Öykü

Bin Yıllık Meditasyon

Bir bilim adamı ve kuş bilimci olarak tüm hayatım bilimin ayak izlerini takip etmekle geçti. Hiç bir zaman batıl inanışlara, büyüye, sihire ve şansa inanan biri olmadım. Yaşadığımız dünyada, aklımla kavrayamayacağım, bilimle açıklayamayacağım bir olgu olmadığına inandım daima. Ancak yaşadığım bir olay var ki, üzerinden yıllar geçmesine rağmen ne aklımla kavrayabiliyor ne de bilimle açıklayabiliyorum. Özellikle son birkaç aydır sürekli yaşadığım o olayı düşünüyorum. Vardığım sonuç ise beni bir bilim adamı olmaktan alıkoyuyor. Bu hikayemi okuyacak olanlar -yani sizler- yaşadıklarımı istedikleri gibi yorumlayıp, benim hakkımda istediklerini düşünmekte serbesttirler. Lakin şimdiden uyarıyorum: Okuyucular okuduklarını kabul etmek için akıllarından ötesine; kalplerinin sesine ihtiyaç duyacaklardır…

1965 Nisan’ında İngiliz arkadaşım ornitolog Salazar L. Willem, Namibya’nın başkenti Windhoek’e 110 km mesafede yaşayan Kunga kabilesinden bir kaç kişinin Garuda kuşunu gördüklerini bana iletmişti. Bu kaçırılmayacak bir fırsattı ve ilerlemiş yaşıma rağmen Namibya’ya gitmeye karar verdim. 1965 Kasım’ında genç asistanım Efsun ile efsanevi Garuda kuşunu bulmak için, İstanbul’dan Namibya’ya doğru yola çıktık. Üç gün süren aktarmalı uçuş sonrasında başkent Windhoek’e vardık. Havaalanında bizi Salazar karşıladı. Gelişimize oldukça sevinmişti. Salazar da benim gibi ihtiyarlamıştı ama O da benim gibi iflah olmaz bir kuş bilimciydi..

Havaalanından sonraki yolu bir araçla geçecektik. Üç gün süren yorucu bir yolculuktan sonra Kung kabilesinin yaşadığı köye vardık. Köy Brandberg Dağı’nın eteklerine kurulmuştu. Kabile yaklaşık 200 kişiden oluşuyordu. Tüm Afrikalı kabileler gibi Kung’larda neredeyse çıplak yaşıyorlardu. Sadece mahrem yerlerini örtüyor, kadınları ise göğüslerini de açıkta bırakıyorlardı. Kadınlar çocuklara bakıyor, meyve topluyor, keçi ve koyunlarla ilgileniyordu. Erkeklerin görevi ise avlanmaktı. Her sabah dörderli beşerli gruplar halinde dağılıyor, domuz, sincap, tavşan vb. hayvanları avlıyorlardı. Çocuklar çıplak bedenleriyle orda burda koşturuyor, avcılık oyunları oynuyorlardı.

Gereksiz eşyalarımızı bize rehberlik edecek Yali’nin kulübesine bıraktıktan sonra dinlenmeden Garuda kuşunun görüldüğü iddia edilen yere doğru yola çıktık. Ben, asistanım Efsun, arkadaşım Salazar, Yali ve eşyalarımızı taşıyan 3 Kung’lu ile birlikte toplam yedi kişiydik. Balta girmemiş ormanlarda bir gün süren bir yolculuktan sonra, ormanın içindeki bir açıklığa ulaştık. Burası bizim kamp yerimiz olacaktı. Garuda’nın görüldüğü yere de oldukça yakın olduğunu söylüyordu Yali. Çadırlarımızı kurarken açıklığın bitimine yakın yerdeki bir baraka dikkatimi çekti. Balta girmemiş bir ormanda bir barakanın ne işi olabilirdi ki? Yali’ye barakayı sordum. Bana barakanın büyülü olduğunu, yaklaşmamam gerektiğini söyledi. Bahsettiğine göre nesiller önce uzak diyarlardan bir keşiş gelmiş ve meditasyon yapmak için bu barakayı inşa etmişti kendisine. O zamandan bu yana kimse barakaya yaklaşmamıştı. Sebebini Yali’de bilmiyordu. Ona büyükbabası, büyükbabasına da kendi büyükbabası öyle söylemişti. Yali’ye göre bin yıldır orada olmalıydı. Tabi ki ben böyle şeylere inanmadığım için barakayı incelemeye karar verdim. Salazar’la beraber barakanın yanına gittik. Baraka dal ve sarmaşıklardan yapılmış, üstü de barakada hiç bir açıklık bırakmayacak şekilde balçıkla sıvanmıştı. Daha dün yapılmış gibi yeni gözüküyordu. Herhangi bir kapısı ve penceresi de yoktu. Ancak garip bir şekilde içimi bir korku kaplamıştı. İçimden bir ses uzak durmamı, barakaya daha fazla yaklaşmamam gerektiğini söylüyordu. Salazar’a, “Geri dönelim, daha fazla yaklaşmak istemiyorum.” dediğimde benle dalga geçmişti. “Ne o? Korkuyor musun yoksa?” Salazar’la uğraşmak istemediğim için cevap vermemiştim. Evet, korkuyordum ve bu mantığımın kabul etmediği bir korkuydu.

Sonraki bir ay oldukça sıradan geçmişti. Her gün Garuda’yı bulmak için elimizde dürbünlerimizle pusuya yatıyor ve her seferinde de elimiz boş dönüyorduk. Garuda kendisini bize göstermeye niyetli değildi anlaşılan. Baraka ise aklımı kurcalamaya devam ediyordu. Aklım onu keşfetmek, içini açıp bakmak istiyordu ancak korkularım engel oluyordu bu duruma. Korkularımı Salazar’la ve Efsun’la paylaşmak en mantıklısıydı. Salazar dalga geçecekti ama başka çarem yoktu. Korkularımı yüksek sesle söylemeli ve ne kadar mantıksız olduklarını kavramalıydım. Korktuğumu duyunca Efsun oldukça şaşırmıştı. “Sizin bir batıl inançtan korkacağınızı düşünmek aklıma bile gelmezdi.” demişti. Salazar ise istersem barakayı açabileceğimizi, böylece korkumla yüzleşebileceğimi söylemişti bana. Ben ise biraz daha zamana ihtiyacım olduğunu söyledim. Böylece konu kapanmıştı. Ya da ben öyle sanmıştım.

Ertesi sabah Efsun’un çığlık sesleriyle uyandık. Çadırdan dışarı fırladım. İlk gördüğüm şey barakanın yıkılmış olduğuydu. Efsun sırtını barakaya vermiş, yere diz çökmüş vaziyette ağlıyordu. Yali ve diğer Kung’larla beraber yanına doğru koştuk. Efsun’a yaklaşınca Salazar’ın barakanın yanında boylu boyunca uzandığını farkettim. Gözlerinde bir dehşet ifadesi vardı ve rengi sapsarıydı. Nabzını kontrol ettim. Nabzı çoktan durmuş, bedeni soğumuştu. Ellerimle Salazar’ın gözlerini kapadım. Elimden gelen başka bir şey yoktu. Kung’lar ise aynı sözleri bağırıp duruyorlardı. “ Shu kupa sohn!” Yani; büyücü uyandı!

Salazar sabah erken saatte uyanmış, barakayı ormanda yol açmak için kullandığımız pala ile yıkmıştı. Sanırım bana korkularımın ne kadar yersiz olduğunu göstermek istemişti. Ancak nedenini bilemediğim bir şekilde can vermişti. Bedenini Kung’ların mezarlığına gömmek zorunda kaldık. Namibya’da iç savaş patlak vermişti ve ülkeye giriş çıkışlar yasaklanmıştı. Bedenini İngiltere’ye göndermek imkansızdı. Aylardan Aralık olmasına rağmen hava oldukça sıcaktı ve Salazarın bedenini muhafaza edebilecek soğuk bir yer yoktu. Gömmeden önce Salazar’ın tüm bedenini inceledim. Aklım ve mantığım bir yılan veya örümcek ısırığı bulacağımı söylüyordu. Ama hiçbir şey bulamadım. Görünürde bir ısırık ya da darp izi yoktu. Belki korkmuş ve bir kalp krizi geçirmişti. Ama O’nu korkutan neydi? Bunun cevabını hiçbir zaman öğrenemedim.

Salazar’ın ölümünden sonra Kung’lar kamp yerimizi terkedip köylerine dönmüşlerdi. Yali’yi bile kalmaya ikna edememiştim. Efsun’la ben bir başımıza kalmıştık. Ancak ben kampı terketmemeye kararlıydım. Çünkü barakayı incelemek istiyordum. Korkuyordum ama bunu Salazar için yapmalıydım. Efsun’u çadırda bırakarak barakaya doğru yol aldım. Daha yeni sabah olmuştu. Aslında artık ortada bir baraka yoktu çünkü Salazar tamamen yıkmıştı barakayı. Yıkık dökük dal, sarmaşık ve balçıkların ortasında bağdaş kurmuş, meditasyon yapar gibi gözüken bir beden vardı. Ceset diyemiyordum çünkü çürümemişti. Bu kadar sıcak ve nemli bir ortamda çürümemesi mucizeydi doğrusu. Yakından incelemek için daha da yaklaştım. Sanki birkaç gün önce ölmüş gibiydi. Üstünde parlak kırmızı ve yeşil renkte kıyafetler, başında ise bir sarık vardı. Koyu esmer tenli bir erkek olduğu apaçık ortadaydı. Görüntüsünden ve sarığından bir Hintli olduğunu tahmin ediyordum. İyi ama bir Hintli’nin Afrika’nın göbeğinde ne işi olabilirdi ki? Hem de Yali’nin söylediğine göre nesiller önce gelmişti buraya. Bu sorular da asla cevaplayamadığım sorular arasındaki yerini almıştı. Hintli keşişi orada bırakıp Efsun’un yanına döndüm. Onu daha fazla yalnız bırakmak istemiyordum çünkü korkuyordu. O günü çadırlarımızda, yalnız başımıza geçirdik. Artık aklımızda ne efsanevi Garuda ne de başka bir şey vardı. Sadece aklımızla açıklayamadığımız bu olayı düşünüyorduk.

O gece çok ilginç bir rüya gördüm. Rüyamda baraka yıkılmamış haliyle karşımda duruyordu. İçinden bir kuşun ağacı gagalaması gibi sesler geliyordu. Biraz yaklaştım ve baraka büyük bir gürültüyle yıkıldı. Yıkıntıların ortasında Garuda kuşu bütün ihtişamıyla duruyordu. Altın sarısı tüyleri, masmavi bir kanadı vardı. Şimdiye kadar gördüğüm en büyük kuştu. Kanatlarını çırparak hızla gökyüzüne doğru yol aldı ve gözden kayboldu. Kafamı çevirdiğimde barakanın yıkılmamış olduğunu gördüm. Açık bir kapısı vardı ve Hintli keşiş bağdaş kurmuş vaziyette bana bakıyordu. Elini ileriye doğru uzattı. Gösterdiği yere baktığımda Garuda’yı tekrar gördüm. Brandberg Dağı’nın tepesine konmuş bana bakıyordu. Beni bul der gibiydi. Uyandım… Sabah olmuştu. Çadırdan dışarı çıktım ve Brandberg Dağı’na doğru baktım. Dağ tepesi tüm ihtişamıyla karşımda dikiliyordu. Garuda’yı orada bulacağımı biliyordum ama önce yapmam gereken bir şey vardı.

Barakayı yeniden inşa etmem 2 günümü aldı. Hintli keşişi yerinden kıpırdatmamak için eski yerine kurmuştum. Efsun bana yardım etmedi çünkü korkuyordu. Lakin artık korkacak bir şey olmadığını anlamıştım. Keşiş sadece huzur istiyordu ve ben O’na huzuru yeniden sağlayacaktım.

Bu tarih itibariyle -Mayıs 2016- anlattıklarımın üzerinden yıllar geçmiş bulunmakta. Artık oldukça yaşlıyım ama hala dincim. Oldukça da şanslı olmalıyım çünkü 116 yaşa ulaşmak herkese nasip olan bir şey değil. Bu süre boyunca eşimi, çocuklarımı ve pek çok dostumu kaybettim. Asistanım Efsun’da 11 yıl önce hayatını kaybetti. Sonradan dünya çapında bir kuş bilimci olmuştu. Salazar’ın bedeni ise hala burada; Namibya’da Kung’ların mezarlığında. Eşim ve çocuklarımdan sonra buraya yerleştim. Bana Jaa Wehnin yani Ölümsüz Şef diyorlar. Keşiş kadar ölümsüz müyüm onu zaman gösterecek. Barakaya ise bir daha hiç yaklaşmadım. Keşişin huzurunu bozmamak en mantıklısı.

Biliyorum, hepiniz Garuda’yı merak ediyorsunuz. Onu Brandberg Dağı’nın tepesinde Efsun’la beraber gözlemledik. Lakin ilginç bir şekilde ne kameralarımız ne de fotoğraf makinelerimiz çalışmadı. Saatlerce dürbünle bu efsanevi kuşu izledik. Tıpkı rüyamda gördüğüm gibiydi. Sonra uçtu gitti ve bir daha da görmedik. Sanırım Garuda’yı gören yaşayan tek insan benim. Daha uzun süre de ölmeye niyetim yok.

Yazımın başında dediğim gibi: Bazen akıl ve mantık çaresiz kalıyor. Bu koca dünyada sonsuz sayıda olaylar yaşanıyor. Aklımız ve mantığımız hepsine birden yetişemiyor. Sanırım bazen “inanmak” en doğrusu. Hem inanç da yoksa yaşamak neye yarar ki?

Haluk Kapucuoğlu

Ben Haluk Kapucuoğlu. 1982, Adana doğumluyum. Kitap okurum, bilgisayar oyunu oynarım, film, dizi izlerim ve tabii ki öykü yazarım. En sevdiğim yazarlar Robert E. Howard, Isaac Asimov ve Edgar Allan Poe'dir.

Bin Yıllık Meditasyon” için 13 Yorum Var

  1. Çok güzel başlayıp, çok da güzel bitirmişsin öykünü. Konu ilgi çekici, isimler ve yer adları ne kadar doğrudur bilemem ama uydurmasyon olsa bile bu kadar ayrıntıya girerek de öyküyü sağlam bir zemine oturtmuşsun.
    Sadece nacizane bir tavsiye cümlelerinin kısalığı akıcılığını sekteye uğratıyor ve seviyeyi biraz düşürüyor. Tanıdık olmanın cüreti ile bunu dile getirdim 😀 bir hatamız varsa affola.

    Kalemine sağlık 🙂

    1. İsimler ve yer adları gerçekte olan yerler. Kunga kabilesi ise gerçekte var olan !Kung (evet, başında ünlem var) kabilesinden esinlenme. Cümlelerin kısalığı öykü yazarlığında yeni olmamdan ileri geliyor olsa gerek. Henüz üslubum tam olarak oturmadı. Cümleleri oluştururken zorlanıyorum biraz. Zamanla aşarım bu durumu. Teşekkür ederim eleştirilerin için.

  2. Söylemeyi unuttum 😀 Sihre büyüye inanmayın bir bilim adamının asistanının isminin Efsun olması da manidardı. 🙂

  3. Girişi güzel yapmışsınız, beni hemen yakaladı. Bu kısalıkta bir öyküde gereksiz sayılacak detaylandırmalar var, fakat güzeller. O halde karakterleri genişletmeyi deneyebilirsiniz. Özellikle öykü biraz açıklama havasında ilerliyor. Kaleminiz gerçekten iyi, eğer düzenli yazmayı sürsürürseniz, çok daha başarılı eserler vereceksinizdir.

    “Özellikle son birkaç aydır sürekli yaşadığım o olayı düşünüyorum.”
    “Özellikle son birkaç aydır, sürekli yaşadığım o olayı düşünüyorum.”
    Virgül koymaz iseniz, anlam değişecektir.

    Ancak garip bir şekilde içimi bir korku kaplamıştı.
    “Ancak içimi bir korku kaplamıştı.” Hem anlatmak istediğiniz duyguyu daha güçlü aktarır, akıcı olur, kelime tekrarı (bir) etmemiş olursunuz
    Bana kalsa tüm cümleyi kaldırın derim. Bir sonraki cümlede gayet iyi ifade etmişsiniz duyguyu.

    “Ne o? Korkuyor musun yoksa?”
    “Ne o, korkuyor musun yoksa?” Gözlerinizi kapat ve diyalogu hayal edin. Farkı görebiliyor musunuz?

    Daha fazla paragraf başı ve “ne… ne…” bağlacına tekrar değinmek istiyorum.

    Lakin ilginç bir şekilde ne kameralarımız ne de fotoğraf makinelerimiz çalışmadı.
    Lakin ilginç bir şekilde ne kameralarımız ne de fotoğraf makinelerimiz çalıştı.

    Elinize sağlık. Gelecek ay da görüşmek dileğiyle.

  4. Hikayenin güzelliğine geçmeden önce bir-iki şey söylemek istiyorum. “Öykü yazarlığında yeni olmamdan kaynaklı” şeklinde bir cevabınızı gördüm yukarıda. Sorumu soruyorum: Ciddi misiniz? 😀
    Gayet profesyonelce yazılmış bir öyküydü, kesinlikle öykü yazmaya yeni başlamış birinin kalemi değildi bu. Sizi yalan makinesine davet ediyorum 🙂
    Noktalama yanlışı yahut yanlış kelime kullanımı vs. olabilir, gözden kaçabilir ben bunlara çok takılmıyorum. Bunlar doğrusunu öğrenmekle düzeltilebilir nüanslar. Çağrışımı, ilhamı, hayal gücünü öğrenemezsiniz, öğrenemeyiz ve ben bu kalemin anlatımını beğendim. Nesini beğendiğime gelince:
    Evvela akıcı bir öykü; sıkmıyor.
    Kimsenin aklına gelmeyecek bir konu mu? Yoo hayır, değil. Ama konunun işlenişi başarılı, hani buna “tahkiye etme” diyoruz.
    Ve yazarının diğer öykülerini okuma isteği uyandırıyor mu? Şahsen okumak isterim önümüzdeki temada.
    Yazmaya devam, kaleminize kuvvet.

    1. Öncelikle övgü dolu sözleriniz için teşekkür ederim. Bu benim yazdığım dördüncü öyküydü. Az ama öz yazmaya gayret ediyorum. Gelecekte daha iyi olmayı hedefliyorum. Tekrar teşekkür ederim.

  5. Akıcı ve ilgi çekici bir hikaye. Olay örgüsü tam kararında gelişiyor. Bu sıralar Hint kültürüne ilgi duyduğumdan Hintli keşiş ilgimi çekti. 🙂 Sonu güzel bağlanmış, değişik bir tat bıraktı. Kendi yorumumu da katmadan geçemeyeceğim. Hisler mantığa galip gelir. 🙂
    Takıldığım tek nokta cümleler akıcı ama sadeydi. Biraz daha süslü, göz kamaştırıcı olabilirdi sanırım. Efsun ismi benim de gözümden kaçmadı.

    1. Edebi cümleler kurmakta zorlanıyorum; sanırım yeni olmamdan kaynaklanıyor. Biraz acemilik var yani. 🙂
      Sözleriniz için teşekkür ederim.

  6. Bence üslubunuz ve temanız Lovecraft’tan çok esinlenmiş. Akıcılığı olumsuz etkileyen çok fazla unsur ve tolerans sınırları ötesinde yazım yanlışı vardı. Böyle öykülerde okurlar çok klişe beklerler, ancak şaşırtıcı bir şekilde klişe sayısı azdı. Tüm olumsuz faktörlere rağmen hikaye etkileyiciydi. Öykünün amacına ulaştığını düşünüyorum. Umarım yılmadan yazmaya devam edersiniz.

    1. Yazım yanlışları konusunda haklısınız; zaten dilbilgim oldukça zayıftır ne yazık ki. Üslubumu Lovecraft’a benzetmişsiniz ama ilginçtir O’nun tek bir öyküsünü dahi okumuş değilim. 🙂 Yazmaya ise devam edeceğimi sanmıyorum çünkü bana pek zevk vermiyor yazmak. Sanırım bu son öykümdü. Teşekkür ederim.

  7. Eski romanlardaki gibi yazarın okuyucuyla sohbet ederek öyküsünü anlatmasını sevdim. Kurgusu oldukça ilgi çekiciydi. Ortalardan sonra öykünün tonunun korkuya dönüp huzuru bozulan keşişin bütün köyü yok etmesinden korktum ama böylesi daha iyi oldu. Doğu klasiklerini anımsatan mistik havayla Batı tarzı öykücülüğün başarılı bir sentezi olmuş.

    Kâşifin barakayı tekrar inşa ettikten sonra Garuda kuşunu görmesi sınavı geçerek aydınlandığını gösteriyor. Hatta belki Garuda kuşu onun ermiş ve ölümsüzlüğü kazanmış benliğidir. Bu yüzden fotoğraf makineleri çalışmamıştır. Salazar ise merakına yenilerek saygısızlık yaptı ve ölümle cezalandırıldı.

    Yorumlara da göz attım, son yorumda yazmayı sevmediğinizi söylemişsiniz ama iyi ki bırakmamışsınız. 🙂 Kaleminizin potansiyeli oldukça yüksek. Tebrik ederim.

Haluk Kapucuoğlu için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *