Öykü

Bin Yıllık Azap Çağı

Yakıyor. Hüzmeler keskin bıçaklara bulanmış, tavandan düştükçe tenimi yarıyor. Öyle aydınlatıcı, öylesine esrik bir atmosfer ki bu!.. Dev avizenin baskısını hissediyorum üzerimde. Bütün kudretiyle başıma üşüşüyor tılsımlı aydınlığı; bastırıyor başımı; yükseklerdeki kubbeden kopartıyor bakışlarımı.

Amplifica’nın tavanından kubbenin ayaklarına kayıyor gözlerim. O haşmetli yapıyı kuşatan pencereleri, pencerelerde titreşen cılız ışık partiküllerini… Amplifica’nın duvarları boyunca dalgalanışlarını, yankıyışlarını, sersemleyerek yere çakılışlarını… Sıra sıra yükselen taşların arasında akarken oralara gizlenmiş diğer güzelliklere dokunuyorlar. Ahh, şu pirinç megafonlar… Bu mukaddes ışık altında nasıl da kıvrım kıvrımlar! Yüzeylerindeki ince işlemelere süs oluyor avizeden boşalan yalazlar. Minicik çizgilerin ve tümseklerin ötelerine gölgeler düşürüyorlar. Karanlık, donuk ve bir sonraki kıvrımda hangi duyguya dokunacağı kestirilemeyen, tekinsiz betimlemelerle dolu antik maceralar var.

Fakat pencere ve alevden doğan gölgeler orada duramıyor. Buraya, zemine, yuvalarına doğru akmaya devam ediyor, loşluk havuzunda coşkuyla boğulmaya soyunuyorlar. Kadim duvarlara kazıdıkları silüetlerini seçebiliyorum. Minik minik kemirerek dokumuşlar hikayelerini bin yıl önce. Parıltı ve gölgelerle donatılı megafonlar gibi, onlarda hikayelerini anlatıyorlar bizlere. Emekçilere. Şehri anlatıyorlar. Amplifica’nın ulu kubbesinden de yüksekte salınan şehrin gölgelerini betimliyorlar. Bin yılımızı; bin yıllık YaraSA hükümdarlığını… Halbuki, onlar sadece birer töz. Yaşayan, genişleyen, nefes aldıkça daha da yükselen şehrin yarı opak ruhları. Duvara çarpmış, orada yapışık kalmış acı ve ağıt çığlıkları…

Atmosfer burada o kadar basık ki bakışlarımı daha fazla dolaştıramıyorum yukarılarda. Bu dominant yapıya boyun eğiyorum ve haddime, kendi seviyeme iniyorum. Duvarları donatan pirinç tabelalar selamlıyor beni orada. Biraz huysuzca kaç çatar gibi söyleniyorlar:

“İŞİNİZ SİZİN ESERİNİZDİR! – YaraSA.

“MAAŞLARINIZ ‘GELECEK’TİR. GELECEK, GELECEKTİR! – YaraSA.

“GÜVENLİĞİ İHMAL ETMEYİN! KONTROLÜ KAYBETMEYİN! – YaraSA.

“SORUMLULUK SİZDE. GELECEK ELLERİNİZDE! – YaraSA.

Kadimlerin sözleri çok haklı, gebeşliği bırakıp işe dönmeliyim.

Her tarafta tezgahlar uzanıyor. Sıra sıra, fabrika malı tezgahlar. Gıcırdıyor, inliyor, gümlüyor ve bin yıllık işlemeye direniyorlar. Onları hala ayakta tutanın ne olduğunu düşünürüm zaman zaman. Zaman zaman düşünürüm fakat cevap bulmakta zorlanmam asla. Umuttur bunca çabayı hala var kılan; bunca tere ve acıya, yıpranmaya anlam katan. Güzel bir şeylerin üretildiği umudu. Fabrikadaki karanlıkla tasarruf edilen ışıkın, geleceği parıldatacağı umudu.

* * *

Sıraların aralarını tül perdeler dolduruyor. O kadar ince ki, sadece sembolik olarak tezgahları birbirinden ayırıyor. Herkes işine yoğunlaşabilsin diye, başka şeylere dalmasın, kendisine ilgilenecek “daha önemli” şeyler bulup da bu umuda hain olmasın diye…

Çalışmaya korkar gibi oyalanmayı bırakıp, dikkatimi gerçekten de tezgahıma çevirmeliyim artık. Küçücük bir alanda kurulu benimkisi. Bir buçuk metrelik masa, yan tarafındaki alet dolabı ve gerekli mahremiyeti sağlar gibi yapan tülleriyle birlikte sıkışık bir çalışma alanı. Çıplak, genç bir kadın uzanıyor orada. Bakışlarında bir beklenti, dudaklarından dökmemekte direttiği bir takım vaat ve tehditleriyle birlikte, işleme hazır şekilde.

Aramızdaki iletişimin kişisel kalması çok önemli. Birbirimize bütünüyle açık olmalı, zihnimizin vücudumuza, ruhumuzun duygularımıza yansıttığı her bir kırıntıyı anında paylaşmalıyız. Bu, işin ilk kuralıdır. Samimiyet. Tenine nüfuz ederken onu anlamalıyım. Gösterdiği her bir kıpırtının, acıyla kaş çatmanın ya da sunduğu çığlığın sebeplerini ve sonuçlarını kavramalıyım. Önümdeki tezgahta yatan bu vücudu kavramalıyım.

Bu yüzden, inceliyorum. Uzun zamandır görmüyordum onu. Tenindeki yaralar yeni yeni iyileşmeye başlamış; bazıları doğal pembeliğine kavuşmuşken çoğu hala vahşetin kızılında kalmış. Hakkını vermeliyim, bu kadının ruhu gerçekten de adanmış. Geçirdiği seans sonrasında daha çok dinlenebilirdi fakat o Amplifica’ya tekrar gelmeyi tercih etti.

Vücudunu okumaya devam ediyorum kadının. Gözlerim genç teninde rahatlıkla süzülebiliyor; yaralarını inceliyor ve nerelerin çalışmak için şimdilik tehlikeli olduğunu ayırt etmeye çalışıyor. Tüm izlere rağmen, hala dokunulmamış bazı bölgeleri var. Tenindeki bölgesel morluklara da el atmalı ama, dokunulmuş olanı yeniden uyandırmaktan korkmamalı o kadar da.

Bakışlarımı çekiştiren hatlarında minik seğirmeler başlıyor; o da sabırsızlanıyor. Ellerimin titrediğini şimdi fark ediyorum. Parmaklarımın bıçağa dolandığınaysa, sert çeliği kadının karnına gömdüğümde ayıkıyorum.

Bu fazla mı oldu? Kafamı kaldırıp diğer tezgahlara, bir gören olup olmadığına bakındığımda bu tarafla ilgilenen kimseyi bulamıyorum. Fakat… İçim rahat değil. Ya birileri fark ettiyse?.. Yükselirken tutamadığım iştahımın böylesine fışkırmasına müsaade etmemeliydim. Bir görevim var benim!

* * *

Amplifica’daki diğer herkes gibi; şehirdeki herkes gibi… Çektiğimiz tüm acılar, maruz kaldığımız işkenceler ve ruhsal kırımlar bize daha güzel bir gelecek sağlıyorlar. Ne kadar parçalanırsak, Evren’in dengesini o kadar çok maniple ediyoruz. Ne kadar mutsuz olursak, bir sonraki mutluluğumuzu o kadar yoğun yaşamaya imkan sağlıyoruz. Bütün bir toplum böylece, mutluluktan kaçınıp acıya sığınıyoruz. Gelecek için! Çocuklarımız için! Torunlarımız ve umudumuz için, şehrimizi bin yıldır işkenceyle besliyoruz.

Öyle alelade bir iş değil bu; her acı, vücuda inen her darbe, çekiştirilen her eklem, parçalanan her kemik katkı sağlamıyor bu sürece. Özel olmalı her şey. Mahrem! Sonuçta, YaraSA’yı kandıramaz hiç kimse! Mahrem olmalı ki işkence seanslarımıza görev bilinci karışmasın, o tatlı çığlıkları güzel duygular bastırmasın. Yalnızca ağza inen darbeler, kırık dişler, boğazdan yükselen kan ve dehşet olmalı. Contaminant bulunmamalı. Öyle mahrem olmalı ki ne Amplifica onları görmeli, ne de Sahip ve Köle bu kadim yapının varlığını hissetmeli.

Yoksa, tüm o çekilen acılar evrensel sisteme işleyemeyip boşluğa savrulur. İnsanların özenle tasarladığı çarklar, kasnaklar, yaylar, sivri sivri metaller ve kazıklar telef olur. Şu ağızdan giren kor metal bilyeler fare değil ki boşa harcanınca hemenicik yenisi getirilsin. Oradaki organlar kargalarca deşilmedi ki ritüel tekrar tekrar gerçekleştirilebilsin. “İşkence insana, insanla, insan için ve insanca yapılır” diyor atasözleri. Eserler… İcatlar… Aletler… Bunların dışındaki her şey doğaldır. Ve doğa, işkence barındırmaz. Yalnızca insan sıyırabilir onun lif lif yapısını; yalnızca insan dokuyabilir onun eprimiş, kadim kurallarını.

Tasarruf… Mutluluktan tasarruf ederek biriktiriyoruz torunlarımıza mutlu anlarını.

* * *

Ahh… Şimdiden hafif hafif bayılmaya başlamış kölem. Nasıl da ısınmış bıçağım. Sanki, sadece kanı değil, ruhu da doluşuyor bu metal parçasına. Paratoner oluyor, parmaklarımı kendisine çekip iki ışıl ışıl yıldırım parçasını kabzasında buluşturuyor. Diğer tezgahlardan yükselen çığlıkları dinliyorum. Kadın da dinliyor, bastırmaya çalıştığı gülümsemesinden bu açıkça görülebiliyor. Ne kadar da tatlı, ne kadar da enfes bir andır bu böyle! Acının, korkunun ve adanmışlığın her aroması Amplifica’nın loş salonunda dansa tutuşmuş. Yükseliyor, alçalıyor, duvarlara çarparak çırpınıyor. Anaforuna bizleri de çekiştiriyor. Esrikliğimiz inip kalkan, sıkıştıran, yaran, ayıran, çekiştiren her hareketimize anlam katıyor. Acının bir milyon formu da bir arada, bu kubbenin altında!

Çekiç. Evet. Ancak bir çekiç yakışır kölemin yüzündeki bu yalvaran bakışlara, dudaklarından kesik kesik çıkan soluğa. Bir Sahip olarak hakkını vermeliyim bu coşku nefeslerinin. İndiriyorum çekici diz kapaklarına. Bir daha! Bir daha! Çenesi yarılırcasına bağırıyor, haykırışları yalnızca ağzından değil, sarsılıp duran bedeninden de fışkırıyor adeta!

Havada raksa çıkan diğer bir milyon haykırışa katılıyor o acı dalgaları. Onlara kapılıyor, onlarla yükseliyor. Taa Amplifica’nın haşmetli doruklarına! Bin yıl önce atalarımızın çocukları, torunları, bizler ve torunlarımız için tasarladığı o dahiyane Amplicopik kubbeye bırakıyor kendisini. Üzerindeki işlemeleri, kakmalarıyla sönümlüyor acı dışındaki her bir fısıltı zerresini. Acı, saf, yekpare bir acı kütlesi şekillendiriyor hediyelerimizden, fedakarlıklarımızdan ve dişimizle, tırnağımızla arttırdığımız mutluluklarımızdan. Sağın bir tek çığlık olarak, sürekli harlıyor Amplicopik kubbenin alevini. Ama, şuna baksana… O kadar çok ki! O kadar çok ki!!! Sığamıyor dev kubbeye. Pencerelerden püskürüyor tüm şehre! Topluma buradan yayılıyor umudumuz böylece!

Şehir de boş durmuyor asla. Durmaz, duramaz ki! Nasıl dursun bunca coşkun acıyla beslenirken? Büyüyor, yükseliyor, Amplifica’nın kudretli yapısını bile gölgesinde bırakıyor. Yüreğimizden attığımız çığlıkların yerini o gölgeler dolduruyor. Meraklı ve hevesli gölgeler geziniyor aramızda, fabrikanın sıra sıra tezgahları boyunca. Oradan geldik, orada yaşıyoruz. Ora sayesinde yaşıyor ve orayı yaşatıyoruz.

* * *

Gurur verici. Hepimiz için. Böylesine soylu bir iş yapmak, gurur verici. Ama, tatmin olmak için yeterli mi? Fabrikalardaki her işçi çalışıp bu dehşet akışına katılıyor ama o akış dövülüp yekpare olduktan sonra, kişisel emeklerin ne önemi kalıyor? O bulamacın içinde hangisi benim eserim oluyor?

Makasımı kadının köprücük kemiğinden kurtarmaya çalışırken, bu düşüncelerimi bir anons kesiveriyor. Megafonlar hepimizden daha kudretli; Amplifica’ya yayılan bu duyuru, bütün işkence seanslarını bölmeye yetiyor:

“Sayın Sahipler ve Köleler. Lütfen dikkat. Şehrimizin değerli Satrapia’sı huzurumuza gelmek üzeredir. Yöneticimiz aramızda dolaşırken hepimizin işimize daha da dikkatle sarılması elzemdir. Hazırlıklarınızı şimdiden yapın. İyi çalışmalar.”

İyi çalışmalar… Alevden benim kıvılcımım eksilseydi, herhangi bir önemi olacaktı sanki.

Megafon cızırtıyla susarken, yan tarafımdan birisi söyleniverdi:

“Yauuvv, bu eleman da işten kaytarmak için ziyarete gelip gelip duruyor! Di’ mi kardeş?” Bu konuşan, komşu tezgahtaki Sahipti.

“Imm. Ben pek öyle demezdim. Yöneticilik zor iş. Hiç birimizin ruhu..” diye lafa girmiştim ki sözlerimi kesti.

“Eveeet, biliyorum biliyorum. Hiç birimizin ruhu onunki kadar paralanmıyor. Haklısın. Ama, baksana hacı. Herif zorlanıyorsa artık, yerinden kalkıp bir sonraki Satrapia’ya bırakmalı makamını” dedi.

Haklıydı. Satrapialar tek bir insan ruhunun asla başa çıkamayacağı derecede büyük, şehir kadar büyük bir kütleyi kuşatıp yönetmeye çalışırdı. Kendi bedenini hiçe sayar, ruhunu o sivri sivri kuleli yapılarla dolu şehrin üzerine gerdikçe incelir, inceldikçe de yarılmaya, kopmaya başlardı. Fazla açılmış bir hamur gibi, delik deşik. Ve bu biricik makam, zedelerle dolarsa, o deliklerden sorunlar fışkırır, tüm YaraSA çökerdi. Zamanı geldiğinde, makamını bir sonrakine bırakması bu yüzden gerekliydi.

“Eh. O kadarına katılırım sanırım.”

“Benim peder de öyle dedi. Satrapia’yı eleştirmekten de çekinmiyor kimse artık. ‘Baba’ dedim ‘sakin ol’ dedim. ‘Yaşlandın artık, senlik mevzular değil bunlar’ dedim ama… İşte. Huysuz ya. Darp Hane’de biraz fazla çalışıyor şu sıralar. Ondandır.”

“E, senin baban Ezinci değil miydi orada? Dev merdaneler falan? Ne güzel meslek işte?”

“Yok kardeş yaa… Geçen hafta gelmedim ya fabrikaya, o ara Tokatçılık’a almışlardı bizim moruğu. Onla ilgili koşturuyorduk.”

O konuşurken söylediklerini düşünüyordum. Bizim fabrikada çalışmak güzel, rahat bir işti ama yaşlandığımda beni de mi daha gerilere, hiç kimseye etki edemeyeceğim dehlizlere çekeceklerdi?

“Neden değiştirmişler ki görevini?” diye sordum hain bir umutla.

“Kardeş, yaşlı işte peder. Merdanelerin basıncını ayarlayamayınca helak etmiş birisini geçen gün. Giderken söyleniyordu işte ‘öyleyse bu Satrapia’yı da sürün’ diye. Yöneticiye bir şey olursa tüm toplum etkilenir bundan. Tek bir hareket ve… BAM!”

Yumruğunu avucuna vuruyordu bunu söylerken. Kaslarındaki gerginliği, o avuçta patlayan öfkeyi, yıllanmış iş arkadaşımın suratındaki beklentiyi görmemek mümkün değildi. Acaba ömrüm o yumrukla şekillenen şeyleri bana nasip edecek miydi? Kendi yumruğumda dünyaları hissetsem peki?

“Koruması da yok zaten. Belasını aranıyor sanki” diyiverdim karanlık düşüncelerimi incelerken.

“Tabii yaa! Millet kaynıyor fokur fokur. Memnun değil kimse geldiğimiz halden, bin yıldır varamadığımız idealden. Ama bizimkisi ilah sanki!”

“Yav, öyle deme şimdi. Satrapiaların hiç birisi korumayla gezmemişti ki?!” Neden bunu söyledim? Bulanıklıktan fışkırmakta olan tehlikeli düşüncelerimi gölgelere geri gömebilmek için mi?

“Bak, pederin kahveden arkadaşı ne dedi bana: ‘Bin yıllık mevzu, böyle gelmiş böyle gider işte.’ Papaz olduk herifle. Sen de yapma şimdi. Ciğerini biliyorum hacı, ciğerini! Bu işler olmaz öyle! Bir şeyler değişti. Hissediyor olman lazım. Bir şeylerin hareketlenmesi lazım artık. Ya pederi salacağım, diğer ihtiyarlarla birlikte. Ya da… Anladın sen. Geçen konuştuk ya kardeş. Biliyorsun işte.”

* * *

“Baksana, sence işe bi’ mola versek nasıl olur?” Sözlerime gülümseyerek karşılık verdi. Ne demek istediğimi anladı mı peki?

“Elbette kaarşim. Ne konuşmak istersin?” Bu esnada, pençelerini kölesinin boynuna geçirmiş, hunharca sıkıyordu. Neyse ki Köle kısa sürede bayıldı da Sahip’i onu bıraktı. Benim kölemse zaten yarım saat önce bayılmıştı.

Ne konuşmak isterim? Cevabım bana bile yeni yeni yol vermeye başlamış, sarp bir tepenin taa zirvesinde saklıydı. Gene de ellerimi uzatıp dostumu yüreğimdeki dev ağacın, yıllar önce tohumu ekilmiş o olgun düşünce yumağının gölgesinde sohbete davet ettim.

“Sence, Satrapia’nın emekliliği kimin için gerekli? Bizim için mi, yoksa çocuklarımız için mi?” Basit bir soruydu bu. En temelden giren, nereye ulaşacağıysa bilincime kilitli odalarda gizlenen türden.

Nassıl yani” dedi. Bu bir soru değildi.

“Bin yıldır bu şekilde çalışıyoruz. Toplum olarak acı çekiyoruz. Değil mi? Henüz var olmamış bir gelecek için mutluluk birikimi yapıyoruz? Ama burada durmuş, Satrapia’nın emekli olması gerektiğini konuşuyoruz. O meczup haliyle hala çalışmasını eleştiriyoruz. Bunu kimin için istiyoruz? İşini düzgün yapamazsa kim etkilenir bundan? Gerçekten, kimin için istiyoruz? Şu anda, burada var olan kendimiz için, değil mi?” Sözlerim bir tür gevelemeydi ama arkadaşımın ifadesine bakılırsa, o bunun nereye doğru gittiğini gayet iyi bilmekteydi.

Gülümsemeyi kesmeden ama fısıltıyla cevap verdi: “Evet.”

“Bir de, biz burada vahşi şeylerden uzak duruyoruz; insanlar olarak kendi işkence eserleriyle dolu Amplificamızı yaratıyoruz. Ama, içeride vahşi şeyler yapıyoruz?”

“Evet.” Hala gülümsüyordu.

“Vahşi ve vahşet. Bu iki kelime de aynı kökten geliyor. Peki ama biz bin yıldır yarattığımız bu vahşetin boşluğa savrulup yitmediğini nereden biliyoruz? YaraSA’nın işleyip işlemediğini görmenin vakti gelmedi mi?”

Gülümsemesini sessiz bir kahkahayla yarıyordu şimdi: “Evet!”

“Tabelalara bak. Tahsilat zamanının, maaşımızın gelecek nesillere aktığını söylüyor. Ama, bir gelecek nesil yok. Yalnızca, şimdiki biz varız. O kadar biriktirmişken neden hakkımızı talep etmeyelim?”

Kendisini toparlayıverdi. Gözlerindeki ima, ağzından çıkandan fazlasını içermekteydi: “Vallaha ben o kadarını bilemem kaarşim. Benim için fazla alengirili. Anlarsın ya?.. Ama desen ki bi mevzu çıksa, on yıllık dostunun yanında mısın diye, eh… Cevabı biliyorsun.”

Biliyordum. Sadece komşu tezgahın değil, buradaki tüm işçilerin samimiyetine güveniyordum.

* * *

Birkaç saat önce Kölemi değiştirmem gerekmişti. Dalgınlık ve hınçla, duvarlardaki tabelaları dikkate almamış ve kadında biraz  fazla hasar bırakmıştım. Olsun. O sedyeyle götürülürken İkimiz de bu seanstan memnunduk.

Şimdiyse tezgahımda bir erkek vardı. Onu donuk bakışlarından tanımıştım. Geçen ay da birlikte çalışmıştık. Ama o seferde ben onun tezgahında bağlıydım ve o, aküye bağlı kabloları tutmaktaydı.

Henüz başlamıştık ki kancalarla koluna sabitlediğim bileğini oynatmaya çalıştı biraz. Bu beni kızdırmıştı, her zamanki iletişimimizi aşmaya, yeni yollar aramaya çalışıyordu sanki. Zihnimi tarumar eden düşüncelerden midir bilmem, dengem şaştı. Perçinli silindiri geçirdim elime hemen; gözleri dehşetle irileşti birden. Bacaklarından kasıklarına henüz geçmiştim ki, megafonlardan siren sesleri geldi. Satrapiamız Amplifica’ya nihayet teşrif etmişti. Düşünmeme bile gerek kalmadan geliyor zihnime; yöneticiyle şöyle bi’ konuşma yapmanın, kendimi gösterip bir şeyler yaratmanın zamanı nihayet geldi işte.

 

Amplifica’nın kucaklamasına mazhar olabilmiş herkes, dev fabrikadaki o tek kapıya bakıyor şimdi. Amplicopik kubbedeki kabartma ve kakmalar ne kadar ayrıntılı destanlar, umutlar ve acılar anlatıyorsa bu kapı da o kadar sade, doğrudan bir hikaye fısıldıyordu ona bakanlara. Sarı metalden yoğrulmuş kanatları hiç bir işleme barındırmıyordu. Fakat, birleşim yerlerindeki o kocaman, girintili çıkıntılı YaraSA logosu, kanatların ağızlarına dişler ekliyordu. Dışarıdakileri içeride yaşanan dehşetler hakkında uyarmak kadar, içeridekileri de dışarıya, şehre sunmakla sorumlu oldukları işkenceler konusunda ilhamla beslemeye de yarıyordu.

Kanatlar birbirine memnuniyetsizlikle kenetlenmişti şimdi. Somurtur gibi… Çünkü, Amplifica’da neredeyse hiç kimse çığlıklarını özgürleştirmiyordu, beklentilerse sadece bu dehşet kapanına yüklenmiş, onun açılmasını seyrediyordu.

Evet. O tırtırlı aralıktan sızan minicik bir hüzme… Sessizleşmiş Amplicopik kubbeyi beslemek için çırpınan yoğun gıcırtı… Kapılar açılıyor ve kocamış Satrapia, fabrikaya ilk adımını atıyor. Peşinden dalgalanarak içeriye doluşan koku, fabrikada alıştığım için artık almadığım kan kokusunun yerine çok daha ekşi, nahoş bir aroma bırakıyor.

Ahh… Bu ne kadar da görkemli bir insan böyle?! Vücudundan taşan, cüssesini katlayan kıyafetleri onun şatafatlı makamını vurguluyor. Üzerlerindeki sade doku, zaten bütün bir sistemi, tüm YaraSA’yı kuşatmış bir gücün doğallıktan gelen meşruluğunu sergiliyor. Hayvan doğasından farklı bir doğa bu. İnsanların inşa ettiği, maniple ederken kendi gönlünce şekillendirdiği her şeyi kapsıyor. Kaftanının basit etekleri yerlere dokunuyor mesela; böylece yaralardan akıtılan kanları da kutsuyor. Geniş yenleri kırmızı çizgilerle ayrılmış mesela; kolunu kaldırdıkça, içlerinde taşıyabileceği şeylerin gizil tehdidiyle oraya buraya doğrultuluyor.

* * *

Satrapia kapıda pek oyalanmıyor. Fabrikaya hızlı bir ziyaret yapacağı belli; açılan yaraların o ziyaret ederken kapanıvermesini istemiyor gibi. Çabuk adımlarla dolaşıyor koridorlarda. Tezgahlarda düzenlenen dehşet sahnelerini denetlemeyi de ihmal etmiyor ama. Boynuna asılı zinciri çekiştiriyor arada, bir defter var zincirin ucunda. Özel, resmi bir defter bu. Eksik gördüğü şeyleri not alıyor oraya. Kapağı, kağıtlara dokunan her bir mürekkep damlasını temsil ediyormuşçasına pırıltılı işlemelerle kaplı. Sert, sarı plakası bana megafonları çağrıştırıyor. Söz’ü, bürokrasiyi, yapılması gerekenleri çağrıştırıyor.

Dolaşırken bazı tezgahtakilerle konuşuyordu Satrapia. Sorsan kimse memnun değildi onun ve temsil ettiği şeylerin varlığından ama… Bu kadar oyu, desteği nasıl aldı acaba? Sadece “O Satrapia” değil, bütün Satrapialar. Bir ve aynı varlık olarak, nasıl oluyor da bunca zamandır koca bir şehre acı çektirebiliyorlar?

Elimin bir anlık boşluğa düşmesiyle kendime geliyor ve önümdeki şeye bakıyorum. Dalgınlığa kapılmış, el matkabını biraz fazla derine saplamışım sanırım. Köle’nin boynundan fışkıran kan, kemiklerini daha da kayganlaştırmış. Matkap ucu da kontrolden çıkıp tezgaha saplanmış. Perdelerin arasından hızlıca kontrol ediyorum hem Satrapia’yı hem de iş arkadaşlarımı. Neyse ki bu hatamı da kimse görmemiş. Bütün gözler yöneticinin üzerinde çünkü. Onun ve temsil ettiği kadim kültürün kendileri üzerindeki icrasını seyrediyor, gördükleri yetmezmiş gibi, onunla sohbet ederek daha da derin maruz kalıyorlar.

İçimdeki bu kin de nedir böyle? Eski dostumu elinden tutup getirmiştim duygu bu ağacının gölgesine. Küçük sohbetimizde bahsetmiştim ona endişelerimden, düşüncelerimden ama… Kendi elimi uzatıp da dokunmamıştım onun doğduğum zamandan beri serpilen, gelişen, yücelen sert kabuklu dokusuna. Evet. Sanırım gerçekten de nefret ediyorum Satrapia’dan; tüm bu yapıdan; neredeyse evrenin işleyişi ile özdeş görmeye başladığım YaraSA hükümdarlığından. Onun hayvanlar dahil herkese eşit sunduğu mutluluk akışını, ekonomimiz ile maniple ettik; ‘gelecek nesiller’ uğruna mutluluğumuzdan feragat edip biriktirmeye geçtik. Ama, böyle olması şart mıydı? Bir insan, bir başkasına bunca derin kıyımı yapmak zorunda mıydı? Hepimiz azar azar mutlu olsak; minik minik harcasak?.. Olmaz mıydı?

Gözlerim onun yayvan adımlarına kilitli. Satrapia yaklaştıkça yüzümü yavaşça dönüyorum bu nefret ağacımın ömrüm boyunca seyrettiği manzaraya. Daha açık, daha seçik, daha yakından bakıyordum nefretimi besleyen gerçeklere Satrapia’nın her bir adımıyla.

* * *

Benim sırama geçti Satrapia. Her sıradan üç kişiyle konuştuğu düşünülürse, şansım mı talihsizliğim mi daha fazla? Agh! Bu strese dayanamıyorum! O kadınla ne konuşuyor bunca zamandır acaba?! Tahsilat vaktimizin ne kadar da yaklaştığı konusunda teskinde mi bulunuyor? Şehre bu ay saldığımız dehşet çığlıklarının ne kadar yükseklere tırmandığını, hangi uzaklıklara ulaşıp kaç körpe ruhu kabuslarından kabuslarımıza uyandırdığını mı anlatıyor yoksa? Ahh… Bir de benimle konuşsa!.. Neler neler söylerdim onun ruhsuz suratına!

Şimdi ayrıldı oradan. Ve… Beklenen gerçekleşiyor galiba. Benim önümde mi duracak acaba? Hayatı boyunca hiç bir özellik gösterememiş olan ben, tavandaki dev alevden ayrılıp bu sistemde bir kıvılcımı başlatabilecek miyim? Bu uçarılığımın günahını yere çakılarak mı ödeyeceğim?

Ayak sesleri… Amplifica’daki tüm sesleri okumakta ustalaşmış kulaklarım, duvarlar kadar ruhumu da tokatlayan çığlıklara aldırmıyor. Sadece ve sadece onları duyuyorum. Ayak sesleri… Yaklaşıyor…

Kulaklarım ve zihnim kaderimin yaklaşmasına odaklanmışken, bana doğru dönen, kocaman, ifadesiz bir surat beliriyor gözlerimde. Satrapia geldi. Ve…

“Evet. Merhaba” dedi derin, bin yılın gücünü taşıyan sesiyle.

“Merhaba sayın Satrapia” dedim. Beni de sohbetine nail bulmuşken başka ne denebilirdi? Bilemedim.

Bakışları benden, bin yıldır tarttığı binlerce Efendi’nin bir diğerinden ayrıldı ve köleme odaklandı.

“Hımm. Görüyorum ki Kölenizi bugün biraz fazla hırpalamışsınız? Güzel. Hepimiz, tüm toplum ve torunlarımız için, adanmışlıkla çalışkan olmalıyız.”

Midemden kabaran nefreti bastırmak için öğürdüm. Ben O’nun yüzünden bu adama böylesi bir yoğunlukta zarar vermiştim. O ve tüm bin yıllık şatafatı, zorbalığı, insan dışılığı… Ondan çok daha fazlasını hak ediyorduk aslında.

Bütün bu hunhar nefret öylesine aniden gelivermişti ki üzerime, tavandan boşalan alevlerin sönüp gittiğini ancak fark edebilmiştim. Hiç bir tezgah işlemiyordu şimdi. Çığlıklar avizeyi ve şehri beslemiyor, şerareden artan ruh zerrecikleriyle daha da hırslanıp o kısır döngülerine girmiyordu. Bir anlığına, Amplifica’da açılan tüm yaraların kanları durmuş, yollarına devam etmek için doğru bir şeyleri bekler olmuştu.

* * *

Nefret ağacımı yetiştiren manzara, Satrapia tam karşımda duruyordu bütün açıklığı, savunmasızlığıyla..

Soğuk. Düşünceler parmaklarıma uzanmış, bıçağı hınçla kavrıyor. Öyle cezbedici, öylesine karşı konulamaz bir dürtü ki bu!.. Satrapia’nın teninin baskısını hissediyorum bıçağımda. Bütün sıcaklığıyla avucuma üşüşüyor yapış yapış kızıllığı; vadettiği geleceği parçalıyor; şimdiki zamanda ölerek, torunlarımızın hayatlarını ondan alıp bizlere bırakıyor.

Az önce Satrapia’yı mı öldürdüm ben?! Ellerimi tek hamlede boyayan kan, bu muymuş meğersem? Onun suratındaki bu şaşkın ifade, dudaklarında kısılı kalmış o anlamsız hışırtı ve kan… Nihayet bir şey mi yaptım? Satrapia’nın ifadeden yoksun yüzünde bir karmaşa mı yarattım? Ben? YAPTIM!

Kulaklarım onun kalp atışlarını da duymayı kesip sadece kendiminkileri duymaya başladığında, bu savaş nihayet sonlandığında çevreme bakınıyorum. İş arkadaşlarıma. Yoldaşlarıma? Amplifica’da derin bir nefes boyu sessizlik yaşanıyor. Öyle bir sessizlik ki bu, Amplicopik kubbedeki tüm ışıltı bir anda sönüyor. Pencerelere karanlık doluyor. O ince işlemeli güzelim megafonlar bile artık parıldayamıyor.

Nefesim kesiliyor o anda. Bunu gerçekten de ben mi yaptım?

Bir an sonrasındaysa, tüm tezgahları boş görüyorum. Bütün o çarklar yalnızlığa bırakılmış, zincirler yerlere atılmış, bıçaklar ahşap tezgahlara saplanıp çekiçler uzaklara fırlatılmış. Herkes önümde. Bütün sahipler ve köleler. Hepsi! Hınçla ilerliyor, Satrapia’nın çoktan ölmüş bedenine ulaşmaya çalışıyorlar. Onun vücuduna inen darbelerin hışırtı ve kütlemeleriyle, hala yaşayanların ağzından çıkan nefret dolu küfürlerle kendime geliyorum.

Evet, evet; az önce yöneticiyi öldürdüm.

Boğazımı yırtarak çıkarttığım bu ses benim çığlığım mı? Neşe mi bunun adı?! Fabrikadaki tüm çalışanların nidaları da dolduruyor Amplifica’yı. Neşe, umut, coşku… Kaynayarak yükselen bir sevinç anaforu!.. Nefret ağacım bir anda kuruyup gidiyor böylece; kararan gözlerim ötelerdeki yepyeni bir manzaraya açılıyor nihayetinde.

* * *

Yılların Sahipliğinden gelen alışkanlıkla, deli gibi oradan oraya savrulan, ne yöne kaçacağını çıkartamayan bu manzaranın uğultusunu yakalıyor kulaklarım. Parçalarına ayırıyor, inceliyor, izliyor. Kubbenin altındaki bu odayı dolduran “tüm coşku”yla kişisel bir iletişim kuruyor. Böylece, neşe çığlıklarında gizli o kurt içime düşüyor. Bir sezi… Tanımasam da bir endişe ve korku… Yarattığım ve maruz kaldığım hepsinden çok daha kuvvetli, çok daha gerçekçi…

Sustu herkes şimdi. Onlar da anladılar elbette. Susmuş halde, az önce saldıkları, zevkle dalgalanan çığlıklarını seyrediyorlar. Sesleri Amplicopik kubbe boyunca yükseliyor, yükseliyor… Taa o son kıvılcımını da salmış avizeye kadar… Sesi sağaltan, arındıran o biricik kubbeye, şehri besleyen yüreğe kadar…

YaraSA’nın koynuna az önce saldığımız bütün neşemiz o pencereleri yırtarcasına fışkırıyor, tüm şehre gündüz gibi çöküyor. Çok yükseklerde bazı pencerelerin basınca dayanamayıp patladığını görebiliyorum. Bin yıllık tarih çatlıyor, parçalanıyor ve üzerimize yağıyor. Bin yıllık tarihin intikamı, cesedini hortlatarak işçilere salınıyor.

Apmlifica’dan boşalan tüm coşku selinin yerini, şehrin gölgeleri heves ve açlıkla doldurmaya başlıyor şimdi. Kadim taşlara, camlara, parçalanmış pervazlara katılmış, canlı bir sis gibi üzerimize kapanıyor. Bizi öğütür gibi…

Çığlığımız yoğundu, çok yoğun!

Ahh!.. Biz ne yaptık?! Onca neşe… Bir anlık coşkumuzla doğayı öyle bir işledik ki bin yıllık salt azap çağını, kendi helakımızı başlattık!

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu

Büyüyünce yazar olacağına kendini inandırmış bir yavrucak. Öykü, çizgi roman, radyo tiyatrosu ve video oyunu alanlarında şansını deniyor. Yaratıcı sohbetten ve güzellikleri paylaşmaktan da çok hoşlanıyor. Yazılarına http://yordamsiz.blogspot.com/ isimli blogunda ulaşmak mümkün.

Bin Yıllık Azap Çağı” için 11 Yorum Var

  1. Farklı bir öykü olmuş, elinize sağlık. Güzel betimlemeler kullanmışsınız. Cümlelerinizi özenerek yazdığınız hissediliyor ama bu özen aynı şekilde diyaloglarda kendini hissettirmiyor; bir anda sizin cümlelerinizden diyaloglardaki rahatlığa geçiş sert olmuş diye düşünüyorum. Tabi ki böyle bir yerde çalışan insanların ağdalı cümleler kullanmalarını beklemiyorum ama aradaki dengeyi yakalamalısınız.

    1. Merhaba 🙂
      Bunuzun öyküyü okuyup da yorumladığın için teşekkür ederim.
      Öykünün ana akışının içende aniden bir diyalog sekansının girdiği doğrudur. Son zamanlarda böyleli bir anlatımı kullanmaya çalışıyorum. Yadırgatma hissini okuyucuda canlandırmayı umyorum ama bu defa bir şeyler pek de yolunda gitmemiş anlaşılan.
      Karakterlerin konuşma tarzlarına gelince… Bunu özellikle tercih ettim. Zihninden diyarı tanıdığımız karakter biraz… “Düz” bir kişilik. Hepimizde olduğu gibi onun da duygusal, içinde dolandırdığı bir takım hisleri ve düşünceleri var fakat çoğumuz gibi o da bunları söze ve harekete dökebilecek mizaca sahip değil. Konuştuğunda çok da farklı bir kişilik sunmamasının bir sebebi bu. Bir de; diyalog sekansına kadar her şeyi ondan duyuyoruz ve bu monotonluğun devam etmesi, bence, okuyucuya bir şey katmayacaktı. O bölümler “yüksek dil” ya da “eski dil”de bile yazılabilirdi fakat bu, tüm öyküyü yekpare kılacaktı. Dışarıdan bir bakış, onu eleştiren, anlamlı kılan ve deşen bir şeyler lazımdı.
      O yüzden, diyalogların olduğu yerde hikayeye renk katan, onun içindeki düğümleri çözen ve ilerlemesini, hareketlenmesini sağlayan, çok daha farklı bir karaktere, sıradan olmayan birisine ihtiyaç vardı.
      Umarım neyi yapmaya çalıştığımı anlatabilmişimdir. Elbette bu girişimimin ne serece başarılı olduğu, okuyucunun takdiridir:)

      Gelecek seçkilerde görüşme dileğiyle…

  2. Kenan Demir’in geçişler hakkında yaptığı yoruma katılmak ile birlikte öyküyü de beğendiğimi ifade edeyim. Diğer seçkilerde de sizden bir şeyler okumak isterim.

    1. Merhaba:)
      Yorum yazdığın için teşekkür ederim. Kenan Demir’in eleştirisine elimden geldiğince cevap vermeye çalıştım. Sonuçta, neyi neden yaptığımızı anlamak ve anlatmak, ne kadar başarılı ve nerelerde hatalı olduğumuzu anlamak için çok önemli bir şeydir. Sözleriniz beni gelecek öykülerde daha farklı şryler denemeye sevk edecek. Umarım benim sözlerim de size tatmin edici bir yanıt olabilmiştir.
      Gelecek seçkilere de bir şeyler yazmak isterim ama sıkışık zamanlar geliyor benim için. Bakalım.
      Yazamasaö bile okuyacağım 🙂
      Görüşmek dileğiyle…

  3. Dolu dolu bir anlatımın var Gökhan. Bunun yanında sanki bu öyküye sığmayacak büyüklükte bir konu varmış da ben kaçırıyormuşum gibi hissettim. 🙂 Becerikli anlatımın yanında konunun işlenişine tam olarak uyum sağlamakta güçlük çektim. Bu tamamen benim beceriksizliğim de olabilir elbette. Bir de birkaç kelimenin(maniple, dominant, contaminant) türkçesini kullanmanı yeğlerdim. 🙂 Bulduğum bahanelere rağmen değersizleştiremeyeceğim ölçüde güzel bir yazım şekli. Ellerine sağlık.

    1. Merhaba 🙂 öykülerini, yazımını ve dünyaya yaklaşımını beğendiğim bir insandan yorum almak çok hoş. Teşekkür ederim.

      Bu öykünün bu öyküye sığmayacağı konusunda haklısın aslında. Tasarımımda öyküde yer edemeyen şeyler vardı. Amplifica’nın dışarısını da betimlemek istemiştim mesela. Karakter gelişimini daha yayarak sunmak istemiştim. İşkence sahnelerini daha da açmak istemiştim.
      Ve, bunların bir kısmını yapmıştım da ama öykü o kadar uzun oldu ki… Hiç kimseyi beş bin kelimelik “nereden gelip nereye gittiği belirsiz” bir öyküyü ışıl ışıl bir ekrandan okumak durumunda bırakmak istemedim. Elimden geldiğince -bu konuda elim biraz fazla ağırmış sanırım- kırptım öyküyü. “Mevzu”sunu bırakmaya ve kalanını da anlaşılır bırakmaya çalıştım. Ama olan, sunabileceğim keyfe oldu sanırım :/
      Böyle yanlış kararlar aldığım çoktur. En azından böylelisi bir daha olmayacak.

      Kelimeler konusuna gelince… Öyküyü zihninden anlattığım karakter bir tür işkenceci ama aynı zamanda işçi olduğu için, “teknik terim” kullanmanın uygun olacağını düşünüp miktarını az tutmaya çalıştım. Kubbenin ismi, mesleklerin ve rollerin adları, diğer bir takım isimler… Hepsi “plaza dili ve edebiyatı” bölümünün bu diyara uygun versiyonundan çıkma 🙂 niyetim ayrı bir tat, minik bir ayrıntı katmaktı ama… Bu girişimim de başarısız olmuş gibi duruyor. Sağlık olsun. Keyif aldıysan, bence sorun yok şimdilik.

      Gelecekte görüşmek dileğiyle. Bol bol düşün olsun 🙂

  4. Merhaba,
    Tek kelimeyle ifade edecek olsam; “enteresan”. Muazzam demek isterdim zira seçtiğiniz, merkezdeki konu çok yaratıcı ve çok güzel ama işleyişte, anlatımda, dilde ve özellikle diyaloglardaki dil bu, gözü ve zihni yoran bir şeyler var.
    Akıcı değil. Ama seçtiğiniz konudan dolayı değil, devrik cümleler yoğunlukta, öyküden ziyade şiirsel bir yapı; hani alt alta yazsak şiir olmaya müsait bir dizilim. Üstteki tüm yorumlara katılıyorum.
    “YaraSA, darp hane” (sizin yazımınızla) müthiş buluşlar. Konu da keza öyle. Ama anlatımı çok çok çok süsleyerek ve anlamı da görece muğlak yaparak zorlaştırıyorsunuz öyküyü. Fikrimce diyalogları yeniden yazsanız (biraz daha ciddi bir üslupla ama mesela ‘kaarşiim’ olmadan asla) ve birazcık cümleleri kısaltsanız, dizilimde birazcık bir düzenlemeyle müthiş bir öyküye dönüşebilir bu öykü. Konu olarak fantastik öykü yarışmalarına yaraşır şekilde.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Merhaba yeniden 🙂 Bu ay da senden bir şeyler okuyacağımı düşünerek aranmıştım fakat bir şeyler yazmamışsın sanırım? Eh, daha sonraki aylarda görüşürüz umarım.

      Bu öyküde de diğer öykülerimde görülen sıkıntılar var. Demek ki ne kadar uğraşırsam uğraşayım aşamıyorum onları. Belki de bu yüzden Amplifica için seçtiğim tasarım ve onun anlatılış formatı benim için en uygun olanıydı? Ne yaparsam yapayım o dil sadeleşmiyor. Sadeleştiği durumlarda da bana aşırı derecede “kayış gibi” geliyor.
      Öyküde bahsi geçen yapı gerçekten de haşmetli, kadim, güçlü bir yapı. Devamlılığı olan, çok derin bir kültüre dayanıyor. Haliyle, onu anlatmak için de ona uygun bir dil benimsemek gerekiyordu (benzer şekilde, sade yazamadığım için böyle bir bina seçtim). En azından, bu öyküyü tasarlarkenki çıkış noktam buydu.
      Farklı okuma alışkanlıkları, estetik tercihler vardır. Açıkçası ben şaşırdığım ve beni kuşatan, zihnimi kendisine çekilmeye zorlayan öyküleri seviyorum. Biraz da o yüzden böyleli öyküler yazmaya çalışıyorum. Gene de bu uzunluktaki bir öyküyü okumaya girişip de zihinsel anlamda yorulmak ama bunu “tercih edilesi” bulmamak, benim okuyucuya yaşattığım kötü bir işkencedir. Sanırım. Üzgünüm o konuda.
      Belki de öykülerimin isimlerini daha uygun seçmeliyim ki okuyucu o uzun yapıyı deneyimlemeden önce neyle karşılaşacağını bilsin ve tedbirini alsın? Genelde denediğim bir şeydir ama nedense bu öyküde öyleli bir şey yapmamışım. Bunu da şimdi fark ettim.

      Diyaloglar konusuna gelince, yukarıda ne yapmaya çalıştığımı ve biraz da neden olduramadığımı anlatmaya çalışmıştım (telefondan yazdığım için pek yetkin yazamadım ama)
      Öykü çok uzun ve çok işlemeli. Tüm bu yapı ve kültür çok ağır. Bin yıldır öyle gelmiş ve gerçekten de “bir şeyler” olmaz ise öyle gidecek halde. Bir olayın oluşması, hikayenin akabilmesi için bir farklı bölüm gerekli diye düşünmüştüm. Bu bölümü de tüm öykü boyunca zihnini izlediğimiz karakterin gerçekte nasıl bir insan olduğunu anlatmak için bir fırsat olarak gördüm ve “öteki” ile, bir iş arkadaşı ile olan ilişkisinde kişiliğini, sosyal tarzını yansıtmaya çalıştım karakterin. Monotonluğu kırmak için de o iş arkadaşını biraz… “Yavşak” yapmayı uygun buldum.
      Ve, gene patladı 🙁 Üzgünüm.

      Yorumladığın için teşekkür ederim. Nelerin umulup nelerin bulunduğu, tekniklerin nasıl kullanılınca hangi sonuçlarda sonunu bulduğu mevzusu çok önemli. Bu yüzden uzun uzun açıklamalara girişiyorum ki hep birlikte bir şeyleri daha açık görüp kendi öykülerimizi ona göre yazalım.
      Görüşmek dileğiyle.

  5. Merhabalar. Vaaay demek istedim öncelikle, ama buraya bu şekilde yazmak ne kadar edebi? 🙂 Öncelikle kutluyorum ve hayal gücünle sıkıca tokalaşmak istiyorum. Neredeyse kıskanacağım. Acılardan beslenen bir toplum modeli, zaten olan bir şeyi fiziki boyuta taşımak, bu şekilde işlemek… Seçkide okuduklarım arasında en iyiler sınıfına dahil oldu öykünüz. Temaya ”YaraSa” ile dahil edilmiş, kanla beslenmekten acıya bir atıf gibi sanırım, yahut ben bu kadar oturtabildim. Dili hoşuma gitti, ben de biraz süs sevenlerdenim ama tabii ki anlamı, görselliği, akıcılığı boğmayacak kadar. Ek olarak bu denli geniş bir konuyu birinci tekilde işlemek, aktarmak zor olsa gerek, tabii okuyucunun anlaması da. Belki sorunun temeli budur? Diyaloglarda da katıldım biraz arkadaşlara. Acaba biraz daha mı ciddi olmalıydı; ama sonuçta bir kasap da koyunun boynunu keserken espri yapabilir. Öyküdeki insanlar için, içinde bulundukları durum gayet doğal, olağan olmalı. Bu konuda emin değilim. Bir de öykü olarak kalmasa mı dedim, tercih sizin. Lafı uzatıp zaten söylenilmiş şeylerde tekrara düşmemek adına burada bırakayım. Ellerinize sağlık, gelecek seçilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

  6. “Yauuvv, bu eleman da işten kaytarmak için ziyarete gelip gelip duruyor! Di’ mi kardeş?” Bu konuşan, komşu tezgahtaki Sahipti.
    “Imm. Ben pek öyle demezdim. Yöneticilik zor iş. Hiç birimizin ruhu..” diye lafa girmiştim ki sözlerimi kesti.
    “Eveeet, biliyorum biliyorum. Hiç birimizin ruhu onunki kadar paralanmıyor. Haklısın. Ama, baksana hacı. Herif zorlanıyorsa artık, yerinden kalkıp bir sonraki Satrapia’ya bırakmalı makamını” dedi.
    Öykü, diyaloga geçince soğuk duş etkisi yaptı. Kardeş, kaytarmak, hacı… Belki de işaret etmek istediğiniz bir nokta vardır, yani böyle yüksek düşünce taşıyan birisinin bir başkası tarafından rahatsız edilmesi gibi… Ben yine de öykü dünyasında kalmaktan yanayım, güzel diyarlar yaratıyorsunuz, gerçekçiliğe hiç de ihtiyacınız yok.

    Yok kardeş yaa…
    Kendimi amfide değil de arka mahalle kahvesinde hissettim.

    Üslubunuz farklı bir seviyede, özellikle monolog anlatımda. Kelime seçiminiz ve tümce kullanımınız ustaca. Güzel bakış açılarınız var. Eğer diyalog yazamıyorsanız ve kendinizi bu konuda geliştirecek zaman veya imkan bulamıyorsanız, zorlamayınız derim. Sadece anlatım dili kullanınız ya da tek tük kelimelik, vurucu diyaloglar ekleyiniz.

    Bir sonraki seçkide görüşmek üzere.
    Kaleminize sağlık.

  7. Farklı ve şiirsel bir anlatımınız var. Konunun işlenişinde de bir problem yok ama akıcılıkta bir sıkıntı var. Nasıl okumaya çalışırsam çalışayım, bir türlü rüzgarı arkama alıp açılamadım öykünün derinliklerine.

    Diyaloglar konusunda diğer yorumlara katılıyorum. Öykünün bize aksettirdiği genel havasına uymayan bir yapıdaydılar.

    Hayal gücünüz ve kurguladığınız dünyayı bize detayları ile anlatma biçiminiz hoşuma gitti. Yeni öykülerde görüşmek üzere.

    Kaleminize sağlık.

Deniz Eksilen için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *