Öykü

Canavar ve Koleksiyoncu

Daha önce size hiç kedi koleksiyonumdan bahsetmiş miydim? Doğru söylüyorsunuz, o kadar kediyi eve sığdıramam. Sonuçta koleksiyon dediğiniz en azından beş on parçadan falan oluşur. Ama bunlar bana engel değil. Çünkü koleksiyonumdaki kedileri bir evin içerisinde ya da kutuda saklamam gerekmiyor.

Köyümüzde çokça kedi var. Bazıları tüylü mü tüylü, bazıları saldırgan ve bazıları da muzip… Bunlardan bir tanesini koleksiyonuma katacağım zaman yanına gidiyorum önce. Pisi pisi diye çağırıp ellerimin arasına alıyorum. “Koleksiyonumun bir parçası olmak ister misin?” diye soruyorum. Onlar da genelde “Miyaaavvv!” diye cevaplıyor. Bu miyav kelimesinin kedi dilinde “evet” anlamına geldiğini düşündüğüm için ellerimin arasındaki pisicik koleksiyonuma katılmış oluyor. Sonra bırakıyorum onu. Koşup bahçelerin arasında kayboluyor. Ama önemli değil! Artık nereye giderse gitsin koleksiyonumun bir parçası.

Yaşım sadece dokuz olduğu için böyle işlerle uğraştığımı düşünebilirsiniz. Belki büyüyünce tüm bunlar umurumda olmayacak. Ama en azından şimdilik iflah olmaz bir koleksiyoncuyum.

Yaşadığımız ev köydeki diğer evler gibi kerpiçten yapılma. Duvarları beyaz badanalı ve bitişiğindeki ambarla birlikte arazide bir L harfi çiziyor. Hemen yanında bir bahçe uzanıyor. Kiraz ağaçlarını ve küçük bostanımızı penceremden görebilirim.

İşte şuradaki tepenin ardında Rüya’nın evi var. Kendisi benim gibi yaramaz bir çocuk olup hali hazırda en iyi arkadaşımdır. Ancak bazı zamanlar anlaşamadığımız da olur. Özellikle söz konusu Canavar olduğunda. Siz bilmezsiniz belki ama bizim köyün yukarısındaki kayalıkların ardında herkesi korkutacak türden çirkin bir yaratık yaşıyor. Onu hiç görmesem bile köyden oraya gidenlerden ıssızlığın ortasında gezinen, kocaman elleri ve korkunç bir suratı olan o yaratığa dair çok şey duydum.

“Saçmalık!” diyor Rüya bunlara. “Hepsi de bir taraflarından uyduruyor.”

Bunları söyleyen arkadaşımın yanıldığını ilerleyen günlerde yaşadığım bir olay sonucu kanıtladım. Rüya’nın yanımda olmadığı bir günde başıma gelenleri anlatacağım şimdi sizlere. Kulaklarınızı dört açın! Benim kulak koleksiyonumda sadece iki parça var derseniz, o da yeterli.

Bembeyaz bir kış sabahıydı. Kar kapının önüne yığılmıştı. Dışarıda güvercinler ve serçeler yiyecek arıyordu. Annem erkenden sobayı doldurup yakmıştı. Sobanın üzerine koyduğum portakal kabukları hafiften renk değiştiriyordu.

Bazen olmadık maceralara atılmak gibi tehlikeli bir huyum vardır. O gün de yine içimde bela arayan tarafım kıpır kıpırdı. Hemen kendimi dışarıya atmalıydım. Toprağı kaplayan beyaz örtüye ve soğuk havaya aldırış ettiğim yoktu. İzin alamayacağımı bildiğim için kimseye haber etmeden koyulmuştum yola. Etrafı sarmalayan kar yığınlarını zar zor yararak ilerleyebiliyordum.

Hedefim dağın tepesindeki kayalıktı. Böylesi bir günde köyün yukarıdan manzarasını merak ediyordum. Hem beyazlığın içerisinde sessiz adımlarla yürümek de pek keyifliydi. Yarım saat kadar sonra yamaçtaki yolu yarılamıştım. Artık kayalıklar daha yakındı.

Her şey yolunda giderken yüzümde iğne gibi batan kar taneleri hissetmeye başladım. Belli ki tipi bastıracaktı. Bu durumda ne kadar maceraperest olsam da kayalıklara gitmek istemedim. Daha önce tipiye yakalandığım için ne kadar zorlayıcı olabileceğini biliyordum. Eve gitmek üzere geri döndüm hemen. Ancak bir şeyler ters gidiyordu. Döner dönmez suratımı yerden havalanan karlar kapladı. Nefes almakta zorlanarak öksürdüm. Atkımı iyice sarmaladım. Beremi biraz daha aşağı indirdim. Bu şekilde gözlerimin görüş açısı azalsa da en azından rüzgarın tokatlarından sakınabiliyordum.

Rüzgarın dinmesini bekledim boşa. Tam aksine hızlanıyordu. Yerde yığılı duran kar taneleri havada dans ediyordu. Yolu belli eden tekerlek izleri görünmüyordu. Dört yanımda beyazlık ve bilinmezlik vardı. Kaybolmuştum.

Uzaklardan bir kurt uluması duydum. Umurumda değildi. Soğuk her yanıma işlemeye başlamıştı. Bir şekilde yolumu bulmam gerekiyordu. Yürümeye başladım önümü görmeden. Arada bir eldivenli ellerimi birbirine sürtüyordum. Çünkü artık ayaz eldiven dinlemez olmuştu. Çocuk yaşta da olsam burada ölebileceğim farkına varmış ve korkudan titremeye başlamıştım. Kurt uzaklarda yine uluyordu. Ancak rüzgarın boğucu şarkısına rağmen duyulabilen başka bir ses daha vardı. Ayak sesleri…

Sanki bir dev yeryüzünde yürüyormuş gibi gümlüyordu toprak. Birisinin koştuğunu anladım. Bir çığlık duydum. Korkunç çığlık beyaz karların arasında erirken bir siluet belirdi. O an anladım. Canavar karşımdaydı. Dizlerim titrerken onun zar zor görebildiğim kepçe gibi ellerine bakıyordum. Parmakları soğuktan kızarmıştı. Demek ki canavarlar bile soğukta üşüyordu. Ama avlanmasına engel değildi tabii üşümesi. Muhtemelen şimdi mağarasındaki kazanda bir güzel pişirip afiyetle yiyecekti beni. Eller uzandı ve omzumdan tutup kaldırdı. Şimdi canavarın üzerindeydim.

“İyi ki buralardaymışım küçük.” diye bir ses duydum. “Bu tipide ne işin var bu dağın başında.” Canavarın insan dilini biliyor olmasına şaşırma fırsatı bulamadan kendimden geçtim. Bünyem soğuğa daha fazla dayanamamıştı.

Gözlerimi açtığım an üzerimde bir battaniye örtülü olduğunu gördüm. Yanı başımda bir soba gürül gürül yanıyordu. Nerede olduğumu anladım yavaş yavaş. Burası köyün ortasındaki muhtarlık binasının içiydi. Etrafımda bir sürü insan vardı.

“Çopur Cebbar olmasa ne yapardı yavrucak? Bizim de hiç haberimiz olmadı. Kimseler görmeden nasıl da çıkıvermiş yamaca.”

“Derdi neymiş bu ayazda yaramazın?”

“Aman Necip Usta seninki de laf! Çocuk bu, ne işi olacak, kafası esmiş, gitmiş işte.”

Kalabalığın arasında annemi, babamı gördüm. Birlikte muhtarın yanında oturuyorlardı. Yüzlerinden çok telaşlandıkları belli oluyordu. Ama benim asıl dikkatimi çeken onların gerisinde duran varlıktı. Bu mümkün olabilir miydi? Canavar da buradaydı. Beni kurtaran Canavar’a teşekkür etmek için doğrulmaya çalıştım. Ama bir el engelledi beni.

“Önce biraz dinlen.”

Tekrar uzandım. Ama bir yandan da annemi çağırdım yanıma. Kulağına bir şeyler söyledim.

“Ne Canavar’ı? Neden bahsediyorsun sen? Daha tam kendine gelemedin. Sonra anlatırsın anlatacağını.”

Ama ben ısrarcıydım. Elimle uzakta oturan Canavar’ı işaret ettim.

“Ah benim iyi yürekli evladım. Çopur Cebbar amcana teşekkür mü edeceksin? Et tabii. Bin teşekkür etsen yine az. O yetişmese belki de donup kalmıştın oralarda.”

Annem Canavar’ı çağırdı. Gülümseyerek geldi Canavar. Kocaman elleri ve dikenli bir teni vardı. Kızarmış gözlerine baktım.

“Teşekkür ederim Canavar amca.” dedim. “Biliyorum bugün hayatımı kurtararak bana yeterince iyilik yaptın. Ama senden bir şey daha isteyebilir miyim?”

Canavar, olur anlamında başını salladı ve dinlemek için eğildi.

“Bir canavar koleksiyonu yapıyorum, koleksiyonumun parçası olmak ister misin?” dedim.

“Peki, ne yapmam gerekiyor bunun için?” diye sordu gülerek.

“Hiçbir şey.” dedim sobanın sıcağıyla iyice açılan sesimle, “Kabul etmen yeterli.”

Mümin Can

Mümin Can 89’un Mayıs’ında Kahramanmaraş’ın bir köyünde dünyaya geldi. Aslen Karamanlı olup şu günlerde eğitim uğruna Ankara’da takılmakta ve Kimya Mühendisliği bölümünü bitirmeye çabalamaktadır. Öyküler, şiirler yazmaya uğraşır, rock’n roll dinler, film izler, futbolla alâkadardır. Değişik coğrafyalardan bahseden, insanı hayal gücünün rıhtımından alıp düşlerin fırtınalı denizinde maceradan maceraya koşturan kitapları sever, sayar.

Canavar ve Koleksiyoncu” için 10 Yorum Var

  1. Merhaba, öyküyü genel itibariyle sevdim; sıcak naif bir öyküydü. Bunun haricinde bazı sorular da aklıma takıldı. Ana karakterin -aynı zamanda anlatıcı- dokuz yaşında olduğunu öğrendikten sonra acaba dedim o yaşta bir çocuk “iflah olmaz”, “hali hazır”, “maceraperest”, “rüzgarın tokatları” gibi ifadeleri kullanabilir mi? Bunları karakterin yaşına uygun kelimelerle değiştirince hikaye daha doğru olacak gibi. Maceraperest yerine maceracı gibi. Bir çocuğun gözünden hikaye okumak da keyifliydi.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Öyküyü yazarken bir çocuğun bu kelimeleri kullanıp kullanamayacağı meselesi aklımı kurcalamıştı ama anlatımı iyiden iyiye basitleştirmemek adına olduğu gibi bırakmaya karar verdim. Ama dediğiniz gibi olsa belki daha gerçekçi bir hava yakalanabilir. Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim. 🙂

  2. Merhabalar. Öykünüzü sevdim; gayet sevimli ve güzeldi. Çocuk karakterlere hep sempati duyarım, bana çekici gelirler. Bu yüzden ben de sık sık kullanırım 🙂 Sayın Öznur’un yorumlarına katılıyorum ben de. Öykü belki geçmişe dönük anlatılsa bu kelimeler yadırganmazdı; ama o zaman da aynı etkiyi yaratabilir miydi bilemiyorum. Elinize sağlık.

  3. Merhaba, öykünüz güzel ve akıcı, samimiydi. Sayın Öznur’a ben de katılıyorum. Ellerinize sağlık beğendim. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

  4. Merhabalar,
    Samimi bir öykü olmuş, özellikle çocuğun aklındaki koleksiyonculuk fikri benim içimi ısıttı. Diğer yorumlara ben de katılıyorum dil konusunda, ancak çocuk karakter yazmak gerçekten zor bir iş bu yüzden yine de kaleminize sağlık diyorum.
    Başka öykülerde görüşmek dileğiyle,

    1. Çocuk karakter yazmanın zorluğu konusunda size katılıyorum, düşünceler ve konuşmalardaki dengeyi tutturmak özellikle. Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkürler. 🙂

  5. Merhaba;
    Soğuk havada gecen bir öykü olmasına ragmen sıcacıkti. Ellerinize saglik. 9 yaş anlatıcı diline çok yakın buldum ben arada bir kac kelimeyi degistirirseniz daha da güzel olacak gibi. Bir de nacizane önerim (ben olsam oyle yapardim) Copar cebbar ismini en sona koymak. Cocuk ilk konuşmaları duydugunda o isim gecmese sonuna kadar canavar sanıp son cümlede okuyucu da cocuk da ogrense. Bir öneri sadece…

    1. Dediğiniz gibi canavar son cümlede öğrenilse daha etkili olabilirmiş evet, eğer öyküyü düzenleyecek olursam bunu dikkate almaya çalışacağım. Güzel yorumunuz için teşekkürler. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *