henüz gencim diyorum, ölmedim diyorum

Başımdan bulutlar geçiyor ağır aksak

Havayı kokluyorum kesif bir acı

Hücrelerim ateşte dans ediyor

Can havliyle daha var diyorum

Okumadığım kitaplar, izlemediğim filmler

Sevdiğim kız geliyor aklıma

Gülmeye çalışıyorum, damarım kesik

Üşüyor tenim, bir ürpertiyle doluyor içim

Başımdan bulutlar geçiyor ağır aksak…

* * *

Ben Kültutan. Soba külü gibi, pakette kalmış son sigaranın külü gibi; ciğerine ciğerine. Kalbimi ise hiç sorma; Ali’nin korkusuz kalbi artık benim bedenimde attığından beri daha da yapıştım hayata. Yapacak işlerim var; bitmedi hesabımız diğerleriyle.

Kallavi acılarınla yılankavi yollarında bin türlü pisliğe de batırsan beni vicdansız dünya, kav gibiyim; yansam da inan olsun yakar geçerim; tesbihindeki sarhoş taneleri ayıklar da geçerim, kırklar aşkına!

Ali kim midir?

Vurmayın, öldü!

 

son

Not: Gerçek hayatla benzerlik gösteren kısımlar olabilir ama nihayetinde kurgusal bir metindir. Siyasetten uzak okur ve ona göre yorumlarsanız minnettar olurum.

Ah Ali, Cennet Öpsün Yüzünü” için 20 Yorum Var

  1. Diğer öyküleriniz gibi bu da kendine hastı. Oldukça beğendiğimi söylemeliyim, özellikle konuyu, işlenişi ve sade ama bir o kadarda gerçekçi senaryoyu. Elinize sağlık.

    1. Teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Beğenmenize sevindim. Senaryo demişken aslında tiyatro metni olarak yazmıştım orta kısmı (Ali’nin babası ve polisin olduğu sahneler) daha sonra öyküye çevirdim. Gerçekçi olmasına gelince; yazılanların yarısı gerçek hayattan alındı, olay ve karakterler de buna dahil. “Kendine has” demişsiniz buna hassaten sevindim 🙂

  2. Daha önce yazarın üslubunun tanıdık geldiğini ve başka bir yazara benzetmeye çalıştığımı söylemiştim. Bu öyküyü okuduktan sonra üslup değil ama yazarın öykülerini temayı işleyiş biçimi ve metaforlar bakımından Betül Nurata’ya benzettim. Her ne kadar olay örgüsü sert ve maskülen olsa da yazarın öykülerinde kendine özgü bir kadınsılık var. Aynı kadınsılığı ve öznelliği Betül Nurata’nın öykülerinde de görebiliyoruz. Öyküde yine dile oldukça özen gösterilmiş. Bunun yanında yazım hataları da bolca dikkati çekmekte. Öykü okuyucu üstünde tek bir etki değil birden fazla etki bırakıyor. Nitekim biçemsel açıdan başarılı bulduğum öyküyü okuyucu olarak pek sevmedim. Yazarın bir önceki öyküsünü nedeni belirsiz olmakla birlikte daha çok sevmiştim.

    1. Merhaba, teşekkür ederim detaylı yorumunuz için. Sözünü ettiğiniz yazarı daha önce duymadım ama yorumunuz sayesinde merak ettim. İncelemeye alacağım. Öyküyü sanrım konusu itibariyle sevemediniz. Üstteki yorumda da dediğim gibi; gerçek bir olaydan esinle yazılmış tiyatro metniydi aslında. Bitmemiş bir metindi; eklemeler ve çıkarmalarla öyküye dönüştürdüm ve yine anlatmaya çalıştığım konuya uygun ifade biçimleri, tanımlar, terimler kullandım. Yine diğer öykülerim gibi kısa sürede yazılmış bir öykü değildi; bol araştırma yaptım yazarken. Ne diyebilirim keşke sevseydiniz 🙂 Yorumunuzda bolca yazım hatam olduğundan bahsetmişsiniz ki nasıl kelimeleri özenle seçiyorsam yazım konusunda da ince eleyip sık dokuyorum. Keşke bir-iki örnek verseydiniz zira tekrar tekrar okumasını yaparım yazılarımın. İnanın fark edemedim ben. Elbet vardır ama bolca mı? Bunu merak ettim.

  3. Ayrıca oldukça hoşuma giden iki önemli metinlerarası (muhtemelen) detayı da belirtmek istiyorum:
    “O da biliyor; yeryüzünün ilk suçu bir cinayet.”
    “Bir çocuğun babası ölse çocuk yetim oluyor, peki oğlu ölünce bir baba ne oluyor?”

    1. Dikkatlisiniz 🙂 Bir de “kendine özgü kadınsılık” demişsiniz, ben de farkındayım bunun ve seviyorum da bunu. Ayrıca bu çıkarımınız “maskülen” ifadesiyle birlikte çok ama çok doğru.

  4. Hiç sıkılmadan bir çırpıda okudum. Etkileyici bir öyküydü. Hatalar zincirleme ilerliyor gerçek hayatta da. O zincirleri kırabilirsek ne ala. Ellerinize sağlık.

  5. Güçlü bir üslubunuz vardı öyküde, kendine çekiyor ve okutuyor yazınızı.
    “Ölüm hep erkenci, değil mi? Şak diye bölüveriyor geride kalanların hayatlarını…” Kaleminize sağlık.

  6. Merhaba; her ne kadar sonunda küçük bir notla yaşananlara benzerlik olabilir ama kurgusal bir metindir deseniz de yaşananlardan bağımsız okumam pek mümkün olmadı açık söyleyeyim. Öykünüzde, gerçeklerde çok can yakıcı.
    Ben özellikle polisin konuşmalarında o ortamda gerçeklik konusunda şüpheye düştüm. Polis bile olsa öyle bir yerde bu kadar sakin ve tane tane konuşur ve yaşadıklarını bu kadar düzgün anlatır mı diye takıldı aklıma. Korku, heyecan, panik aradım konuşmalarında. Bir okur olarak düşündürdü bu anlatım beni.
    Kültutan’ı biraz daha tanımak isterdim öyküde daha fazla yer alabilir miydi bilemiyorum?
    Akıcı ve hüzünlü bir öykü. Yüreğim sızladı bir kez daha. Tiyatro oyunundan neden vazgeçtiniz bilemiyorum ya da vazgeçtiniz mi bilemiyorum ama bunu tekrar ele alsanız çok güzel olur.
    Elinize yüreğinize sağlık…

    1. Merhaba; evvela teşekkür ederim yorumunuz için. Yaşananlardan bağımsız okuyun derken aslında beni (yani bu öykünün yazarını) şucu yahut bucu şeklinde etiketlemeden, bağımsız bir şekilde okuyun demek istemiştim yoksa sizin de dediğiniz gibi hikayeye konu olan olayı/olayları bilip de bu metni ondan bağımsız okumak bence de zor. İtiraf etmeliyim ki bu metin tam da bu sebeple yazıldı; her şeyi kanıksayan bünyelerimiz acıya, böyle bir acıya kayıtsız kalmasın, hissetme yetimizi kaybetmeyelim diye. Tiyatro metni olarak yazılmıştı ama tiyatronun ülkemizdeki durumu malum olduğu için öykü olarak kalmasını tercih ettim. Bir de; bir tiyatro metni yarışmasına katılmıştım ve ilk yazdığım tiyatro metnimle altmış dokuz eser arasından altıncı (yani mansiyon) olmuştum. Gel gör ki ülke şartları hasebiyle yarışma ne ödül töreni düzenledi ne de bir açıklama yaptı halbuki hatırı sayılır isimler vardı jüride. Velhasıl tiyatro yazsam da bu saatten sonra değerlendirebilir miyim bilmiyorum.
      Şimdi gelelim sevgili polis karakterimize 🙂 Büyük bir kısmı tiyatro oyunundan devşirilme olmasından mütevellit diyaloglara sinen o tiyatral havayı bozmak istemedim. Klasik tiyatrodaki o ihtişamlı, gür sesli ve pek de doğal durmayan konuşma biçimini (tiratvari) sevdiğim için karakterleri de o şekilde konuşturdum. Dikkat ettiyseniz aforizma kıvamında cümleler kullandım; gerçek hayatta konuşma dilimizde kullanmadığımız cümleler. İşte hepsi o tiyatral havayı devam ettirme isteğim sebebiyle kullanıldı. Polis karakterinin konuşmalarını tırnak içinde verdim ama Ali’nin babasının konuşmalarında tırnak işareti yok. Sebebiyse Ali’nin babası ve polis karşılıklı hiç konuşmuyorlar. Bizim babanın konuşmaları olarak okuduğumuz kısımlar babanın iç sesleri. Bu konuşmalar da (kısaltılmamış halleriyle) karakterlerin bir nevi tiratlarıydı.
      Kültutan’a gelince; kendisi bu hikayede ana öğe değil yardımcı öğe olduğu için açılış ve kapanış sekanslarında yerini aldı diyelim. Elbette daha fazla yer alabilirdi ama dediğim gibi anlatmak istediğim Ali’ydi. Kültutan’a daha fazla yer ayırmak öykünün daha da uzaması demekti. Sürükleyiciliği bozmamak adına bu uzunlukta tuttum.
      Akıcı bulmanıza da sevindim 🙂
      Sevgiler.

      1. Merhaba; polis ve babanın karşılıklı konuşmadığı öykünün akışında anlaşılıyor ve okurun hayalinde o sahne kolaylıkla canlanıyor. Çok da güzel vermişsiniz bu ortamı. Ben de daha doğrusu biz demeliyim iki arkadaş bir oyun yazmıştık. Şöyle bir çalışma yaptık:
        80lerden itibaren bir çiftin ve doğal olarak toplumun yaşadıklarıydı konumuz ben belirli bir yaşa kadar arkadaşım da o yaştan sonrasını birbirimizden bağımsız yazdık. Sonra birleştirdik yazdıklarımızı. Hoş bir çalışma oldu. Belki bir gün Kayıp Rıhtım yazarları arasında da yaparız böyle bir çalışma. Hem ortak bir eser olur hem de farklı kalemler aynı metnin içinde buluşur.

        1. Dediğiniz gibi olursa severek katılırım böyle bir oluşuma. Kesinlikle farklı bir çalışma olur, iyi de olur 🙂

  7. Güzel bir giriş yapmışsınız. Üslubunuz her zaman ki gibi harika.

    “Birazdan ses verir kendisi.” dediğinizde, odaya baygın bir halde geldiğini ve birazdan ilk defa gözlerini açacağı anlamını çıkarttım. Eğer yanlışsam sorun yok gibi. Ama doğru anlamışsam, diyalogda hata var gibi. Odanın herhangi bir özelliği olduğunu nasıl anlayabilir ki? Yani duvarlar hangi malzeme ile kaplanırsa kaplansın kontrol etmeden insan odanın ses geçirmez özelliğini anlayamaz. (Önceki paragrafta ses geçirmezlikten bahsettiğiniz için, karakterin bu özelliği kastettiğini varsayıyorum.)

    “Neden ben? Bedri değil de ya da diğerleri, neden ben? Düşündüm de onlar evli ben bekarım, bu yüzden mi? Hani beni ortadan kaldıracaksan geride yetim bırakmamış olacaksın, bundan mı? Bir çocuğun babası ölse çocuk yetim oluyor, peki oğlu ölünce bir baba ne oluyor? Benim babam yok mu?”
    Güzel bir paragraf.

    “Saçmaladım galiba. Kusura bakma. Bu oda, bu sessizlik, bu karanlık… Kalp atışlarımı duyabiliyorum, ürkütücü bir şey bu. Daha çok kalacak mıyım burada?”
    Belki…
    “Sana diyabet hastası olduğumu söylesem, insülin vurulmam gerek desem… Açar mısın şu kapıyı? Aslında tuvalete de gitmem gerek. Çok da susadım.”
    Harika bir diyalektik. Yinede sadeleştirilse ““Sana diyabet hastası olduğumu söylesem, insülin vurulmam gerek desem…” olmaz ise, daha vurucu olabilirdi diye düşünüyorum.

    hiç çocuğum (sanırım çocuğun) o gün orada ne yapıyordu diye sordun mu kendine?

    Belirtmişsiniz zaten, güzel bir tiyatro metini çıkmış ortaya. Temayı da öyküye güzel yedirmişsiniz. Beğenerek okudum. Kaleminize sağlık.

    1. Merhaba, yorumunuz beni mutlu etti bunu belirteyim öncelikle. Bir önceki öykümde yorumunuzu göremeyince üzülmüştüm; dilerim ilk öykümün yorumları sebebiyle biraz gerilen ortam yüzünden olmamıştır bu. Sizden yorum bekliyorum gibi bir anlam çıktı sanırım cümlemden. Aslında evet, bekliyorum 🙂
      Üslubum hakkındaki beğeniniz yalan yok hoşuma gitti 🙂 İnanın ben de sizin öykülerinizi adınızı görmesem bile tanıyabileceğimi düşünüyorum 🙂
      Şimdi gelelim belirttiğiniz noktalara:
      İlk cümleniz doğru. Yani odaya baygın gelmiş polis, evet lakin baba karakteri en başından başlamıyor okurla paylaşmaya. Polisi yakalamış getirmiş ve polis baygınlığı geçince etrafını incelemiş ve nerede olduğunu anlamış. “Yankısız oda” diye tabir edilen, akustik deneylerin yapıldığı ses yutucu odadan bahsediyorum. Yankısız odalar görünüşü itibariyle normal bir oda değildir; fiberglastan yapılmış oyuklu duvarları vardır basitçe anlatacak olursak. Bu odalar halisünasyon etkisi gösterebiliyor fazla kalınınca. Son sahne de bununla ilgili. Siz sormadınız ama yeri gelmişken bunu da açıklamak istedim okuyacak arkadaşlara 🙂 devam edeyim; polisin ilk cümlesi “Beni burada ne kadar tutmayı düşünüyorsun?” yani aslında polis içinde olduğu durumun farkında, belki öncesinde dakikalarca konuşmuşluğu da var ama orayı vermiyoruz, boşlukları okur dolduruyor hesabı.
      İkinci kısıma gelirsek; diyabet olduğu bilgisini vermek zorundayım çünkü polis bu sebeple ölecek. Hikayenin sonlarında Kültutan’dan öğreniyoruz bunu. Bu bilginin bir şekilde geçmesi gerekti.
      Üçüncüsü; okuduğunuz gibi. “Hiç çocuğum…” şeklinde. Babanın kendisine bu soruyu sormasını istiyor; babanın ağzından şöyle bir cümleye dönüşüyor “Çocuğum orada o gün ne yapıyordu?”
      Elbette bunlar benim açıklamalarım. Sizin dediğiniz gibi de olabilir 🙂
      Beğenmenize gerçekten çok sevindim. Teşekkür ederim.

  8. Merhabalar. Okurken gerçekten çok etkilendiğim bir hikâye oldu. Yani açıkçası son yıllarda yaşanan acıları düşünmeden edemedim.

    [quote] “Beni burada unuttun heeyy! Bak, bak bu giydiğim bir üniforma. Anlamını biliyorsun değil mi? Bunu giydiğimde ben, ben olmam. Devletin malı, devletin demirbaşı olurum. Bana zarar verilemez ama ben düzeni bozan tüm bozguncuları cezalandırmakla mükellefim. Bu üniformayı giydiğimde pelerinsiz bir süper kahraman olurum. Başınız mı sıkıştı, evinize hırsız mı girdi, arabanızla kaza mı yaptınız, yoksa üst komşularınız kavga mı ediyor? Arayın bizi, telefon numaramızı biliyorsunuz değil mi? Akılda tutması çok kolay. Bakın şöyle: 5-5-1. Bu numarayı aradığınızda koşup geliyor ve sorunları halledip sizin cal ve mal güvenliğinizi sağlıyoruz. Tekrar ediyorum can ve mal güvenliği; asayişi sağlamak yani. Güvenlik iyidir, emniyet iyidir; insanı insandan korur!”

    Peki sizden kim koruyacak bizi? Yine sizden biri mi? Başımızı sopalarınızla ezerken, kim dur diyecek size? Bizi hanginiz koruyacak? Neredeydi oğlumun emniyeti? [/quote]

    Bu kısımlar gerçekten insanı düşündürüyor. Açıkçası polisin açısından değil de Ali’nin bakışaçısından bakabildim olaylara, nedenini söylerdim de konu siyasete kaçmasın. 🙂

    Şiir de gerçeten çok güzeldi. Olayları çok güzel anlatmışsınız, hikâye çok dokunaklıydı; üslubunuzu da oldukça beğendim, ellerinize sağlık.

    Bu arada neden numarayı tersten yazdığınızı merak ettim, acaba özel bir sebebi var mı?

    Ellerinize sağlık, çok güzel olmuş.

    1. Merhaba, öncelikle teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Hikayeyi beğenmenize sevindim.
      Numarayı tersten yazma mevzusuna gelince; gerçeklikle oynamayı seviyorum özel bir maksadı yok sadece kurgusal bir oyundu. Siyasetle uzak yakın alâkası olmayan biri olarak yaşadığım çevreye, ülkeme ve dünyaya kayıtsız kalamadığım için sadece insanî duygularla yazdığım bir metindi hikayenin aslı. Ali karakteri bir semboldü burada; orantısız gücü anlatmak istedim. Yine kayıtsız kalamadığım için bir ara çok sık haberlerde çıkan asker intiharları ile ilgili de bir tiyatro oyunu yazmıştım. Sonra Suriyeli mülteciler geldiler; onlar için uzunca bir şiir yazdım. Hatta internette okuduğum çok hoşuma giden bir haberden yola çıkarak çocuk hikayesi yazdım. Orada da bir veteriner, insanlardan korkan bir hasta köpek yemek yemediği için onunla aynı kafese giriyor ve onunla birlikte yemek yiyordu. Demek istediğim, hayatta acı tatlı pek çok hikaye var; benim gibi yazıyla derdi olanlar da hayatın kendisinden alıp yeniden kurguluyor yaşananları. Bu da öyle bir öykümdü. Hayâl ürünü öykülerime de beklerim 🙂

  9. Tebrikler. Çok başarılı buldum öykünüzü. Bu seçkinin en beğendiğim iki öyküsünden biri oldu.

Sefa Tursun için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *