Öykü

Çeyrek Asırlık Sır

Günlerce süren uzun yolculuktan sonra bulduğu şehir hiç de hoş bir yer değildi. Yavaş ve kararsız adımlarla at arabasından indi. Arabacı ücreti söyleyip gitmek istediği yer konusunda emin olup olmadığını sordu.

“Hala geri dönebilirsiniz bayım. Orası hakkında iyi bir şey duyan olmamıştır!”

“Hayır, gitmek zorundayım bu amcamın son isteğiydi. Beni büyüten bir adamın son isteğine karşı çıkamam.”

“O zaman size iyi şanslar dilemekten başka yapabilecek bir şeyim yok.”

“Teşekkür ederim. Siz nazik birisiniz.”

“Bu arada tekrar bir arabaya ihtiyacınız olursa kasabaya inmek için, bir güvercin beslemeye başlasanız iyi olur. Kont Grave’in arabası olsa da, ya da atları kullanmanıza izin vereceğini hiç sanmam. Görebileceğiniz en kaba adamdır. Size iyi günler. Akşama doğru varmış olursunuz.”

“Akşama doğru mu? Ama saat daha sabahın dokuzu…”

“Bu yol sizi şatoya götürecektir ama çok fazla oyalayarak. Yine de bu yol en iyisi, yani kaybolmadan gitmeniz için. Karanlık ormanda kaybolmayı kimse istemez!”

“Teşekkürler! Uyarılarınızı dikkate alacağım,” dedi genç Bay Stone şapkasını çıkarıp arabacıyı selamlarken.

Karlarla ve ağaçlarla kaplı orman yolunda yönünü bulmanın gerçekten zor olacağını düşündü. Cesaretli biri olsa da yüz ifadesi tüm söylentilerden sonra korku kaplıydı. Kendi kendine neden geldiğini sorup duruyordu, yürümeye devam ederken. “Buraya kadar geldikten sonra vazgeçecek değilim!” dedi. Yanında onu koruyacak bir şey olup olmadığını düşündü. Bir hançer ve biraz yiyecek kuru ekmekten başka bulamadı. Sonra aklına matarasında su yerine şarap olduğu geldi. Bu iyiydi. Hemen biraz içerek cesaret bulmaya çalıştı.

Karlarla kaplı yolda yönünü bulmak oldukça zor olmuş ve hatta bir kez kaybolmak üzereyken ayak izlerini geri takip etmiş olsa da, akşama doğru tam da güneş batmak üzereyken, büyük karanlık bir şatonun yükselen çatısını gördü. “Ben de meraklanmaya başlıyordum, bu ormanda gece ne halt edeceğime dair!” dedi kendince. Sonra ne tür bir insan böyle bir yerde yaşayabilir diye düşündü. Hava iyice karardığında adımları onu şatonun önüne getirmişti. Şatonun etrafını kaplayan dikenli tellere ormandaki hayvanların sesleri de eklenince; “aklımı kaçırmış olmalıyım ama hangi yön daha güvenli? Gecenin ormanı mı, yoksa bu deli şatosu mu?” diye içinden geçirdi.

Karar verdiğinde şatonun kapısını tutan teli çekti. Karanlık bahçede hiçbir şey görünmüyordu, bu yüzden önünden bir karga uçarak geçtiğinde korkudan arka üstü düştü. Sonra kalkıp üstündeki karları çırptı. Bundan daha cesaretli olmalıydı. Kapıyı çaldı.

Kapıyı başında büyük siyah şapkası ve üzerinde aynı siyahlıkta bir pelerin olan adam açtı.

“Ahhh sen Stone olmalısın! Mektubunu almıştım bir hafta önce. Bu kadar erken geleceğini pek tahmin etmiyordum doğrusu,” diye hızlıca konuştu. Adamın elindeki dörtlü şamdan yüzünü görmeye yetiyordu. Garipti ama hiç de ürkütücü görünmüyordu. Stone adamın görünüşü ve güler yüzlü konuşması üzerine rahat bir nefes alarak onu selamladı.

“Aslında amcamın vasiyeti üzerine çok beklemek istemedim. Size mutlaka getirmem gereken bir şey olduğunu vasiyet etti ölüm döşeğinde.”

“Kapıda konuşmayalım! İçeri geçin genç Stone.”

Bunun üzerine içeri geçtiler. Uzun bir koridordan sonra evin alt katındaki salonuna gelmişlerdi.

“Şaşkınlığımı mazur görün Kont Grave ama…”

“Masa değil mi?” diye sözünü kesti Kont. “Herkes merak eder, yalnız yaşayan bir adam neden bu kadar büyük bir yemek masasına ihtiyaç duysun? Sebep şu ki;” diye devam etti Kont masanın üzerine şöminede pişmekte olan oldukça büyük ve etli orman tavşanını koyarken. “Her zaman bu kadar yalnız değildim. Buyurun lütfen, oturup rahatlayın. Size biraz şarap da getireyim.”

Stone iyice rahatlamıştı. “Aslında tüm günümü nasıl biri olduğunuzu merak ederek geçirdim desem yeridir. Yani, kasabadakiler sizin hakkınızda türlü söylentiler uydurmuşlar ve beni buraya gelmekten vazgeçirmek için neredeyse her şeyi yaptılar.”

“Ah, evet şu insanlar! Onlar oldukça dedikoducudur. Burası soğuk bir yer. Bütün sene, yazın hariç kar eksik olmaz diyebilirim. Yazın yağmur yağar bol bol. Yani demek istediğim, dedikodu kazanında ısınıyorlar sanırsın. Ben kasabaya pek inmem. Üstelik yaşlandım artık, benim yerime kasabadaki işleri halledecek biri olsa ne iyi olurdu. Bu arada siz oldukça yorgun görünüyorsunuz?”

Stone şaşkınlığını gizleyemiyordu. Bu nasıl da iyi bir adamdı. Tüm söylentilerden sonra… Burada bir ay bile kalabilirdi.

“Yolculuk yorucuydu. Bir hafta tren yolculuğu ve sonra tüm gün ormanda yürüdüm.”

“Aslında sizin için bir araba bekletmeliydim. Arabacılar buraya çıkmaya korkarlar. Size yatak hazırlayım, en üst kattaki misafir odaları oldukça rahattır.”

“Teşekkür ederim ilginiz için.”

Stone tavşan etini yerken Kont üst kata çıkan merdivene yöneldi. Stone bir an adamın yüzünü daha net gördüğünde yaşlandım sözüne takıldı. Sadece yirmi beş yaşındaydı ama Kont ondan bile genç görünüyordu. Uzun bakımlı saçları ve sakalları vardı. Oldukça yakışıklı genç bir adam gibiydi.

Stone tüm günün yorgunluğunu ona hazırlanan buz gibi banyo ve rahatsız odayla attı. Sonra sakin ve korkusuz bir uykuya daldı…

Sabah uyandığında pencereye gidip temiz hava almak için kilidi kaldırdı. Kont aşağıda atların yanındaydı. Yalnız başına yaşasa da bir beyaz, iki siyah, bir de alacalı olan dört atı vardı. Stone üzerini giyinip aşağı, Kont’un yanına indi.

“Denemek ister misiniz?” diye sordu Kont ala renkli atın tüylerini tararken. Sonra devam etti “bu en sevdiğim atımdır. Gölgeye benzer. Beyaz ve gri… Bir de sessiz olması var tabii. Biraz sinsidir yani. Bu akşam kasabadaki bara gidelim diyorum. Bütün gün içeride oturmak için gelmediniz ya. Biraz kasabayı gezersiniz. Aslında iyi bir zamanda geldiniz, çünkü buralarda çok nadir eğlenilecek zaman olur. Kasabada bu senenin ilk bebek kutlaması yapılacak. Yeni doğan çocuğu kutsarlar. Müzik, dans ve oyunlar da olur. Sonra kasabalılar tezgâhlar kurup kendi yaptıkları eşya ve yiyecekleri de takas ederler.”

“Aslında kasabayı görmeyi çok isterim Kont Grave. Yanlış anlamayın ama akşamdan önce amcamın vasiyetiyle ilgili de konuşmak isterim.”

“Elbette, neden olmasın! Ama önce şömineyi yakıp güzel bir çay yapalım. Sonra tereyağlı ekmekler ile güzel bir kahvaltı.”

“Çok iyi olur, size yardım edeyim.”

Birlikte şatoya girip şömineyi yakmaya çalıştılar. Kont elbette bu işte Stone’dan çok daha iyiydi. Sonra çay yapıp masaya çeşit çeşit peynir ve reçel taşıdılar. Stone tüm bunları Kont’un tek başına yapıp yapmadığını merak etti. Kont üç ayda bir kasabadan bir kadının gelip gittiğini söyledi. Sonra hikâyenin devamı için masayı beklemesini söyledi.

Her şey tamam olduğunda masaya oturmuşlardı. Birbirlerine iyice alışmış, uzun zamandır görüşmeyen iki dost gibi kahkahalar atıyorlardı.

“Hikâyenin devamının masada olduğunu söylemiştiniz…” diye hatırlattı Stone meraklı gözlerle.

“Aslında ortada bir hikâye yok. Sadece karım bu reçellerin hasını yapardı. Peynirler her zaman buraya hiç uğramayan hüzünlü bir bahar kokardı. Yirmi beş yıl kadar oldu onu kaybedeli, huysuz biri olduğumu söyleyenler haklıdır. Daha önce böyle değildim, en azından evde…” deyip gülümsedi.

“Çok üzgünüm,” dedi Stone.

“Üzülmen yersiz, çünkü hepsi son bulacak. İşte burada amcanla tanışmam devreye giriyor. Amcanla bir kuzey Amerika gezisinde tanışmıştık. Şu Kızılderili hikâyelerini duymuşsundur.”

“Amcam bu tür şeyleri hep kendine saklardı. Çok fazla mistik şeyle ilgilenirdi. Bir atölyesi vardı ve orada ne yaptığını hiç bilmezdim.”

“Ahh, evet sen daha bebekken onu ziyaret ettiğimde atölyesini görmüştüm. Çok büyülü ve manevi bir yerdi. Amcanla bir ortak yanımız vardı ve ikimiz de bir efsane üzerine Amerika’daydık. Sanırım o başaramadı ya da doğal yollardan yaptı bunu.”

“Neyi?”

“Elbet öğreneceksin! Sabırlı olman gerek. Peki, pakette ne olduğuna bakmadın mı?”

“Gerçekten çok istedim, fakat mühürlüydü.”

“Paket yanındaysa görebilir miyim?”

“Buyurun, umarım yanımda açarsınız,” diye gülümseyerek paketi uzattı Stone. Kont biraz evirip çevirdikten sonra krem çuval ipine sarılmış, kırmızı mühürlü paketin mührünü açtı. Çok büyük bir paket değildi. İçinden çıkanı hemen görmemek için gözlerini kapadı Kont. Uzun zaman beklemişti bunu, biraz daha bekleyebilirdi. Stone gözlerini kapatmamıştı ve gördükleri onu hayal kırıklığına uğrattı. Paketten çıka çıka küçük bir şişe sıvı ile bir parça ip çıkmıştı.

“Bazı şeylerin sırrı güneş batıp yıldızlar zifiri karanlığa yükseldiğinde çözülür. Gündüz görünmeyen şey gece ile görünebilir. Bir Kızılderili atasözü…”

“Gerçekten ne işe yaradıklarını öğrenmek için sabırsızlanıyorum.”

Kahvaltı masasını toparlayıp akşama kadar vakit geçirmek için Kont Grave’in çalışma odasına indiler. Etrafta eski ve farklı dillerde birçok kitap vardı. Yine eski haritalar, tozlu oda ilk göze çarpan şeylerdendi. Sanki yıllardır kimse girmemişti. Bodrum katta olduğundan rutubet, örümcek ağları ve fare sesleri çok fazlaydı. Karanlığı elindeki meşale ile Kont dağıtıyordu.

“Burası terk edilmişe benziyor!” dedi Stone.

“Yıllardır öyleydi ama artık işe yarama vakti geldi,” diye cevap verdi Kont.

Rutubetten ağaç kabukları sarkmış masayı güçlükle itti. Çıkan tozlardan öksürmeye başlamışken gözleri kapalı sandığı gördü. Aradığı buydu. Sandığı açtı ve içindeki, neredeyse odada tek zarar görmemiş eşya olan, eski bir halıyı çıkardı. Halının bir yerindeki motif yanlış ya da eksik gibi duruyordu.

“Eski bir halıyı tamir etmek için mi bu kadar yolu geldim!” dedi Stone şaşkınlıkla.

“Sakin ol genç adam, ipin bunun için olduğu kuşkusuz ama ya o gözyaşı şişesi! İçinde ne var? Geceyi beklemelisin…” dedi Kont yumuşak bir ses tonunda ve ardından halıyı çıkararak sandığın içinde olan bir şiş yardımıyla hatayı düzeltmeye başladı.

“Bu gece dolunay var! Bu halıyı dokuyanların yeni yılı bu gün…”

“Kızılderililerin mi?”

“Evet. Bunun hiçbir işe yaramayan, pahalı bir miras olduğunu düşünme. Sadece bekle…”

Kont bir anda bu sakin tavırlarıyla, Stone’un sinirini bozmaya başlamıştı. Bilmece gibiydi ve sadece beklemesini söyleyip duruyordu. Bu yüzden akşama dek odasında dinleneceğini söyleyerek çekildi.

Akşam olduğunda birlikte kasabaya indiler. Kasabalının müziği meydanda inanılmaz bir eğlence ve dans eşliğinde çınlıyordu. Atları barın yanına bırakıp içeri girdiler. Büyük kahkaha sesleri ve dışarıdaki müziği bastıran başka bir müzik, masalarda kumar oynayanlara eşlik ediyordu. Kont iki sert viski söyledi. Viskisini içip misafire tek bir kelime bile etmeden bardan ayrıldı. Stone Kont’un kasabada sert görünmek için mi böyle davrandığını anlayamamıştı. Bir süre içeride bekleyip ikinci ve üçüncü bardağı içti. Sonra Kont’un gelmeyeceğini anlayarak dışarı çıktı. Meydanda bir sürü bebek karlarla yıkanıyordu. Stone’ a oldukça garip görünen bu gelenek meydandaki tüm insanları eğlendiriyor gibiydi. Gözleriyle Kont’u aradı. Sonra gözü dolunaya takıldı. Kont ve amcası bir şeyin peşindelerse bunun için dolunaya ihtiyaçları olduğu kesindi. Kont’un o gece için kendisine bıraktığı atı hızla sürerek şatoya doğru yola çıktı. Her ne oluyorsa mutlaka öğrenmeliydi.

Şatoya vardığında giriş katında ve çalışma odasında Kont’u aradı. Adam kayıp gibi gözüküyordu. Yavaşça odasına doğru merdivenleri çıktı. Yukarıdan tıkırtılar geldiğini duydu ve üst çatı katına yöneldi. Köhne bir tavan arası iki büyük sivri yapı arasında yükseliyordu. Sesler tavan arasının da üzerinden, çatıdan geliyordu.

“Bende seni bekliyordum…” dedi Kont yukarı çıkmış olan Stone’u gördüğünde.

“ Ne yapıyorsunuz?” dedi şok olmuş bir halde Stone.

Şok olmuştu çünkü ortada yanan büyük ateşin etrafında, kanla yazılmış garip Kızılderili yazıları, kenarda elinde eski kitapla Kont’un üzerinde durduğu eski halı vardı. Her gün görebileceği bir şey olmadığı kesindi ve gerçekten garipti.

Kont tüm bunları yıllarca beklemiş olmasına rağmen sakin ve soğukkanlı görünüyordu.

“ Şimdi tüm bunların ne olduğunu sana anlatma vakti, çünkü eğer yapmakta olduğum şey işe yararsa senin sayende olacak. Bu sırrı bilen kaç kişiyi hiç acımadan öldürdüğümü tahmin bile edemezsin.”

“Öyleyse öğrenmek istediğimi hiç sanmıyorum. Üç gün sonra bir tren var işinize hiç karışmadan giderim, hatta kalan süreyi kasabadaki hanlardan birinde geçirebilirim.”

“Sakin ol, arka bahçedeki mezarlıkta sana yer yok. Kont Grave’in tek mirasçısı olacaksın. Her sırrı taşıyan yaşayan en az bir kişi olmalı. Ben buradan gideceğime göre yeni Kont Grave sen olmalısın. Aslında bu benim mirasımdan çok senin mirasınla ilgili.”

Stone ne yapacağını bilemez bir şekilde donup kaldı. Gözleri Kont’u incelerken, belindeki parlak kılıca takıldı. Gitmeye çalışırsa da ölebilirdi. Arka bahçedeki mezarlık nerede olursa olsun gördüklerinden sonra hiç kuşkusuz öldürüleceğini söylüyordu. Yaşamak için tek yol Kont’un mirasçısı olmaktı.

“Sanırım sadece düşündüklerin işe yararsa hayatta kalabilirim. Öyleyse dinliyorum.”

“Öyleyse ben de anlatıyorum. Bundan tam yirmi dört yıl önceydi. Karımı yeni kaybetmiştim ve kendimi yollara vurdum. Her seferinde en ıssız, en bilinmeyen yerleri gezmeye çalışıyordum. Elbette hiçbir şey acımı unutturmuyordu. Sonra bir gün tarih ve coğrafya bilimcisi olarak bildiğim amcanı tanıdım. Birkaç gün birlikte Kuzey Amerika da bir yerde, atlarımızla birlikte kamp yaptık. Oldukça zorlu günlerdi. Nerede olduğumuzu hala tam olarak bilmiyorum ama o birkaç günün sonunda amcan bir sırrı olduğunu ve yaşayan birinin daha bilmesini istediğini söyledi. Yakınlarda bir kabile vardı. Adı Krunme kabilesiydi. Büyücü bir kadın, bir halı dokuyordu. Kabilede ölenlerin ruhlarından dokunduğu söylenen bu halı, uçan bir halı olacaktı. Kadının yeni doğmuş bir bebeği vardı. Oraya gitmeye karar verdik, ölümü bile göze almıştık. Ama oraya gittiğimizde, iki kabile arasında savaş olduğunu gördük. Her şey yakılıp yıkılmış gibiydi. Şansımıza birkaç çadır hariç… İçeri girdiğimizde halının yanında bir de bebek gördük. Amcan ömrü boyunca ona bakabileceğini söyledi.”

“Ben miydim o!”

Stone’a ilk başta her şey bir masal gibi gelmiş olsa da, kendisinin kanıt olması durumu değiştirmişti. Amcasının, her zaman yanında taşımasını, çünkü kendisini koruduğunu söylediği kolye hala boynundaydı. Üzerindeki yazıları hiçbir zaman çözememişti ama yerdekilere çok benziyordu.

“Sanırım kolyeye ihtiyacın var…”

“Hayır, sana ihtiyacım var. Amcanla hiç tartışmadık. Denemek için yeteri kadar cesaretimiz vardı ancak sözleri söylemesi gereken sendin. Yani sen yeterince büyümeden işe yaramayacaktı. İkimizden biri öldüğünde miras olarak elimizdekini bırakmaya karar verip ayrıldık. Ben halıyı, o ise seni ve halının iplerini bırakacaktı. Şişede siyanür varmış. Amcan tüm bunlar işe yaramazsa, kendimi öldürmek isteyeceğimi düşünmüş olmalı.”

“Vay canına! Gerçekten sağlam bir hikâyeydi ama ben gözlerimle görmeden inanacağımı sanmıyorum. Ayrıca kolyenin üzerinde yazanları hiçbir zaman okuyamadım.”

“ Sen sadece benim söylediklerimi tekrar et.”

“Tamam, başlayalım o zaman.”

Stone belli etmese de heyecanlanmaya başlamıştı. Kont Grave ise, hikâyeyi anlattığından, daha heyecanlıydı artık.

Birlikte halının üzerine çıktılar.

“Aaa unutmadan, söylemem gereken bir şey kalmış olabilir. Uçan halı ölülerin dünyasına açılan bir geçit olabilir ve işe yararsa ben karımın yanına gidip gelirken sen burada olacaksın,” deyip ayini başlattı Kont.

Elindeki kitaptan ne yapması gerektiğine bakıyordu. Bir şeyler mırıldandıkça ortada yanan alev daha da güçleniyordu. Okuduğu güçlü bir büyünün sözleri olmalıydı. Ayaklarının altındaki halının titremeye başladığını fark ettiler. Kitapla işi bittiğinde Stone’un kolyesini eline aldı Kont. Yıllardır çözmeye çalıştığı bu dil artık ona yabancı değildi.

“Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder ama bugün ruhların hepsi güçlerini geri alsın.”

Halı daha fazla sallanmaya ve yavaşça havalanmaya başladı. Etrafı yeşil ve çürük kokulu bir duman kapladı. Halının içinden ruhların çıkıp dünyaya döndüğünü fark ettiler. Birçoğu rahatsız edildiği için kızgın gibiydi. İkisinin de içlerini tarifsiz bir korku kapladı. Kont telaşla kitabı karıştırmaya başladı. Bir şey bulamıyordu. Ölüme çok yaklaşmışlardı. Halı hala yere çok yakındı. Stone kolyeyi eline alıp tekrar baktı ve orada daha önce olmayan bir yazı görüp aceleyle Kont’a verdi.

“Gecenin karanlığında ve bu dolunayın ışığında bir tanesi, bizi uçurmak için diğerlerini yok etsin.”

Sonunda halı bir anda karanlık şatonun çatısından havalandı. İki adam çığlık çığlığa birbirlerine sarıldılar. Sonra her şeyin yolunda gittiğini görüp halıyı yönlendirmeye çalıştılar. Kont çok beklediği karısına kavuşamamıştı ancak bundan sonra Stone’u oğlu gibi göreceği kesindi.

Bundan iki yıl sonra Kont ölene kadar, birlikte yaşayıp halıyla dünyanın en ıssız yerlerini gezdiler. Kont ölürken her şeyini Stone’a bıraktı. Stone, Kont Grave’in izinden giderek dışarıdan bakıldığında taş kalpli bir adam olmayı seçti ve Kont Stone olduğundan beri her halıya bindiğinde Kont Grave’in ilk günkü kahkahalarını duymaya devam etti…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *