Öykü

Ansızın Geliveren

Korku, üzüntü ve şaşkınlık salsa sosu eşliğinde aynı tabakta, o filmle girmişti hayatıma. Yanık kitapların ağlayan satırları vardı, üzerlerine gelen kıvılcımlara kafa tutan satırlar. Hep yangın söndürdüğü hafızamıza kodlanmış olan itfaiyeciler, bu kez yangını çıkaran taraftaydı; fail onlardı. Yaşlı bir kadın kütüphaneden çıkmayı reddediyor ve kitaplar arasında onlarla birlikte yanıyordu. Allah’ım ne korkunçtu ve o kadın ne kadar cesurdu! Ne zaman yoğun bir kırmızı görsem ateş gelir aklıma, ateş gördüğümde de o film. Harflerin canı acır mı bilmem ama kelimeler yandıklarında yazarların kalbi düğümleniyor; bunu deneyimleyerek öğrendim, o sebeple hiç unutmam.

Kült şairlerden biri adına açılan gelenekselleşmiş bir şiir yarışmasında bulunmuştum aylar önce. Beş kişilik jürinin bir üyesiydim. Bizden istenen, şiirleri iki ay gibi kısa bir sürede okuyup değerlendirmemiz ve sonuçları yarışma genel kuruluna bildirmemizdi. Yarışmaya yaklaşık beş yüz şiir dosyası katılmıştı; işimiz oldukça zordu yâhut biz öyle sanıyorduk. Neticede şiirleri istenen sürede okuyup değerlendirmiş ve birinciyi seçmiştik. Azımsanmayacak bir para ödülü bekliyordu birinciyi, bir de şiir dosyası kitap olarak basılacaktı. Puanlama sistemiyle seçtiğimiz birinci, ödül töreninde açıklanacaktı. Biz de merakla bekliyorduk kazananı. Yarışma kurulu sahnede birinciyi açıkladığında diğer jüri üyeleri gibi ben de şaştım kaldım. Hiç bilmediğim, değerlendirmemiz için önümüze bile gelmeyen bir şiir ve şairinin adı okunmuştu. Ben jüri başkanı olarak yarışma kuruluna baktım. Hatta yan koltuğumda oturan kurulun üyelerinden birinin kulağına eğilerek “Bir yanlışlık oldu sanırım; biz bu şiiri seçmemiştik. Biz…” dedim. Adam, cümlemi bitirmeme fırsat vermeden “Yok, bir yanlışlık yok. Törenden sonra konuşuruz. İzninizle.” diyerek yanımdan kalktı. Ne olduğunu anlayamıyordum, tören biter bitmez kurul başkanıyla görüştüm; sordum olanı biteni. Aldığım cevaplar bir daha hiçbir yarışmaya jüri üyesi olmamaya yemin ettirmişti beni. Neymiş, Öyle olması gerekiyormuş. Bu yarışma bir nevi o kişinin reklamı olacakmış. Onlara da sürpriz olmuş… vesaire. Yalan kırk kuyruklu tilkiydi işte, anlam aramak gereksizdi.

Jürideki arkadaşlara durumu münasip bir dille anlattıktan sonra yeni kitabımı yazmak için küçük sahil kasabasındaki evime çekilmiştim. Yaklaşık yüz yıllık bir taş evdi yazıhanem. Öyle diyordum evime. Yazmak için geliyordum çünkü. Kafamı toplayabildiğim, düşünebildiğim, üretebildiğim tek yerdi burası. Büyük sayılmazdı hatta küçük bile denebilirdi; iki katlı bir kibrit kutusunu andırıyordu. Küçük bir avlusu vardı, avluda da mermerden serçe çeşmesi. Evimi seviyordum, bir nevi sığınaktı benim için, barınak olmasına ilave. Hayat adil değildi, bunu biliyordum ama adil olmayan bir şeyin parçası olmak da onuruma dokunmuştu, o haksız yarışma gibi.

Üç ay yâhut biraz daha fazla zaman geçmişti yarışma üzerinden. Hazır güzel havayı bulmuşum; çarşafları yıkayıp avluda gerdiğim iplere asarken kuş çeşmesindeki minik serçeye takıldı gözlerim. İnsandan çok korkmayan şu canlılara gıpta etmiştim hep. Onlardaki cesaretin yarısı bende yoktu. Çeşmeden suyunu yudumladı, ben de çarşafları serdim ipe. Sonra onu gördüm işte. Bahçe kapısı aralıktı ve yerde boylu boyunca yatıyordu. Tüm cesaretimle gittim kapıya, altı üstü kâğıt parçasıydı, insan değildi ya! Aldım elime, baktım kâğıda, büyük puntoyla “NEDEN” yazıyordu. Elimde kâğıtla bahçe kapısından fırladım hemen. Ne demek neden? Kim yazmıştı ki bunu, dahası şu bir kelimeyle ne anlatmak istiyordu? Gözlerimle etrafı şöyle bir taradım ama yiyecek bir şeyler aradığı her halinden belli olan aç sokak köpeğinden başka kimsecikler yoktu görünürde. Kapıda dikildiğimi gören köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Açtım kapıyı, “Gel” dedim, “Karnını doyuralım senin.”

Akşamdan kalma tavuk artıklarını bir plastik kaba koydum, bir başka kaba da içmesi için biraz su doldurup çıktım dışarı. Avluda öylece durmuş beni bekliyordu. Elimdekileri görünce düştü peşime. Kapları bahçe kapısının yanına bıraktım. Hayvancağız büyük bir iştahla yemeye başladı. Neden sonra şu kâğıt geldi aklıma. Köpeği yemeğiyle baş başa bırakıp eve girdim. Mutfak masasına bıraktığım kâğıdı alıp çalışma odama geçtim. Denizi uzaktan da olsa gören tek odayı çalışma odası olarak kullanıyordum. Masamı camın önüne yerleştirmiştim; büyükçe bir kitaplık ve okuma koltuğundan başka bir dekoru yoktu odamın. Hâlâ elimde tuttuğum kâğıdı katlayarak kitaplık rafına koydum. Ardından masama geçip bilgisayarı açtım. Son öykü taslağımı düzenleyecektim. On gün içinde öykü dosyamın son şeklini verip yayınevine göndermem gerekiyordu. Dokuz öykü kitabı bir öykücü için azımsanmayacak bir rakamdı ve yeni kitapla sayıyı ona çıkaracaktım. Eskilerin dediği gibi çok velûd bir yazar değildim belki ama istikrarlı bir şekilde yazıyordum. Kalemi küstürmüyordum. Her gün beş sayfa yazma alt sınırı koymuştum kendime. Bazı günler bu sayının çok üstüne çıktığım oluyordu; kafamda hayallerin ve fikirlerin uçuştuğu vakitler. Elbette her yazar gibi her öykümün ilk okuru ve ilk seveni bendim. Arada içime sinmeyen öyküler de oluyordu ama onları okurla buluşturmayıp demlenmesi için zamana bırakıyordum. Öykü taslağımın üzerinde birkaç değişiklik yapıp bilgisayara kaydettim. Biraz da tekrar okuması yaptım; editöre fazla iş bırakmak istemiyordum.

Masadan kalktığımda akşam olmak üzereydi. Pek fazla aç sayılmazdım, yemeği boş verip biraz hava alma düşüncesiyle sahile inmeye karar verdim. Üzerime bir şeyler geçirip çıktım evden. Sahile doğru inerken şirin beldenin dar sokakları hakkında düşündüm. Ne güzel, doğal bir film sahnesinin dekoru gibiydi bitişik nizam evler, balkonlara dizilmiş renk renk saksı çiçekleri, açık bırakılmış kapılardan gelen Tv sesleri, camlardan burnumun ucuna konan yemek kokuları, ekmek almaktan dönen çocuklar, süt dağıtımını akşama bırakan sokak sütçüsü, sırnaşık sokak kedileri… Ellerim cebimde, içimde de tatlı akşam esintisinin yarattığı huzurla geçmiştim, sanki bir köşesinden Ayhan Işık, bir köşesinden Belgin Doruk’un çıkacağını hissettiren dar sokaklardan. Belki birazdan tüm yakışıklılığıyla Orhan Günşıray çıkacak ve klark çekecekti ince yazlık elbiseleri içinde endam eden güzellere.

Sahile nihayet inmiştim. Fazla kalabalık sayılmazdı. Adımlarımı motor iskelesinin solunda kalan yürüyüş yoluna çevirdim. Kuruyemiş tezgâhlarının, mısır satıcılarının, kâğıt helvacıların önünden geçerek küçük çay ocağına vardım. Bir çay söyleyerek kısa hasır taburelerden birine geçtim. Karşımda dolunayın ışık oyunlarıyla siyahtan laciverte çalan denizi izlerken çay da gelmişti. Biraz deniz, biraz da çay ocağından gelen Zeki Müren şarkıları, üç bardak da çay eşliğinde bir saate yakın oturdum orada. Hava serinlemeye başlamıştı ve üşümekten hazzetmeyen bünyeme kulak vererek kalktım yerimden. Geldiğim yolları tekrar geçerek evime vardım.

Yapmam gereken bir-iki telefon görüşmesini de yaptıktan sonra çalışma odama geçip öyküme kaldığım yerden devam etmekti niyetim. Masama geldiğimde bilgisayarın yanında bir zarf ilişti gözüme. Üzerinde bir şey yazmıyordu. Bir an zarfı acaba ben mi koymuştum diye geçti aklımdan. Ama hayır, zarf falan koymamıştım ben. O halde bir başkası bulmam için bir zarf bırakmıştı masama. Bu demek oluyordu ki yokluğumda, biri evime girmiş ve bu mektubu bırakmıştı. İyi de kim, neden böyle gizli kapaklı bir iş yapmıştı ki? Dahası zarfın içinde ne vardı? Ya zarfı bırakan hâlâ evdeyse, bir köşeye saklanıp beni izliyorsa? Belki de gizlice girdiği evden kaçacak vakti bulamamıştır; belki de eve girdiğimi duydu ve olacakları merak ettiğinden kaçmak yerine izlemeyi tercih ediyor. İşte bu sonuncusu, tüylerimin diken diken olmasına yetti. Korksam da bu şüpheyle sabahlayamayacağım için çekine çekine dolaştım evi. Kutu gibi bir evdi zaten, nereye saklanabilirdi ki? Ya evde değil de avludaysa? Dış kapıyı açıp avluya çıkacak kadar yürek yemiş değildim, kapının solundaki küçük pencerenin tülünü aralayarak bakmakla yetinmeliydim. Öyle de yaptım. İşin kötüsü, evde ya da avluda, evime giren her kimse, karşıma çıkacak olsa onunla dövüşecek, kapışacak dahası kendimi savunacak güçte hiç değildim. Avluda da kimseyi göremeyince içim ufaktan rahatlamış halde odama döndüm. Masanın üzerinden zarfı alıp açtım. Güzelce bir el yazısıyla yazılmıştı mektup ya da her neyse. Bir şiir vardı, altında da kısa bir not:

“Bu mu şiir? Birinciliğe değer gördüğünüz şiir, bu mu hakikaten? Siz ve sizin gibiler, ölü şairleri mezarlarında ters döndürür, yaşayanları da hayata küstürürsünüz! Bağırsak gazından bahseden, geometri dersindeymiş gibi metne çemberler, kareler çizen biri şair mi oluyor bu devirde? Yenilikmiş, farklılıkmış… Geçin bunları. Şiiri bozmanıza izin vermeyeceğim. Göreceksiniz, şiire saygısızlık etmek neymiş, hepiniz göreceksiniz!”

 

Notu tekrar tekrar okudum. Elbette ki gönderen her kimse adını bağışlamamıştı bana. Bahsettiği şiiri hatırlamıştım. Evet, şu jürisinde olduğum yarışmada önümüze dahi gelmeden birinci seçilen şiirden bahsediyordu. Haklıydı da tüm yazdıklarında. Ama öfkesini yanlış kişiye yöneltmişti. Acaba diğer jüri üyelerine de… İçlerinden samimi olduğum bir şair arkadaşı aramayı düşündüm. Vakit geç olmuştu ama aramazsam da içim rahat etmeyecekti. Mektubu masaya bırakıp telefonu aldım. Şükür ki arkadaşım henüz yatmamıştı. Durumu anlatıp kendisine böyle bir mektubun gelip gelmediğini sordum. Hayır gelmemişti. Belli ki biri bana küçük bir şaka yapmıştı, korkmamı gerektirecek bir durum yoktu. Tekrarlarsa o zaman polise gitmeliymişim. Telefonu kapadığımda içim rahatlayacağı yerde kafam yeni soru işaretleriyle dolmuştu. Niye beni seçmişti, beş jüri arasından? Göreceksiniz derken neyi kastediyordu? Diğer jüri üyeleri şairken niye jürideki tek öykücüyü seçmişti? Tamam, benim de öykü kitaplarıma ilave basılmış bir şiir kitabım vardı ama asıl öykücüydüm ben. Diğer üç jüri üyesi ne durumdaydı acaba? Ya onlara da yazdıysa. Belki de içlerinden bir günah keçisi seçecekti ve ben en uygun olan adaydım.

Başımda ağrılarla yatağa girdim. Uyumadan başımın ağrısı geçmeyecekti çünkü. Sabah pencere dibinde ısrarla gaklayan karga uyandırdığında saat on çeyrekti. Kalktım, duşumu aldım. Kahvaltıda taze simit iyi giderdi. Bir sokak ötedeki fırına gittim. İki simit alıp eve dönerken dar olsa da iki kişinin rahatça geçebileceği sokakta, yanımdan koşar adım geçen bir adamın çarpmasıyla elimdeki simit poşeti yere düşüverdi. Ben yerden poşeti alırken “Affedersiniz yazar bey!” dedi, kaçarcasına uzaklaşan adam. Arkama baktığım esnada köşeyi döndüğü için yüzünü seçememiştim. Allahtan simitler yere değmemişti. Simitten küçük bir parça koparmış yerken girdim evin avlusuna. Bahçe kapısını kapattığımı hatırladım ama açıktı işte. Yoksa? Korkuyla evin kapısına geldim. Anahtarı kilide sokarken evde kimsenin olmaması için içimden dua ediyordum. Kapıyı açıp girdim içeri. Görünürde kimse yoktu. Mutfağa geçtim usulca. Çayı koyup yukarı çıktım. Yukarıda da kimse yoktu. İçimden bir ses çalışma odama girmemi söylüyordu. Tatsız bir sürprizle karşılaşmak istemiyordum ama yine de sesi dinleyip girdim içeri. Korktuğum başıma gelmişti işte. Çalışma odam içeride savaş çıkmış da bir kamikaze son dalışını yapmış gibiydi. Tüm kitaplarım kütüphanemden yere dökülmüş, yazı masam darmadağın, çekmeceler sonuna kadar açılmış ve içlerinde ne varsa yere boşaltılmıştı. Gözlerim bilgisayarımı aradı. Hemen masaya koştum. Böyle bir durumda sevinmek belki abesti ama yine de sevindim; bilgisayarım tüm o dağınıklığın altında duruyordu; çalınmamıştı. Yere baktım, özenle muhafaza ettiğim tüm kitaplarım bir kitap dağı oluşturmuştu halının üzerinde. Birkaçını elime alıp boşalan kitaplığa yerleştirecekken rafta onu gördüm; bana ait olmayan bir defter, spiralli bir dosya. Kitapları rafa bırakıp dosyayı aldım. Sayfalarını şöyle bir çevirdim. Bir şiir dosyasıydı. Tekrar kapağa baktım ve o an taşlar yerine oturdu. Dosyanın kapağında iri puntoyla Kamikaze Uçuşu yazıyordu. O an hissettiğim korkudan ziyade –evime gizlice girilmiş ve evim talan edilmişti sonuçta- tuhaf bir burukluktu. Sanırım bu, istemeden de olsa bir adaletsizliğin içinde yer almanın duygusuydu. Tanıyordum dosyayı. Yarışmada önümüze gelen dosyalar arasından ortak jüri kararıyla birinci seçtiğimiz dosyaydı. Hakkı yenmiş dosya ve haksızlığa uğramış şairi… Gözünü karartmış bir şairin intikam oyunundaydım demek. İyi de kimdi bu şair? Dosyanın kapağına baktım, beklediğim gibi adı yoktu, yarışmaya katıldığı rumuzu yazıyordu sağ üst köşede: VAVEYLA. Şairin adını biz de ödül töreninde öğrenecektik, tabii birinci seçilseydi.

Erkek mi yoksa kadın mıydı şair? Evime girecek kadar korkusuz olduğuna göre bir erkek olmalıydı. Evde olmadığımı nasıl bilmişti? Belki de beni izliyordu, belki de hep evdeydi. Saklanmıştı bir yerlere, belki avluda gecelemişti. Sabah evden çıktığımı görünce de… Yoksa fırından dönerken bana çarpan şu adam, kaçar gibi uzaklaşan hani, o muydu? “Yazar Bey” demişti, hoş buradakiler yazar olduğumu biliyor ama hiçbiri selam bile vermeden öyle kaçıp gitmezdi ki yanımdan. Evet evet, kaçıyordu. Evime girip planı neyse uyguladıktan sonra suçlu gibi kaçıyordu. Suçluydu da. İzinsiz evime girmişti bir hırsız gibi. Çalmamış aksine kendi dosyasını bırakmıştı geride. Ama neden? Ne istiyordu benden?

Kahvaltıyı es geçtim, kapadım çayın altını. Dosyayı alıp çıktım evden. Geçtim avluya. Sedire oturdum. Önümde serçe çeşmesinden yudum yudum su içen üç minik serçe. Tepemde berrak gök. Sokağı top oynayan çocukların sesleri doldurmuş. Hayat akıyordu bir şekilde. İznimi almadan evime giren şair gibi, hayat da izne gerek duymuyordu besbelli. Bildiğini okuyordu ikisi de. Tuhaf ama kızamıyordum şu gizemli şaire. Yanlış yerde de olsa hakkını arıyordu. Keşke karşıma çıksa, diyordum içimden. Korkuyordum evet, daha ne kadar ileri gidebilir bilmiyordum çünkü. Ama yine de söylemek istiyordum ona, elimizde olmayan şeyler var diye. Benim suçum değil, diye.

Açtım dosyayı. İlk şiir, dosyaya adını veren şiir: Kamikaze Uçuşu

“şüphesiz yangın yeri

irtifa kaybeden bir uçağın

dalgın sarhoşluğunda

koynunda bir diriyi saklar gibi inadına

yanarak şairin dilsiz sözleri, ortasında avlunun

bir serçe suya kandığı vakit,

dilimde bir istifham, endişeden türeyen

yalansa söylediğim, kurusun kalbim

gözlerim ateşten bir ormandır şimdi”

 

Tüm şiirleri okudum. Kaynaklardan beslenmiş ama kopya olmamış, kendine has bir üslup tutturabilmiş bir şair vardı karşımda. Bir şeyler yapmalı dedim, kayıtsız kalamam ya. Kalkıp eve geçtim; telefonumu ve ceketimi alarak elimde de dosya, kapıyı kilitleyerek çıktım dışarı. Yokluğumda evin başına bir şey gelmemesini ümit ederek sahile indim. Niyetim kırtasiyeye girip dosyayı taratmaktı zira tarayıcım iki aydır bozuktu ve yenisini almayı her zaman yaptığım gibi ertelemiştim. Sonrasında dosyayı editörüme gönderip neler yapabileceğimize bakacaktım.

İşlerimi halledip eve dönüyordum. İçimde iyilik yapanlara has o mutluluk, yüzümde ayarsız bir gülüş. Çabuk söndü ama. Bahçe kapısından içeri girmemle, avluda yanan kitap yığınını görünce. “Allah kahretsin!” dedim, “Allah kahretsin, bu yapılır mı?!” Yangın yerinde yanan kitaplar, benim kitaplarım. Benim yazdıklarım, benim cümlelerim, benim kelimelerim… Hemen avludaki çeşmeden su taşıdım yangına. Çok geçmeden söndü ateş. Geriye külü kalmış kelimeler. Bir yumru oturdu boğazıma. Yanan kitaplar, ikinci kez kâbusum oluyordu.

Öfkeyle eve geçtim. Hazmedemiyordum yaptığını, ben onun için neler düşünürken yaptığına bak. Polise gitmeli dedim, böyle olmayacak. Evi kontrol ettim, çıkarken bıraktığım gibiydi. Kitaplığım hâlâ boş, halının üzeri yine kitap dolu. Toplamadım hiçbir şeyi. Polis dedim, gelince böyle görmeli. Ama karakola gidecek takatim yoktu. Erteledim bunu da. Keşke dedim, anlayışsızın teki olsaydım, yardım etmeye çalışmasaydım da o zarftan sonra gitseydim polise. Hiç değilse evimi dağıttıktan sonra. Peki bu son hamlesi mi? Belki evi yakacak, içinde benle birlikte. Ah aptal kafam ah!

Çöktüm avluya bakan koltuğuma. İçim geçmiş olmalı, uyandığımda hava çoktan kararmıştı. Tam doğrulup kalkacakken bir ses duydum. Kalbim kulaklarımda atıyordu. Kıpırdayamıyordum.

“İleri gittim… Üzgünüm ama…” dedi bir kadın sesi. Şaşkınlıktan ağzımı açamadım. Tüm bunları yapan, evime giren, kitaplarımı yakan, Kamikaze Uçuşu’nun şairi bir kadınmış demek. Sanırım deliriyordum, tüm öfkem balon gibi sönmüştü birden.

“Vaveyla?” dedim, inceden “Ta kendisi” dedi. “Neden?” dedim “Bence biliyorsun.” dedi. Tam arkamı dönecekken “Lütfen… Arkanı dönme.” diye ekledi. Kaldım öylece. “Biliyorum inanmayacaksın ama benim birincim sendin.” dedim. Anlamsız bir yakınlığın sularında yüzüyorduk sanki. Kahveni nasıl alırsın dese, Sade olsun diyecek kadar samimiymişiz gibi. Resmiyet yok. Oysa yabancı. Yabancı kalmalı. Yarın polise gidecektim çünkü. Delinin biri evime girmiş, evi dağıtmış, avluda kitaplarımı yakmış. Bulun yakalayın şunu, diyecektim. Sesini duymasaydım, sesindeki kırılganlığın ağına yakalanmasaydım…

“Teşekkür ederim” dedi. Arkamı dönmeden “Ne için?” diye sordum. “Bugün benim için yaptığınız o şey… Peşinizden dükkâna girdiğimde… Delikanlı anlatıverdi heyecanla. Sanırım yeni kitabı için, dedi… Adını sordum… Benim dosyamdı…” Sesi, kalbini ele veriyordu… Küt küt…

“Polise de gitmediniz. Neden?” dedi. “Yarın gideceğim.” dedim. “Anlıyorum” dedi “Hakkınız da. Evinize girdim, kitaplarınızı yaktım. Başkası olsa…”

“Sonraki hamleni merak ediyorum” dedim. “Yok… Başka hamlem yok. Her şey için özür dilerim… Artık gitmeliyim.” dedi. Terk edilmiş âşıklara özgü bir şey, adını koyamadığım bir sızı, bir bıçak oturdu kalbime. Ya aklımı kaçırıyordum ya silahlarımı bırakıp teslim oluyordum çoktan unuttuğum o tekinsiz duygulara.

“Öyle kolay çekip gidemezsin” dedim “Koskoca kitaplığı yere dökmüşsün.”

“Ah tabii, hemen topluyorum. Çok özür dilerim tekrar.”

Ayak sesini duyuyordum, çalışma odama geçiyordu. Işığı yaktı. Gölgesi, açık kapıdan camıma vurdu. Uzunca boylu, siyah giyinmiş. Kitapları dizmeye başlamıştı bile. Ses çıkarmamaya dikkat ederek kalktım yerimden. Fark ettirmeden kapı gerisinden izledim onu. Kendi kitaplığını yerleştirir gibi acelesiz, özenle yerleştiriyordu.

“Kahve içer misin?” dedim birden. Sözcükler pat diye döküldüler ağzımdan. Hafiften kızardım galiba. O, daha çok korktu sanırım. Birden döndü yüzünü. Hâlâ koltukta oturduğumu sanıyordu besbelli. Cevabını bekliyordum, o ise susuyordu. Güzeldi, çok güzeldi. İnsanın inanası gelmezdi bütün bunları onun yaptığına.

“Eve nasıl girdin?” dedim. Başı önde “Alt kattaki pencereden… Aralık bırakmışsınız.” dedi. Tamamen aklımdan çıkmış. “Hep açık mıydı o pencere? Tüm evi kontrol etmiştim ilk girişinden sonra.” Başını kaldırmadan “Fark edip kapatmamanız için arasına kâğıt sıkıştırmıştım.” dedi. “Ya” dedim “pencereler kapalı olsaydı, o zaman nasıl girecektin içeri?” Kaldırdı başını. “Bilmem” dedi “Her zaman düşünerek hareket etmem. Belki avluya bırakırdım sadece. Hani o ilk notum gibi…” Başını tekrar önüne eğdi. Sessiz kaldık bir süre öylece. Sonra o kaldığı yerden devam etti kitapları dizmeye.

Aklımı kurcalayan bir şey daha vardı. Ben kırtasiyedeyken o sırada evimde olduğu halde –avluda kitapları yakıyordu- kırtasiyeye gittiğimi nasıl bilmişti? Peşimden geldiğini söylüyordu ama mantıksızdı bu. Dayanamadım “Kırtasiyeye gittiğimi… Bunu bilmen mümkün değil. Yani… Nasıl bilebilirsin ki bunu, o sırada avluda kitaplarımı yakıyordun, değil mi?” Yüzünü dönmeden “Yalnız değildim.” dedi. Ne yani, bir de işbirlikçisi mi vardı?! Hiç hoşuma gitmemişti bu. Neden sonra arkasını döndü ama gözlerini bana değil yerdeki kitap yığınına dikerek “Onur Bey, bu kasabanın sokakları dardır evet ama iki kişinin yan yana geçemeyeceği kadar değil.” dedi. Neydi şimdi bu? İki kişinin yan yana geçemeyeceği derken… Ah, tabii ki sabah bana çarpıp giden adamdan bahsediyordu, fırından döndüğüm sırada. Kaçarcasına giden adam… Oymuş demek yardım edeni. “Kardeşim” dedi “haksızlığa hiç tahammül edemez. Onun adına özür dilerim. Aslında kaba biri değildir.” Kardeşiydi demek, peki ben buna neden sevindim? “O takip etti sizi. Elinizde dosyamla kırtasiyeye girdiğinizi de o söyledi. Ben de delikanlının ağzını arayınca… Ne olur kusurumuza bakmayın, hem kitaplarınızın aynısından alıp getireceğim size. Keşke böyle olmasaydı… İnsan öfkeliyken yanlış kararlar verebiliyor, anlıyorsunuz beni değil mi?” Yüzünü yerden kaldırıp yemyeşil baktı, sadece o iri yeşil gözler üzerine bir şiir kitabı yazılabilirdi.

Başımla onaylayıp “Cevap vermedin soruma.” dedim. “Ne sormuştunuz?” dedi.

“Kahve içer misin, demiştim ya.”

Güldü usulca, ne güzel güldü. Işıl ışıl güldü, gözlerinin yeşili ormana döndü. “Olur” dedi “Sütlü kahve olursa.”

“Tabii” dedim. Birkaç adım atmıştım ki seslendi ardımdan:

“Polise gidecek misiniz?”

Durdum. Geri döndüm odaya. Meraklı gözlerle cevabımı bekliyordu.

“Niçin?” dedim.

“Şeyy… Olanlar için hani…”

“Ne olmuş ki?” dedim.

Güldü. “Hiç” dedi “hiçbir şey olmadı.” Devam etti kitapları dizmeye.

Mutfağa doğru ilerlerken kalbimde bir sıcaklık, yüzümde tebessümle “Oldu” diyordum içimden, “Çok şey oldu. Oldu da henüz haberin yok.”

Ansızın Geliveren” için 21 Yorum Var

  1. Merhabalar,
    Her öykünüzü okuduğumda, kelimeler hep “anlamsız bir yakınlığın sularında yüzüyor” gibi geliyor. 🙂 Bu da öyle oldu. Yine sımsıcak bir öykü. Kamikazenin kendisi değil de, ona maruz kalanın gözünden anlatıldığı için, kitaplar yandığında gerçekteki kamikazeleri durdurabilen atom bombaları gibi çığırından çıkacak bir insan bekler gibi oldum ama baktığı yerde ancak aşk gören şairlere yakışır bir şekilde bitirmişsiniz. Zihninize sağlık. 🙂

    1. Merhaba,
      Teşekkür ederim yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
      Öykülerimde lirik bir atmosfer olduğu doğru. Bu öykünün karakteri de şair olunca, finali dediğiniz gibi şaire yakışır şekilde olmalıydı. Öykünün vermek istediğini almışsınız, bu öykü yazarı için motive edici bir geri dönüş. Sağ olun 🙂

  2. Merhaba;
    Yine çok güzel bir öykü kaleme almışsın. Merak unsurunu çok yükseklerde tutarak akıp gitmiş öykün. Yanan kitaplar içimi çok yaktı ama… Giriş paragrafında dediğin gibi “… Harflerin canı acır mı bilmem ama kelimeler yandıklarında yazarların kalbi düğümleniyor”. Yüreğine, kalemine sağlık.

    1. Merhaba,
      Teşekkür ederim güzel yorumun için ve öykümü beğenmene elbette sevindim 🙂
      Kitapların yanması öykünün varlığı için gerekliydi. Ben de filmi izlerken -öykünün başındaki- aynı şekilde üzülmüştüm. Merak duygusu öykünün akması için önemliydi hele ki öykü uzun olunca.

  3. Merhabalar.
    Öncelikle giriş için yazılan paragraf çok güzeldi; özellikle de okuyanların çoğunluğu yazar olacağı için hedefi on ikiden vurmuşsunuz.
    Akıcı sade bir dil, güzel bir seyir, ve bilmiyorum bu kelime doğru mu bana çok sevimli geldi öykü.
    Vaveylanın hakkını araması güzeldi, belki o da şair olduğu için, yani bir nevi yazar olduğundan kitaplara dokunmamalıydı sanki; ama belki de böyle bir şiire birinciliği layık gören insan kitapları hak etmiyor gibi bir düşünceyledir. Ayrıca Vaveyla kitapların yanında adamın halihazırda üzerinde çalıştığı dosyaları da ateşe verseydi bu kadar soğukkanlı olabilir miydi diye düşündüm 🙂
    Şiir kitabından örnek bir şiir görmek öykünün gerçekliğine katkı sağlamış, çerçeveyi sağlamlaştırmış. Çok yetkin olmasam da örnek şiiri de gayet beğendim.
    Final güzeldi, sevimliydi. Her zamanki gibi çok güzeldi öykünüz.
    Ellerinize, kaleminize sağlık, gelecek seçkilerde de görüşebilme umuduyla.

    1. Merhaba,
      Teşekkür ederim yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
      Vaveyla’nın kitaplara dokunması yani onları yakması -sadece yazarın kitaplarını yakıyor- yazarı günah keçisi seçip intikam almasının neticesi. Çünkü biliyor o da bir yazarın kalbi kelimeleri yandığında düğümlenir -bakınız ilk paragraf 🙂
      Yazarın son yazdığı öykü bilgisayarda kayıtlı ve bilgisayarı çalınmadığı için seviniyor ya hani, işte bu sebeple.
      Şiiri öyküyle bağlantılı yazdım; orman, serçe, avlu kelimeleri öyküde geçen detaylar, şiirle de bu şekilde bağlantı kurdum.
      Finali yumuşak tuttum ve “ansızın geliveren” bir aşkla tamamlandığı için sevimli gelmiş olabilir öykü. Açıkçası bana da sevimli, damakta hoş bir tat bırakan, atmosferiyle saran bir öykü gibi geldi. Öyküde de geçiyor ya hani, öykülerimin ilk okuru ve seveni benim diye. İşte ondan 🙂

  4. Merhaba 🙂
    Güzel bir öykü demek istemiyorum. Hoş da diyemem. Bu öykünün bende bıraktığı tadı bir kelimeyle ifade edemem sanırım.
    “Anlamsız bir yakınlığın sularında yüzüyorduk sanki. Kahveni nasıl alırsın dese, Sade olsun diyecek kadar samimiymişiz gibi.”
    O iki yazarın arasında doğan, senin de belirttiğin üzere birbirlerine yabancı ama samimi olan o an çok ama çok güzel yedirilmişti öyküye.
    Öykünü koca bir gülümsemeyle bitirdim.
    Yüreğine sağlık 🙂

    1. Merhaba,
      Teşekkür ederim güzel yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
      Hangi konuda yazarsam yazayım öyküde o sıcaklığı, samimiliği hissetmeyi /hissettirmeyi seviyorum.

  5. İlk paragrafı okuyunca Fahreneit 451 geldi aklıma. Çok güzel ve çarpıcı bir öykü..Ellerinize sağlık.

    1. Merhaba,
      Teşekkür ederim yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
      İlk paragraf o filme göndermeydi. 🙂

  6. Ben de ilk okuduğumda Fahrenheit 451’e benzettim. Bir bakımdan hoş bir benzerlik… Öykünüz o kadar samimi ki… Lezzet akıyor desem yeridir. Çok duru ve temiz bir dili var özellikle giriş kısmındaki benzetmelere bayıldım. Şiir örneği koymanız ise ayrı bir gerçeklik katmış öyküye.Güzel bi tat bıraktınız bende. Kaleminize sağlık

    1. Merhaba,
      Teşekkür ederim yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
      İlk paragraf o filme göndermeydi zira öykünün gelişiminde benzer bir hadise -kitapların yanması- yaşanacaktı.

  7. “bu ne lan çok uzun…yarısında bırakırım” diye başladım okumaya. kana kana okuyarak bitirdim. tebrikler 🙂

  8. Hikayenizi sevdim. akıla sakat, uyumsuz ve de sevimsiz sözcüklere yer vermemişsiniz hikayenizde. şiirinizde de, hikayenizde de yeşil gözlerin hakkını vermişsiniz. ayrıca kitap yakmaya, samimiyete, adaletli davranmaya, affetmeye yönelik kurduğunuz sözcükler ve şiirli anlatımınız hikayenize çok şey katmış. Sizi tebrik eder çalışmalarınızda başarılarınızın devam etmesini dilerim.

    1. Merhaba,
      Teşekkür ederim güzel yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
      Öykü yazarken kelime seçimine çok dikkat etmeye çalışıyorum ve yine öykülerimde bir değil pek çok duyguyu okura hissettirme çabasındayım. Bu öyküme de her öyküm gibi yeterli vakti ayırdım, özendim. Hepimizin başarıları daim olsun.

  9. Merhabalar.
    Çok hoş bir öyküydü. Özellikle giriş ve final beni çok etkiledi. Emeğinize sağlık.

Osman Eliuz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *