Öykü

Benim Adım Yesif – Ait Olduğum Yer

Sokaklar; evim, memleketim.

Benim adım Yesif. Babam yok. Yani elbette ki vardır ama hiç tanımadım. Annem ise dünyanın en iyi annesiydi. Yuvarlak gözleri, siyah kıvrımlı saçları ve sadece annelerin sahip olabileceği o sığ gülüşüyle aklımdan asla çıkmaz. Artık tek başıma hayatta kalabileceğime karar verip beni sokağa bıraktığında yedi yaşındaydım. Bunun için kendimi şanslı hissediyorum; çünkü sokaklarda ölüme terk edilen yeni doğmuş bir bebeğe şahit oldum. O soğuk havaya rağmen saatlerce hayatta kalmayı başarmıştı.

* * *

Vakit neredeyse akşamdı ve ben bir kaldırım kenarında, sağ avucumun içindeki bir adet bakır sikkenin yarattığı moral bozukluğuyla dileniyordum. Sol elim cebimdeydi ama dışarıda kalan sağ elim soğuktan morarmıştı. Solumdan gelen bir kadın gördüm. Sıskaydı, pejmürde giysiler içerisindeydi ve çirkindi. Avucumu biraz daha açıp “Lütfen,” dedim. “Sadece ekmek almama yetecek kadar. Lütfen.”

Bunlar klasik sözlerimdi ve pek işe yaradıkları söylenemezdi.

Kucağında ciyaklayan bebeğiyle çirkin kadın, dilendiğim kaldırımdan geçerken bana manidar bir bakış attı. Nedendir bilmem biraz uzaklaşmasını bekleyip kadını takip etmeye karar verdim.

Doğruldum, avucumdaki sikkeyi pantolonumun yırtık olmayan sol cebine attım. Üzerine oturduğum taşı ayağımla itekledim, o da karları itekleyerek duvar dibinde durdu. Sonra kadının peşine takıldım. Günün kararmasına az bir vakit kala bir fırının arka kapısına bıraktı çocuğunu. Sonra uzaklaştı. Çocuğunu terk etmişti.

Fırıncının bebeğin ciyaklamalarını duyması gerekirdi ama gelen giden yoktu. Beklemeye karar verdim.

Fırının kapısı içeriye doğru gıcırtılarla açıldığında yarım saatten fazla zaman geçmişti. Ahşap kapının ardında yaşlı bir adam belirdi. Beli hafifçe kambur ve başı keldi. Girişte durup, eski bir beze sarılmış vaziyette ağlayan bebeği, uzunca bir zaman gözleriyle süzdükten sonra arkasını dönüp tekrar fırınına girdi. Fırının kapısı yaşlı adamın ardından gıcırtılarla kapandı. Bebek yerde ağlıyor bense soğuktan titriyordum. Bir müddet daha bekledim.

Mevsim sanırım ocaktı. Bu sene kısa hayatımda şahit olduğum en soğuk kışı görüyordum. Fırıncının tekrar dışarıya çıkması sadece dakikalar sürse de olduğum yerde buz kestim ve dişlerime hâkim olamadım. Ben bu haldeysem bebek kim bilir ne haldeydi.

Fırıncı dakikaların ardından tekrar kapıda belirdiğinde elinde bir somun ekmek vardı. Etrafına yavaşça göz gezdirdikten sonra ekmeği bebeğin yanına usulca bıraktı. Sonra fırınına geri döndü.

Küçücük bir bebeğin yanına ekmek mi bırakmıştı?

Guruldayan karnım ekmeği çocuğun yanından kaptığım gibi kaçmamı söylüyordu. Bir yanım da yerde ciyaklayan bebeğe üzülmüyor değildi ama elimden bir şey gelmezdi. Kendi karnını bile zar zor doyuran hatta çoğu zaman doyuramayan ben, onun için ne yapabilirdim?

Sırtımda yaşlı bir teyzenin torunu öldüğü için bana verdiği yırtık gocuğumla (Bunun için utansam da Ulu Annemize, ‘keşke her gün çocuklar ölse de giysilerini bana verseler,’ diye dua etmişliğim var) bir müddet daha bekledim. Fırıncı bir daha dışarıya çıkmadı. Yakınlardan geçen birkaç insan ise bebeğe kısa bakışlar atmaktan öteye gitmedi. Beklemeye devam ettim.

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama hava kararmaya başlamıştı. Daha fazla soğuğa dayanamadım. Taşlar kadar katılaşmış ellerimi ovuşturarak ağlamaktan sesi kısılan bebeğin yanına gittim. Mosmor kesilmiş yüzü ve kızarmış gözleriyle bana bakıyordu. Eğildim ve yanına bırakılmış ekmeği alıp yırtık gocuğumun altına sakladım; yolda birinin elimden kapmasını istemiyordum. Bebeği biraz süzdükten sonra ise oradan ayrıldım. Keşke onun için yapabileceğim bir şey olsaydı.

O gün birkaç şey öğrendim ve dilenmeyi bıraktım; hiç kimse size kendi sahip olduğundan fazlasını veremiyordu. Ayrıca insanlar bir bebeğin soğuktan ya da açlıktan ölmesini umursamıyorsa beni hiç umursamazlardı.

Dilenmeyi bıraktığım günlerde daha önce yürümediğim kadar yürüdüm, koşmadığım kadar koştum, kaçmadığım kadar kaçtım ve elbette birçok kişiden dayak yedim.

Ben bir sokak çocuğuydum ve uzak durmam gereken insanlar vardı; öncelikle diğer sokak çocukları. Bu günlerdeki ilk dayağımı benim gibi bir sokak çocuğundan yedim. Bir kuralı çiğnemiştim ve affetmesini beklemiyordum elbette. Onun bölgesindeki yaşlı bir kadını izliyordum ve sokak çocuğu olduğum her halimden belliydi. Kadını soyacağımı düşünmüş olacak geldiği gibi üzerime atladı. Benden iri ve güçlüydü. Üzerimdeki ağırlığı tüm gücümle ittirmeye çalışırken yüzüme sert bir yumruk yedim.

Sonra beni karların üzerinde sürükleyerek bir çıkmaz bir sokağa soktu. Karnıma ardı ardına beş altı defa tekme atarken “Buralar benim. Anlıyon mu? Benim. Bi daha seni burda görürsem ölürsün. Anlıyon mu?” dedi.

Anlamıştım. Ağzıma dolan kanı karlara tükürüp oradan uzaklaştım. Bir daha başka çocukların bölgesinden olabildiğince uzak durdum.

Uzak durmam gereken insanlardan bir diğeri de şehir koruyucularıydı, yani muhafızlar. Hiç kimse sizi onlar kadar dövemez. Bunu anlatmayı geç düşünmem bile her yanımın sızlamasına yetiyor; ama yine de biraz değinebilirim.

Şehirde bir sokak çocuğuysanız büyük ihtimalle hırsız ya da dilencisinizdir. Ya da her ikisi birden. Şehir muhafızları ise genellikle dilenci olduğunuzu değil hırsız olduğunuzu düşünür ve sadece şüphe duyması bile bellerinden sarkan kılıcın keskin olmayan yüzünden gelecek darbeler silsilesini sırtınıza ve baldırlarınıza yemenize yeter.

* * *

Dilenciliği bıraktığım bu günlerde hayatım hiç olmadığı kadar zorlaşmıştı. Açtım, üşüyordum, iki kez dayak yemiştim ve daha öncesinde zor günler için biriktirdiğim birkaç bakır sikke suyunu çekmişti. Yanınızda azda olsa paranız varsa gelecek günler için endişelenmiyorsunuz. Bu kuytuda biraz daha tıkılıp kalırsam bu sorun ortadan kalkacak, gelecek günler için daha fazla endişelenmem gerekmeyecekti; çünkü ölecektim. İşte bu yüzden, biraz da şehir muhafızlarının hırsız olduğum konusunda haksız duruma düşmelerini istemediğim için hırsızlığa başlamaya karar verdim.

Dilenciliği bırakmamın üzerinden on gün kadar geçmişti ve yaralarım artık ilk günkü kadar sızlamıyordu. Havalar hala çok soğuktu. Gece donmamamı sağlayan yegâne şey sığındığım kuytuda, çöplükten bulduğum eski bir soba kovasında yaktığım çer çöptü. Gece boyunca uyumayıp kısıtlı ateşimi beslemem gerekiyordu. Birazcık dalsam bir daha uyanamazdım. İşte hırsız olmaya karar verdiğim ortam tam olarak burası.

Düşündüm. Zaten bol bol vaktim vardı. Karşımdaki sahip olduğum yegâne ısı kaynağına ayaklarımı uzatarak düşündüm. Sabaha karşı kuru ekmeğimden birkaç ısırık alıp uykuya daldım ve tekrar uyandığımda akşam olmak üzereydi. Yanımdaki iyice azalan çer çöp yığınından birkaç parçayla, daha bu saatten ateşi tutuşturdum. Erkenden açgözlülük edip ateş yakmamın bedelini, eğer yığın yeterli olmazsa, gece ağır ödeyecektim.

Birkaç saatlik kesintisiz kafa yorma sonucunda üzerimdeki giysi dediğim şeylerle hırsız olamayacağıma karar verdim. Bu halimle insanlar önüme para atmaya bile çekinirken, onların yanına sokulup ceplerinden bir şeyler aşırmam mümkün değildi…

Bir ses geldi.

Sokağın gerisinden gelen bir ağlama sesiydi bu. Sanırım bir oğlana aitti. Ateşi söndürüp, etrafı eski çuvallarla üstünkörü kapatılmış, derme çatma kuytumdan çıktım ve sesin kaynağına doğru yöneldim. Çocuğu bulduğumdaysa benle aynı yaşta olduğunu düşündüm ki sanırım ben on bir yaşındaydım. Çocuk üzerindeki kıyafetlerden belli ki zengindi.

Sırtını duvara yaslamış vaziyette ağlayan çocuk, hıçkırıkları arasında babası hakkında bir şeyler söylüyordu; ama tam olarak anlayamıyordum. Ellerini ceketinin cebine katmış, kukuletasını başına çekmişti. Biraz geriden seyrettikten sonra, karmaşık sözlerinden çıkarabildiğim kadarıyla kaybolmuştu. Tabii ki benim ilgilendiğim şey çocuğun kaybolması değil, üzerindeki kıyafetleriydi. Bu kıyafetler benim sahip olmayı hayal dahi edemeyeceğim şeylerdi ve işte onlarla hırsızlık yapabilirdim.

Açıkçası çocuğun kaybolmuş olmasına üzülmeyi bırakın umurumda bile değildi. Ben yıllardır bu sokaklardaydım ve belki birkaç saat yalnız kaldım diye zırlayan bir çocuğa üzülmem beklenemezdi. Usulca çocuğun yanına sokuldum. Beni görünce birkaç adım geri çekildi.

“Hey!” dedim. “Kayıp mı oldun? Buraları iyi bilirim.”

Çocuk gözlerini kırpıştırarak başıyla onaylarken beni süzüyordu. Yüzündeki ifadeden her an kaçabileceği gibi bir fikre kapıldım.

“Ailen kim,” dedim. “Evin nerede?”

“Babam,” dedi çocuk yutkunarak. “Biz bugün geldik bu şehre. Aşağıdaki pazar meydanındaydık ve garip bir hayvanla gösteri yapan bir adam vardı… İzlemeye dalmışım. Sonrasında da kayboldum.”

Sarı saçlı ve ceviz yeşili gözlü çocuğun ses tonu o kadar acıklıydı ki gören kaybolmuş değil, birisi babasını sokak ortasında bıçaklamış sanırdı.

Çocuk güzelim kol yeniyle gözlerini sildikten sonra bir an aklına müthiş bir fikir gelmiş gibi ardına kadar açılmış yuvarlak gözleriyle, “Rıhtım,” diye haykırdı. “Eğer rıhtıma gidebilirsem onu bulabilirim. Eşyalarımızı Rıhtımyanı Hanı’na yerleştirmiştik. Babam oraya döneceğimi düşünmüş olmalı. Nasıl gidebileceğimi biliyor musun?”

“Biliyorum,” dedim hiç düşünmeden. Evet, birkaç sefer gitmiştim rıhtıma ama hepsi gündüz vaktiydi ve son gidişimin üzerinden bir seneden fazla zaman geçmişti. Yolu hatırlayamıyordum. Üstüne bir de gece vakti olması…

Çocuğun yüzündeki ağlamaklı ifade yerini geniş bir gülümsemeye bıraktı. Sağ elini gocuğunun cebine attı. Eğer benim sırtımdaki şey son raddesine kadar ağarmamış, üç beş yerinden yırtılmamış ve kirden katılaşmamış olsaydı çocuğun gocuğuna benzediğini söyleyebilirdim.

Çocuk elini cebinden çıkarttığında avucunun içinde iki tane gümüş sikke ışıldıyordu. Hayatımda birkaç bakır sikkeden fazlasını görmemiş olan benim için gümüş bir sikke ulaşılmaz bir hazineydi ve çocuğun avucunda iki tane birden vardı. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı.

“Eğer…” dedi çocuk. “…beni götürürsen bunları sana veririm.”

Sikkelerin büyüsüyle benliğim erirken, bir anlığına sol cebindeki zor zamanlar için sakladığım, sapı kırık ama yerine çaput sardığım bıçağımı düşündüm. Yine çöplükte bulduğum bu bıçak, tutacak bir sapı olmasa bile bir çocuğu öldürmeye fazlasıyla yeterdi. Bıçağımı hızlıca çıkartıp karnına saplayabilirsem gümüş sikkeler benim olur hatta belki çok fazla kana bulanmadan giysilerini bile çıkartabilirdim.

Çocuğun, “Götürecek misin?” sorusuyla irkildim ve içsel çatışmamdan bir nebze uzaklaştım.

“Götüreceğim,” dedim derin bir nefes alarak. “Ama sikkelerini istemiyorum. Onun yerine bana giysilerini verir miydin?”

Çocuk bir an ne dediğimi anlamamış gibi suratıma baktı. “Ben ne giyeceğim,” dedi bir müddet sonra.

Kollarımı açtım ve kıyafetlerim demeye utandığım, çuvaldan bozma gömleğim, dizleri param parça olmuş kumaş pantolonum ve yaşlı teyzenin ölmüş torununa ait gocuğumu gözler önüne serdim. Bir de tabanı en değersiz para birimi olan -dilenirken önüme atılan yegâne para birimi budur- bakır bir sikke kadar incelmiş siyah çizmelerim vardı.

Çocuk bir anlık düşünmenin ardından başını olumsuzca salladı. “Giysilerim olmaz,” dedi. “Ama beni rıhtıma götürürsen orada sana bir takım giysi veririm. Olur mu?”

Çocuğun birden fazla kıyafeti mi vardı? Bu inanılması güç durum karşısında hem sinirlenmiş hem de şaşırmıştım. Ama teklifi makuldü.

“Beni takip et,” dedim ve pazar meydanına doğru yöneldik. Oğlan peşime takılmış geliyordu. Şimdi tek yapmam gereken rıhtımı bulmaktı. Ne kadar zor olabilirdi ki?

Buz kesen havada bir saat kadar konuşmadan yürüdük. Bu arada pazar meydanını geçmiştik ve eğer loş ay ışığı olmasa bu sokaklarda önümüzü göremezdik.

Attığım her adımda gittiğim yoldan şüphe eder oldum. Bu şüphe zamanla korkuya dönüştü.

Dakikalar ilerledikçe hava daha da soğudu. Üstüne kesik kesik esen ve sokakların arasında uğuldayan rüzgâr durumu daha da kötüleştiriyordu. Yine esen hafif bir rüzgârla etrafımızdaki karlar savruldu ve yeşil gözlü oğlanın yanıma sokulduğunu fark ettim. Göz ucuyla ona baktım ve onun benden daha kötü durumda olduğunu gördüm. Bu kadar soğukta dışarıda olmaya alışkın değildi ve titriyordu. Ben bile bir yere kadar alışabilmiştim. Soğuğa nasıl alışılabilir ki?

Çocuk iyice yanıma sokuldu. Omzu neredeyse omzuma değecek kadar yakındı. Bir an irkildim, bedenimi korku sardı. Başka bir insana bu kadar yakın olmaya alışkın değildim. Sonra, “Ben Lameh,” dedi çocuk soğuktan titreyen sesiyle. “Senin adın ne?”

Üç yıldır bir isme ihtiyacım olmamıştı ama ismim vardı elbette. “Yesif,” dedim. “Adım yani.”

“Güzel isim,” dedi Lameh. Konuşurken sesi çatallı çıkıyordu.

Sonra tekrar sessizliğe gömüldük ve yürümeye devam ettik. Arasından geçtiğimiz sokaklar birkaç sokak köpeği haricinde boştu. Hangi aptal bu havada dışarıya çıkardı ki zaten. Her adımda biraz daha üşüdük. Her adımda giriştiğim işten dolayı kendime lanet ettim. Bu işin sonucu ikimizin de ölümü olacaktı.

“Üşüyorum,” dedi Lameh bir müddet sonra.

“Az kaldı,” diye yalan söyledim.

“Sen sokaklarda mı yaşıyorsun?” diye sordu.

Başımı onaylarcasına salladım. “Bir kuytum var. Küçük bir baraka sayılır.”

“Anladım,” dedi.

Bir yarım saat kadar daha yürüdük. Yanından geçtiğimiz evlerin kapılarından ısı dalgası yayılıyordu. Çoğu karanlık olan bu evlerin bazıları gaz lambalarıyla aydınlatılmıştı ve pencerelerinden kısık bir ışık yansıyordu.

İyice umutsuzluğa kapıldım. Hatta neredeyse ağlamak üzereydim.

Bir sokak arasından geçtik. Çatılardaki karlar dökülmüş ve kıyılarda yığınlar oluşturmuştu. Sokak bittiğinde sağa döndüm ve yürümeye devam ettik. Hayatımda şehrin bu tarafına hiç gelmemiştim. Ya da gelmiş miydim? Bu karanlıkta emin olamıyordum.

Yırtık dizlerimden giren rüzgâr, soğuğu iliklerime kadar hissetmeme sebep oluyordu. Bir adım daha atsam yığılacak, ardından uykuya dalacak gibiydim ama yürümeye devam ediyordum ve utancımdan çocuğa bakamıyordum. Daha ne kadar, diye düşünürken, “İşte!” diye haykırdı oğlan.

Ne olduğunu anlamadan etrafıma bakındım. “Orada!” dedi. “Bak, Rıhtımyanı Hanı. Tabelayı görmüyor musun?”

Okuma yazma bilmiyordum ama bunu itiraf edemedim. Çocuk elimden yapıştığı gibi beni mekâna doğru sürükledi.

Mekânın ağır ahşap kapısını tüm gücümüzle itekleyerek içeriye girdik. Han o kadar sıcaktı ki girer girmez sanki güneşle yıkanıyormuş gibi oldum. Gözlerimden yaşlar geldi. Bir müddet sonra ikimizde ılık ahşap tahtaların üzerine yığılmış vaziyette ağlıyorduk. Neden ağladığımı bilmiyorum ama Lameh’in de ağladığını görmek bir nebze içimi rahatlatıyordu.

Hanın ilerisinden kaba bir adam sesi “Haymi,” diye bağırdı. “Şu piçleri dışarıya at.”

“Sen nasıl bi adamsın Gamos? Çocukların halini görmüyor musun?” dedi yakından gelen başka bir ses. “Bırak biraz ısınsınlar.”

Takiben içerden homurdanma sesi geldi ve karşımda bir karaltı gördüm. Gözüm içerideki kör edici aydınlığa alıştığında yanımızda duran adamı seçebildim. Kalemle çizilmiş gibi düz bir yüzü ve ince kaşları vardı. İtinayla taranmış saçları kulaklarını kapatacak kadar uzundu.

Adam Lameh’in yanında diz çöktü, çenesinden tutarak başını kaldırdı. Bu saatte dışarıda ne işiniz var?” dedi, biraz kızgın ama babacan bir sesle.

Lemah, “Kaybolmuştum,” dedi burnunu çekerek.

“Kayıp mı oldun? Senin adın Lameh mi?”

Lameh başıyla onayladı. Sonra siyahlı adam bana döndü ve şüpheyle süzdü beni. Ardından tekrar Lemah’e dönerek “Babanın adını söyle,” dedi.

“Killis,” dedi Lameh hemen. “Killis Olso.”

“Gamos,” diye seslendi siyahlı adam. “Bu o mu? Kaybolan çocuk?”

“Ne?” dedi Gamos içerden. “O piç burada mı?” Sonra hızlı adımlarla yanımıza geldi.

“Evet, sabah geldilerdi, hatırlıyom,”dedi Gamos, Haymi’ye bakarak. Sonra Lameh’e döndü. “Senin yüzünden baban bi saat kafamın etini yedi, biliyon mu?”

Lameh’ten cevap beklemeden bana döndü Gamos. “Peki bu çocuk kim?”

Haymi omuz silkti.

“Şey,” dedim.

Yanımdan Lameh hızla atıldı. “Arkadaşım,” dedi.

Ne diyeceğimi bilemedim ve baka kaldım.

Haymi “Kalkın,” dedi şömineyi işaret ederek. “Size içecek sıcak bir şeyler getireceğim.”

Ayağa kalkabileceğimi düşünmüyordum ama ikimiz de doğrulduk ve şöminenin karşısına oturduk. Han kalabalık değildi. Bizi meraklı gözlerle ve kıvrılmış dudaklarla izleyen birkaç adam dışında boş sayılırdı.

Şöminenin çıtırdayan ateşinin karşısına oturduğumuzda Lameh yanıma sokuldu ve elini omzuma attı. Üzerinin kirleneceğinden endişeleniyormuş gibi değildi. “Sen olmasan, buraya gelemezdim,” dedi. Belki de ölmüş olurdum.”

İçimde sinsi bir yılan gibi kıvrılan vicdan azabıma yenik düşüp, “Aslında rıhtımın yerini tam olarak bilmiyordum,” dedim. “Eğer tesadüfen burayı bulmasak ikimizde soğuktan donacaktık. İkimizi de ölüme sürükledim.”

“Fark etmez ki,” dedi Lameh, geniş bir gülümsemeyle. “Sen beni bulmasan, ben sırtımı verdiğim duvarda ağlamaya devam ederdim.”

Kendimi zorlayarak gülümsedim. Ama yine de hala kendimi suçlu hissediyordum. O sırada Haymi geldi ve bize birer bardak limonlu ıhlamur getirdi. Nasıl iyi geldi anlatamam. Ardından masaya geçtik ve önümüze konulan tavşan güvecini iştahla yedik. Güveçten son kaşıklarımızı alırken hanın kapısı hızla açıldı ve içeriye bir adam girdi. Uzun boyluydu. Ayaklarında deri çizmeler, üzerinde bir kaban ve boynunda siyah, kalın bir atkı vardı. Hana girer girmez gözleri bizim masamıza takıldı. Sonra belirgin bir nefes aldı. “Ah,” diye haykırdı. “Sonunda, Lameh neredeydin?”

Hızla masaya geldi ve Lameh’e sarıldı. O kadar sıkı sarılıyordu ki Lameh’in yüzünün kızarmasının nefes alamamaktan olduğunu düşündüm. Lameh için mutlu olmuş ama daha ziyade onu kıskanmıştım. Mideme sanki bir anda ağrı girmişti.

“Neredeydin,” dedi adam tekrar. Lameh ne demişti ismine? ‘Kilis,’ evet adamın adı Kilis’ti.

“Pazarda yaşlı bir adam garip hayvanıyla gösteri yapıyordu. Biraz izliyim dedim. Sonunda seni bıraktığım yere döndüğümde orada değildin,” diye açıkladı Lameh. “Sonra seni ararken akşam oldu ve kayboldum. Ardından döndü ve beni işaret etti. “Yesif,” dedi. “Arkadaşım. Beni buraya o getirdi. Ona kıyafetlerimden vereceğime söz verdim.”

“O zaman sözünü tutmalısın, dedi babası.” Sonra bana döndü. “Demek kahraman sensin,” dedi. “Oğlumu getirdiğin için minnettarım.”

“Aslında,” dedim kızararak.

“Boş ver,” diye araya girdi Lameh. “Sonuçta buradayız.” Yeşil gözleri sevecenlikle ışıldıyordu.

“Odaya çıkın,” dedi Kilis. “Bugün Yesif bizimle kalıyor. Tabii isterse.”

Ben daha itiraz edemeden Lameh “İster,” diye atıldı.

İtiraz etmeliydim. Kıyafetleri umursamadan o handan çıkıp kuytuma dönmeliydim. Dönmemiştim.

“Siz yukarıya çıkın,” dedi Kilis. “Benim sıcak bir şeyler içmem gerek.”

Lameh elimden tuttuğu gibi odaya sürükledi beni. Odaya çıktık. Önce iki saat kadar beraber yıkandık. Eski giysilerimi cebimdeki bıçağımla birlikte çöpe attım. Lameh bana yeni bir çift pijamayla birlikte giysilerinden verdi. En son ne zaman yatarken farklı giysiler giymiştim hatırlamıyorum. Sanırım hiçbir zaman.

Sonra yatağa geçtik ve belki saatlerce konuştuk. O anlattı ben dinledim. Konuştukça sevdim onu.

Konuşmasına izin vermemeliydim. Gözlerine bakmamalıydım. Saçlarına dokunmamalıydım. Ben bir sokak çocuğuydum ve sevmek, sevilmek bana reva değildi. Bunu bilmeliydim. Mizacımı bozup ben anlatmalıydım belki. Nasıl bir insan olduğumdan bahsederdim. Sokak ortasında ölüme terk ettiğim bebekten bahsederdim. Onu nasıl öldürmeyi düşündüğümü anlatırdım; çöpe attığım bıçağı nasıl karnına saplamak istediğimi. O zaman konuşmazdık ve belki o zaman o kadar sevmezdim onu. Belki korkar babasını uyandırırdı. O da beni sokağa atardı ve kuytuma geri dönerdim. Ait olduğum yere. Ne kadar güzel olurdu; ancak izin vermiştim.

Konuşmak mizacımda yoktur, bu yüzden dinledim. Lameh harika bir anlatıcıydı. O anlatırken yeşil gözlerinde kayboldum. O konuşurken asla sözünü kesmedim. O gülerken güldüm. Şevkle anlatmaya devam etti. Sesi sikkelerin çıkardığı o naif seslerden bile güzeldi.

Lameh’in annesi küçükken ölmüş ve babasıyla yaşıyorlarmış. Babasının bir attar olduğunu da söyledi. Bunun ne demek olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu ve Lameh elbette ki cahilliğimi hor görmeyip en ince detayına kadar anlattı. Sonra uykuya daldı.

Benim için arkadaşım, demişti. Ne kadar güzel gözleri vardı. Ne kadar güzel uyuyordu. Ne kadar da sıcaktı. Ona nazikçe sarıldım. Ona nazikçe sarılmıştım oysa sıkı sıkı sarılmak isterdim; uyanmasını istememiştim. Hayatta sahip olduğum tek arkadaş, bir günde bu kadar sevebildiğim tek şeydi: Lameh. Ama ben onu hak etmiyordum. Hak etsem kaybetmezdim.

Kapı açıldı. Sendeleyerek odaya giren Lameh’in babası Kilis’ti. Gözlerimi kıstım, uyuyormuş gibi yaptım. Birkaç sarsak adımla yanımıza kadar geldi, gülümsedi. Sonra birkaç adım ötede duran yatağa giysilerini çıkarmadan yığıldı. Çok içmiş gibiydi.

Tekrar gözlerimi açtım.

Lameh bana giysilerini vermişti, oysa onu kandırmıştım. Kandırdığımı biliyordu. Umursamamıştı. Bana arkadaşım demişti. Ağlamamak için gözlerimi sonuna kadar açmak fayda etmedi. Ağladım, sessizce ağladım. Ne kadar ağladığımı bilmiyorum. Uyanmasını istemediğim için sessizce ağladım. Ağlamak bana yabancı olan bir kavram değildi. Çok ağlamıştım. Bazen annem için, bazen soğuktan, bazen sızlayan yaralarımdan dolayı…

* * *

Sabah Lameh’in dürtüklemeleriyle uyandım. “Kalk artık,” dedi üzerimdeki battaniyeyi asılırken. “Sana bir sürprizim var.”

Başımı kaldırdım, yatağın yanında durmuş kocaman açılmış yeşil gözleriyle sırıtıyordu.

“Sürpriz nedir?” diye sordum.

Bir müddet düşündü sonra umursamazca elini salladı. “Nebliyim,” dedi. “Birini mutlu etmek için yaparsın. Yani mutlu olacağını düşünürsün.”

“Bana neden bu kadar iyi davranıyorsun?” diye sordum, yerimden hafifçe doğrulurken.

“Sen bana neden iyi davrandın?” dedi.

“Ben sana iyilik yapmadım,” dedim. Üzerimdeki pijamanın sağ yakasını öne doğru çekiştirerek. “Karşılığında giysilerini aldım.”

“Hayat, karşılığında birkaç giysi mi?” dedi.

“Ne hayatı?” diye çıkıştım. “Burayı bulamasak ikimizde ölmüş olacaktık.”

“O zaman,” dedi. “Benim için hayatını riske attın demektir.”

İstemsizce gülmeye başladım. Bu çocukla tartışılmayacağı aşikârdı. Sonra ben daha ne olduğunu anlamadan üzerime atladı. “Eminim ki,” dedi dirseğini boynuma bastırarak. “Beni güreşte yenemezsin.”

Tabii ki yenebilirdim. Vücudum zayıf olabilirdi ama kuvvetliydi de. Lameh’i karnından kavradığım gibi yatağın yanına savurdum. Yatak sarsıldı ve bir gıcırtı yükseldi. Artık üstte olan bendim. Lameh’i bileklerinden kavrayarak yatağa bastırdım. Sonra sırıttım.

Erken sırıtmıştım. Sol baldırımda bir baskı hissettim. Ayağıyla itekleyerek beni hızla üzerinden attı. Ama artık yatağın sol tarafında yer kalmamıştı ve yataktan aşağıya düşüyordum. Ani bir refleksle Lameh’i kolundan yakaladım. Bu yatakta kalmamı sağlamadı ancak Lameh’i de benimle beraber düşmeye zorladı. Homurdanarak ahşap tahtaların üzerinde yuvarlandık. Düşerken yere çarptığım dirseğimden bir acı kıvılcımı yükselirken Lameh tekrar üzerime atladı. Yeniden boğuşmaya başladık. Sağ elimle omzunu kavramaya çalışırken sol dirseğimle zeminden destek aldım.

Bir ses geldi.

Kapı açılmıştı, odaya giren Kilis’ti. “Ben…” dedi gülerek. “…sizin iyi anlaştığınızı sanmıştım.”

Lameh kendini üzerimden çekti ve sağa doğru yuvarlandı, ahşap zeminde, yanıma sırtüstü uzandı. İkimizde soluk soluğa kalmıştık.

Sonra doğruldu Lameh. “İyi anlaşıyoruz zaten,” dedi sırıtarak. “Yesif şu ana kadarki en iyi arkadaşım. Ama ben ondan daha iyi güreşiyorum.”

Kilis yüksekçe bir kahkaha attı. “Tamam,” dedi. “Öyle olsun. Giyinin ve aşağı gelin. Berbere gidiyoruz.”

Kilis kapıdan çıkarken Lameh’e döndüm. “Baban geldiği için şanslısın,” dedim. “O gelmeden önce seni üzerimden atmak üzereydim.”

“Üzülme,” diyerek sırtımı sıvazladı. “Rövanşında belki senin kazanmana izin veririm.”

“Berber niçin,” diye sordum.

“Bu gün bayram,” dedi. “Saçlar önemlidir.”

Doğru ya, bu gün bayramdı. Şu parası olan insanların ürkütücü maskeler alıp gecenin bir vakti karanlık sokaklarda gezindikleri şeydi bayram.

“Ben artık gitsem iyi olur,” dedim. Size yeterince yük oldum.”

Lameh’ten bir uflama yükseldi. “Mızıkçılık etmeyi kes artık,” dedi. “Ne güzel eğleniyoruz şurada. Beni sevmedin mi yoksa?”

Lameh’i sevmemek mümkün müydü? Nasıl söylediğimi bilmiyorum ama itiraf ettim ve söyledim. “Seni sevmemek mümkün mü?” dedim.

“Tabii ki değil,” dedi pişkin pişkin sırıtarak.

“Ne kadar da alçak gönüllüsün,” dedim kaşlarımı çatarak.

“İyi özelliklerimi saymaya devam edersek…” dedi. “…berbere asla gidemeyiz. Haydi giyinelim.”

Giyindik. Sonra güzelce kahvaltı edip berberin yolunu tuttuk. Berberin saçımla işi bittiğinde bakmam için uzattığı küçük aynada kendimi gördüm. Çirkin değildim. Lameh kadar yakışıklı değildim elbette ama çirkin de değildim. Berber saçlarımı çok kısaltmamıştı, elimle hafifçe sağa yatırdım ve gülümsedim.

“Söylemiştim,” dedi omzumun üzerinden Lameh. “Saçlar önemlidir.”

Sonra berber Lameh’i ve babasını da tıraş etti. Ardından garip maskeler satan bir adamın dükkânına gittik.

Genç dükkâncı bizi görünce yerlere kadar eğilerek reverans yaptı. “Hoş geldiniz lordum,” dedi Kilis’e, ardından bize döndü. “Ve küçük beyler.” Genişçe gülümsedi. Ağzındaki gümüş dişler gülümsemesini hiçte hoş göstermiyordu ve nefesi karanfil kokuyordu.

Lameh kendine tuhaf bir şeytan maskesi seçti. Maskenin pullu bir yüzeyi vardı ve üzerinde vahşi bir yaratıkla boğuştuktan sonra meydana gelmiş gibi duran yara izleri vardı. Kıvrımlı boynuzlarının altındaki gözler kırmızı ve acımasızdı. Kilis’in maskesi ise yaşlı bir adamın yüzüydü. Maskeniz üzerine ustaca yerleştirilmiş beyaz saç telleri güneşte gümüş sikkeler gibi parlayacaktı.

Maske konusunda en kararsız olan bendim şüphesiz. Yarım saatlik bir arayışın ardından sonunda kararımı verdim ve siyah bir maske aldım. Maskenin altından görebilmek için açılan göz delikleri ince, siyah bir astarla kapatılmıştı ve üzerinde gözler haricinde başka hiçbir şey yoktu. Ağız kısmı nefes almayı kolaylaştırmak için açılmış birkaç delikten ibaretti. Bu deliklere yakından bakıldığında gülümsüyor olduğu düşünülebilirdi ama hiçte gülümsüyormuş gibi değildi.

“Mükemmel bir seçim,” dedi koyu aksanlı maskeci. “Sade ama bir o kadar da ürkütücü. Hasımlarınız kesinlikle titreyecektir.”

Maskecide işimiz bittikten sonra Kilis bizi Esteria sokaklarında gezdirdi. Geçtiğimiz sokaklar süslenmiş korkuluklar ve boyunlarına geçirilen birer iple camlardan sarkıtılmış bez bebeklerle doluydu. Geceyi bekleyemeyip daha bu saatten maskelerini suratlarına geçirmiş, garip inlemeler ya da hırlamalarla insanları ürkütmeye çalışan çocuklar, karların üzerine itinayla serpilmiş kan kırmızısı boyalar ve evlerin kapılarına zincirlenmiş şeytan heykelleri sokakları daha bu saatten ürkütücü kılmaya yetiyordu. Ama gece daha ürkütücü olacaktı; insanlar karanlık sokaklarda tuzağa düşürebilecekleri başka insanlar arayacaklardı.

Deniz kıyısında kızarmış kestane yedik, karların üzerinde sıcak kahve içtik, üşümeye aldırmayarak kartopu oynadık, kardan şeytanlar yaptık, Lameh’le güreşin rövanşını karların üzerinde yaptık. Kısacası çok eğlendik.

Havanın kararmaya başlamasıyla sokaklarda çok fazla insan kalmadı. Çoğu kimse ortalıkta dolaşmak yerine kuytulara çekilirdi ve sadece beklerdi. Sokaklarda rahatça dolaşan insanlarsa her an önlerine çıkabilecek türlü yaratıkların korkutma girişimlerinden ve kurban rolü oynamaktan hoşlanan insanlardı. Bazılarının ellerinde meşaleler vardı ve bu meşaleler manzarayı ürkütücü olduğu kadar da güzel kılıyorlardı. Herkes mutluydu. İnsanlar, Kilis, Lameh ve ben. Tabii ki en mutluları bendim. Lameh’in ardı arası kesilmeyen şakaları, Kilis’in sevecenliği, dostluk, sevmek, sevilmek… Neredeyse bir aile gibiydi. Hayır, öyleydi.

Kilis’in elini omzumda hissettiğimde bir önceki gün kuytusunda soğuktan titreyen çocuk değildim. “Yesif,” dedi. Sonra bir müddet beni süzdü, ardından gülümsedi. “Lameh’in sana söylemek istediği bir şey var.”

Beklentiyle Lameh’e döndüm. Küçük bir öksürükle boğazını temizledi. “’Sana bir sürprizim var,’ demiştim,” dedi. “Hatırlıyor musun?”

“Tüm bunlar sürpriz değil miydi?” dedim. “Yani bu günün kendisi?”

“Hayır,” dedi başını sağa sola sallayarak. Yeşil gözleri bir an ışıldadı. “Aslında bu sürprizden çok istek sayılır. Senden bir şey isteyebilir miyim?”

“Tabii,” dedim. “Senin için canımı bile veririm.”

Lameh’ten bir kahkaha yükseldi. “Hayır,” dedi. “Bu beni mutlu etmezdi.”

Beklentiyle gözlerine baktım.

Lameh’in yüzü yavaşça ciddileşti. Yutkundu. “Kardeşim olmanı istiyorum,” dedi sonra. “Yani zaten kardeşimsin ama… Aile gibi.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Yine ağlamak üzereydim. Bu günlerde ne kadar çok ağlıyordum, iyice sulu göz olmuştum. Ve ağlamaya başladım.

“Aisse öldüğünden beri ikimiz yaşıyoruz,” dedi Kilis. “Ben çoğu zaman çalışıyorum ve Lameh evde yalnız kalıyor. Bana baba demek zorunda filan değilsin,” dedi, gülümsedi. “Birbirinize göz kulak olursunuz. Lameh’i ilerde çırağım yapmayı düşünüyordum. İki tane çırak her zaman daha iyidir.”

Ağlamaya devam ettim. Lameh cebinden bir mendil çıkardı. Gözlerimi sildi, ardından sarıldı bana. “Güzel olmaz mıydı?” diye fısıldadı kulağıma.”

Güzel olmaz mıydı?

* * *

Benim adım Yesif ve şu an sırtımı duvara vermiş, dizlerimi karnıma çekmiş bir vaziyette ağlıyorum. Elimde Lameh’le beraber satın aldığımız siyah maske, üzerimde Lameh’in bana verdiği kıyafetler var; onun kanına bulanmış kıyafetler. Ait olduğum yerde, kuytumdayım. Karşımdaki kovanın içinde ateş yanıyor ama ısınmama yetmiyor. Artık hiçbir şey beni ısıtamaz.

Benim adım Yesif. Zihnimde bir sima var; gözümün önünden gitmeyen bir yüz. Lameh’in yüzü değil. Onu son anlarındaki haliyle hatırlamak istemiyorum. Kilis’in yüzü de değil. Onları katleden adamın yüzü. Çirkin bir yüz; yanmış suratında şeytanca bir gülümseme var ve dudaklarında aynı uğursuz cümle:

‘Artık ne olduğumu biliyorsun.’

Benim adım Yesif. Yemin olsun ki canını yakacağım. Evet, seni öldüreceğim ama benim çektiğim acının bin mislini çekmeden değil. Gün gelecek mutluluğunu göz bebeğinden sökeceğim. Sırıtışını dudaklarından kör bir bıçakla keseceğim. Gün gelecek seni suratındaki maskeyi çıkardığına pişman edeceğim. Tüm bunlar nihayete erdiğinde seni Lameh’i öldürdüğün şekilde öldüreceğim. Cesedini ise gömmeyeceğim.

BİRİNCİ KISMIN SONU

Osman Eliuz

Yazım sanatının her türünü okuyor, deniyorum. Hangi tür olursa olsun gerçeğin kıyısında gezen anlatıları seviyorum. Üslubum genel olarak karaktere yaslanır. Olaydan öte hikaye ediş ilgimi çeker. Sanırım bendeki sıradan bir öyküde renk bulma çabası, yahut ona bir renk uydurma çabası. Yazmanın yakamı bırakmayacağı besbelli, o açıdan direnmeye lüzum görmüyorum.

Benim Adım Yesif – Ait Olduğum Yer” için 15 Yorum Var

  1. Merhabalar. Güzel bir sevgi öyküsü olmuş. Ama sonunda temanın ruhuna da uygun bitirilmiş.
    Dozunda betimlemelerle süslü olay anlatımı sürükleyici olmuş. Karakteri de güzel resmetmişsiniz. Biz de tüm macerayı Yesif’le birlikte yaşamış gibi olduk.
    Hikayenin sonuna doğru zaten beklenen gerilimi müjdelemişsiniz. Nitekim etkili final ile beklentileri de karşılamışsınız. Yesif’in ilerleyen bölümlerdeki karakter değişimini şimdiden görür gibiyim:)
    Öykünüzü özenli, başarılı buldum. Tebrikler..

  2. Merhaba. Öncelikle zaman ayırıp okuduğunuz sonra güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Öyküyü beğenmenize sevindim. Eğer Lameh ve Kilis’in nasıl öldüğünü görmek isterseniz öykünün ikinci kısmı 1 gün öncesinden başlıyor ve sadece bu olayı işliyor. Asıl karakter değişimini ise 3. bölümden sonra göreceğiz 🙂
    https://osmaneliuz.wordpress.com/2016/11/19/benim-adim-yesif-2-kisim/
    İkinci kısmı buradan okuyabilirsiniz. Okuduktan sonra yorumunuzu ve eleştirinizi esirgemezseniz beni mutlu edersiniz. Diğer seçkilerde görüşmek dileğiyle 🙂

  3. Merhaba,

    Çok hoş güzel ve akıcı olmuş. Kurduğunuz cümleler ve tespitler başarılıydı. Sonu hüzünlü ve merak uyandırıcı ve etkili olmuş. Devamını merakla bekliyorum. “Han o kadar sıcaktı ki girer girmez sanki güneşle yıkanıyormuş gibi oldum.” “O gün birkaç şey öğrendim ve dilenmeyi bıraktım; hiç kimse size kendi sahip olduğundan fazlasını veremiyordu. Ayrıca insanlar bir bebeğin soğuktan ya da açlıktan ölmesini umursamıyorsa beni hiç umursamazlardı.” ve şu cümlenin bu kısmını “Sikkelerin büyüsüyle benliğim erirken,” oldukça beğendim. Kaleminiz kuvvetli ve güzel. Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

  4. Merhaba, daha ilk paragrafından güzel bir öykü okuyacağımı anladım, yanılmadım da. Çok beğendim Yasef’in öyküsünü. On bir yaşındaki bir çocuğun gözünden yazabilmek kolay değil ama bunu başarabildiğinizi gördüm öyküde. Öykü su gibi aktı, hele fırın kapısında bebekle beklerken Yasef, ben de yanlarındaydım sanki. Öyküye hemen adapte oldum sanırım anne olduğumdan 🙂
    Knut Hamsun’un Açlık romanını okudunuz mu bilmiyorum ama okumadıysanız listenizde olsun. Çok gerçekçi yazılmıştır ve okur fakirliği gerçek anlamda hisseder. Yazar olarak da size çok katkısı olacağı kanaatindeyim, bir de edebiyat öğrencisiyseniz mutlaka.
    Tasvirleriniz güzel ve yeterli. Diyaloglar, olay örgüsü, vurucu final, dil hepsi çok başarılıydı, güzeldi bir tek “pejmürde” kelimesini yadırgadım küçük bir çocuğun dilinde. Yerine daha basit bir kelime gelebilir fikrimce.
    Karakterlere yine enteresan isimler vermişsiniz 🙂 Başarılısınız bu konuda da.
    Tebrik ederim , kaleminize kuvvet.

  5. Merhaba. Öncelikle bu ayın seçkisinde size ait bir öykü okuyamamak beni ziyadesiyle üzdü.
    Öyküme zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ediyorum ve tabii güzel yorumlarınız için de. ”Çok beğendim Yasef’in öyküsünü,” demişsiniz. Beğenmeniz beni mutlu etti ve bu arada karakterin adı Yesif. 🙂 Bu ayrıntıyı yakaladığınız için mi yoksa kelime benzerliği sizi direk Yasef kelimesine götürdüğü için mi bilmiyorum ama Yesif ismini Yasef isminden türetmiştim. Yakaladınız beni…
    Açlık romanını okumuştum ama üzerinden baya zaman geçti. O zamanlar kitapları bir şeyler kazanmak adına okumuyordum sanırım. En azından şu anki kadar. Tavsiyeniz için de teşekkür ederim.
    -Pejmürde kelimesinde haklısınız sanırım. Bu kelimeyi sevdiğim için çoğu öykümde kullanıyorum. El alışkanlığı 🙂
    Bir de anne olmanıza çok sevindim, Allah bağışlasın 🙂 Yazdığınız öyküleri çocuğunuza okuyabilmek paha biçilmez bir şey olsa gerek. Umarım ilerde bize de nasip olur.
    Gelecek ayki öykümün ana karakteri bir anne olacak ama korktum şu an 😀 Bir anneyi anlayabilir anlatabilir miyim emin değilim. Sadece kadın bir karakteri bir erkek olarak işleyebilmek bile zor iken bu durum nasıl olur bilemiyorum…
    Umarım gelecek ayki seçkiye katılırsınız. Yeni arkadaşların size ihtiyacı var. Diğer seçkilerde görüşmek dileğiyle.

  6. Öncelikle öykünüzün iki kısmınıda okudum etkileyici bir hikayeydi, okurken sıkılmadım, daha önceki hikayenizi pek fazla beğenmediğimi söylemiştim ama bu öykünüz diğerlerinden çok daha iyi. Betimleme ve sürükleyicilik olsun, konu olsun güzeldi. kendinize özgü bir tarzınız var, kendinizi geliştirin ve öykü yazmayı bırakmayın, ileride başarılı yapıtlara imza atabilirsiniz birdahaki öyküde görüşmek üzere..

  7. Öncelikle okuduğunuz sonra güzel yorumunuz için teşekkürler. Öyküyü beğenmenize sevindim.
    Bu ayki seçkide öykünüz yoktu, umarım bir sonraki seçkide olur. Diğer seçkilerde görüşmek dileğiyle.

  8. Merhaba;
    Çok güzel, sürükleyici bir öykü kaleme almışsınız, kutlarım. Özellikle bebek bölümü ve onu orada bırakması vurucu ve cesurca olmuş. Sonuna doğru eyvah her şey güzel olacak şeklinde mi bitecek derken cinayetler şok edici oldu benim için ve tabii ki merak uyandırıcı. 2. bölümü en kısa zamanda okuyacağım. Beni bu güzel öyküde bir tek “içsel çatışmamdan bir nebze uzaklaştım.” cümlesindeki on bir yaş çocuğunun söylediği içsel çatışma oldu. Diyaloglar gerçekçiydi, mekan ve ortam çok güzel tasvir edilmişti bunun için ayrıca kutlamak isterim.
    Yeni öykülerde görüşmek üzere…

  9. Merhaba. Öncelikle okuduğunuz sonra güzel yorumunuz için teşekkürler. Öykümü beğenmenize sevindim. İçsel çatışmam sözünü bir çocuk söyler mi, söylemez mi? Bundan emin değilim açıkçası ama sanırım haklısınız. Sayın Öznur da pejmürde kelimesi için benzer bir eleştiri sunmuştu. Açıkçası öyküyü geriye dönük zamanda birinci ağızdan kaleme aldığım için kullanabileceği ve kullanamayacağı kelimeler hususunda diyologları ön plana koymuş, paragraflar konusunda gerek görmemiştim. Bu durumu öykünün geneline yaysam sanırım daha doğru olurmuş. Güzel yorumunuz için tekrardan teşekkür ediyorum 🙂 Diğer seçkilerde görüşmek dileğiyle.

  10. O gün birkaç şey öğrendim ve dilenmeyi bıraktım; hiç kimse size kendi sahip olduğundan fazlasını veremiyordu. Ayrıca insanlar bir bebeğin soğuktan ya da açlıktan ölmesini umursamıyorsa beni hiç umursamazlardı.
    Geçmişe dönük bir düşünce olsa daha yerinde olur. Zira bırakın çocuğu, bir yetişkin için bile pek yüksek, fazla dokunaklı bir düşünce. Yani, “Şimdi o günlere bakıp kendime dersler çıkarıyorum;” gibi…

    “Buralar benim. Anlıyon mu? Benim. Bi daha seni burda görürsem ölürsün. Anlıyon mu?” dedi.
    Oldukça gerçekçi yazmışsınız. Akıcılığı göz önünde tutarak şöyle değiştirilebilir:
    ““Buralar benim, anlıyon mu benim! Bi daha seni burda görürsem ölürsün…” dedi.

    Öykü uzun olunca, eleştiriye pek açık olmuyor gibi. Üslubun fena değil, akıcı yazıyor, etkili sonlar ekliyorsun.

    Öykünün ortasında aşağıdaki eleştiriyi yazmıştım. Fakat sonunu okuyunca beni ters köşeye yatırdığınız ortaya çıktı. Bu etkiyi yapmak benim istediğim ama henüz tam kavrayamadığım bir beceridir. Devamını dilerim.

    “Eğer…” dedi çocuk. “…beni götürürsen bunları sana veririm.”
    Sikkelerin büyüsüyle benliğim erirken, bir anlığına sol cebindeki zor zamanlar için sakladığım, sapı kırık ama yerine çaput sardığım bıçağımı düşündüm. Yine çöplükte bulduğum bu bıçak, tutacak bir sapı olmasa bile bir çocuğu öldürmeye fazlasıyla yeterdi. Bıçağımı hızlıca çıkartıp karnına saplayabilirsem gümüş sikkeler benim olur hatta belki çok fazla kana bulanmadan giysilerini bile çıkartabilirdim.
    Çocuğun, “Götürecek misin?” sorusuyla irkildim ve içsel çatışmamdan bir nebze uzaklaştım.
    Henüz fantastik bir noktaya rastlamadığım için gerçekçi olarak değerlendiriyorum. Bir çocuk için fazla sayılacak bazı noktalar var. Mesela yukarıda çatışma yaratma uğruna kullanılan bir cinayet düşüncesi var.

    Elinize sağlık.

  11. Öncelikle öykümü okuduğunuz sonra güzel yorumunuz için teşekkür ederim.
    İlk eleştiriniz için şunları söylemek istiyorum. Öykünün girişindeki terkedilmiş bebek olayını eklememin iki sebebi vardı. İlk sebep: Yesif’in dilenciliği bırakması için bir sebebe ihtiyacı vardı. Ve o cümleler bu kısımdan sonra geçiyor. Bu yüzden ilk eleştirinize büyük oranda katılsam da o kısmı değiştirmek öykünün genelini baştan kurgulamamı gerektirir. Ama eleştirinizi dikkate alıp on bir yaşlarındaki ergenliğe yakın bir gencin psikolojisini anlamak için bu yaş aralığı hakkında daha fazla araştırma yapacağım.
    İkinci eleştirinizde tamamen haklısınız. Bu hatayı Denizin Çocukları öykümde de yapmıştım. Vurguyu artırayım derken düşmesine sebep olmuşum. Sizin düzenlemeniz daha etkili. Teşekkürler.
    Öykünün uzun olması konusunda ise; sanırım ben öyküden çok romana daha yakınım. Olayları aktarma ve üslubum da kısa öyküler yazmama çok olanak sağlamıyor. Ki Yesif’in öyküsünü mini bir romana dönüştürmeyi düşünüyorum.
    Son yorumlarınız için de büyük oranda ilk eleştiriniz için söylediklerim geçerli.
    Dikkatli bir okuyucusunuz ve eleştirilerinizi seviyorum. Diğer seçkilerde görüşmek ümidiyle…

  12. Merhabalar, öykünüzü çok beğendim, o kadar akıcı olmuş ki; siz cadılar bayramından bahsedene kadar, temayı unutup öykünün nereye gideceğini merakla okudum. Kaleminize, emeğinize sağlık. Bir sonraki seçkide görüşmek dileğiyle.

  13. Güzel yorumunuz ve tabii ki zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. Öykümü beğenmeniz beni mutlu etti. Hepimizin emiğine sağlık 🙂 Diğer seçkilerde görüşmek ümidiyle.

Muhammed Hüseyin Orhan için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *