Öykü

Dağın Beşinci Katı

Bulutsuz gecenin ortasında, Rentas dağının eteklerinde bir yerlerde, devasa bir ateşin etrafına tek bir amaçla; steplerin ve irili ufaklı yüzlerce başka göçebe kabilenin reisi Hunnen hanesinden Arlen’in, bebek yaşta ölümün pençesine yakalanan tek oğlunun yeniden sağlığına kavuşması için yakarmaya gelen kalabalık toplanmıştı. Hiçbir kabilenin hekimi hastalığın sebebini anlayamıyor, teşhisler bebeğin zapt olmaz ruhunun küçük bedene hapsolmak istemediğinden ve bu sebeple de başı boş dolanarak çocuğun ölümüne sebep olduğundan ileri geçemiyordu.

Hanedan, uçsuz bucaksız bozkırın içerisinde oradan oraya göçen devasa bir gücü yönetiyor ve bunun bir yansıması olarak da gölgeler ardında fırsat bekleyen bir sürü huzursuz göz tarafından izleniyordu. Nesillerdir Hunnen soyunun himayesi altında barış içinde yaşayan ve bu süreçte de artık semirilmiş yırtıcı hayvanlar gibi zincirlerini sıkı sıkıya tutan bakıcısının göstereceği zayıflık belirtisini bekliyorlardı. İşte bu belirti orada bulunan çoğu insan için kendini göstermişti. Bir yandan dönem dönem patlayan isyanlara rağmen varlığını sürdüren hanedan, diğer yandan önemli bireylerini kaybetmişti. Artık ihtiyarlayan ve neredeyse yarım asırlık olan Arlen ilk olarak beş sene evvel ilk oğlu Otoal’ı kaybetmiş, bir yılı önce de eşi Feldeya’ nın mucizevi gebeliğinin meyvesini hayata getirirken  ellerinin arasından kopup gidişine tanık olmak zorunda kalmıştı. Şimdi ise henüz eşinin yokluğuna yeni alışıyorken ondan kalan ve yıllar sonra hükümdarlık hakkını teslim etmeyi planladığı en küçük oğlu, daha doğmadan önce “bu uçsuz bucaksız toprakların son umudu” olarak nitelediği evladının yasını tutacak olmak olasılığıyla mücadele ediyordu. Alevlerin yanı başında bir yatak üzerinde ateşler içerisinde yatan ve iniltileriyle çektiği acıya herkesi tanık etmek istercesine haykıran çocuk, babasının gözlerinin önünden akıp gidiyordu. Vücudunun bütün ağırlığını toprağa sapladığı kılıcının kabzasına vererek yıkılmamaya çalışan Arlen, babasının vefatı sırasında yine böyle bir alev yığınının yanı başındakı hatıralarını anımsadı.

Kvelburu hanedanının başını çektiği bir isyanı bastırmak için adamlarıyla köye giden babası, yolculuk esnasında düşürüldüğü pusuda zehirle yıkanmış bir kılıç darbesinin acısından bir kaç gün kıvrandıktan sonra hayata gözlerini yummuştu. Babası ellerini tutarkenö dedesi ve dönemin hanedan reisi Aykın da tıpkı onun şu an yaptığı gibi evladının kendinden evvel gölgeler diyarına göç edişini izlemişti.

Babasızla aralarında zaman ile ilgili şu an hafızasında yer etmeyen bir konuşma geçmişti. “Zaman ne idi?” diye sordu kendi kendisine Arlen. “Zaman, bedenlerimizi eskiten, bizi ölüme hazırlayan vicdansız bir cadıdır.” diye cevapladı.

“Zaman tam da doğduğumuz anda ölmemiz için zehrini akıtmaya başlayan kıskanç iblistir.” Zihni tamamen zaman kavramı ile dolup taşmıştı. Şimdi karşısında, insanlar sağa sola koşuşurken olanlara anlam veremez ve içine hapsolduğu düşünce duvarından sıyrılamaz bir biçimde zaman ile ilgili sayıklamaya devam ediyordu. Dışarısı ile bağlantısı tamamen kesilmiş. Gözleri evladının bedenine kenetlenmiş bir şekilde tepkisizce bakıyor ama gözleri ona bir şey göstermiyordu. Dışarıdaki hiçbir ses kulaklarına erişemiyor, bütün alem sessizliğe gömülmüş olarak yoluna devam ediyordu. “Zaman.” dedi yeniden “Zaman, babamı, karımı, evladımı, acımadan gözlerimin önünde, avuçlarımın arasından söküp koparan en büyük düşmanımdır.” giderek sinirleniyor ve gözlerinin etrafına yaşlar doluşuyordu. “Zaman! Beni daima fani olmakla aşağılayan Zaman!” göz yaşları usulca yanaklarından süzülüyordu.

O anda omuzunda hissettiği kuvvetli bir el onu zaman ile olan hakaretleşmesinden söküp aldı. Başını yana çevirdiğinde siyah sivri uçlu şapkasının altından gülümseyen Orpin’i buldu.

“Henüz yas tutmak için erken reisim. Gel benimle!” dedi ve kolundan sıkıca tuttuğu Arlen’i kendisiyle gelmesi için sürüklemeye başladı. Sivri şapkalı Orpin’in kuvvetine karşı koyamayan Arlen, kadim dostu ve silah arkadaşının peşinden sürüklenirken tökezlediği sırada bu sefer sol koltuk altında ufacık, kızıl örgülü saçlarının arasındaki başını ona çevirmiş korkulu ama gururlu bir ifadeyle ona bakan Orpin’in biricik kızı Mir bitiverdi.

Ağır ağır ilerleyen üçlü yavaşça şimdi alevlerin etrafını sarmış olan kalabalığı yararak ilerliyordu. Kabalalık içerisinde her yeni halkada insanların feryadı daha da artıyordu. Artık alevlerin yanı başına geldiklerinde en önde olanların bir kısmı yerlere kapaklanmış dövünüyor, bir kısmı da birbirine sarılarak ağlaşıyordu. Aralarından geçerken insanların korku ve kederli yüzünü gören Arlen, onların evladı Akbel için değil, kendi evlatlarının hayatına sebep olacak yeni bir savaş döneminden dolayı ağladıklarını anlayabiliyordu. Bütün kabalığı yarıp alevlerin yanına vardıklarında Arlen’in yavaşça oturmasını sağlayan Orpin ve Mir ardından Akbel’in cansız bedenine doğru ilerlediler ve onu, altındaki kumaş parçasından tutarak alevlerin dibine yaklaştırdılar. Tıpkı Arlen gibi yaşlı olan Orpin kızıyla göz göze gelerek tebessüm ettiğinde babasının yüzüne korkuyla bakan henüz yedi yaşlarındaki Mir, koşarak ona sarılıverdi. Kızının başını iyice göğsüne bastıran Orpin de artık gözlerine hakim olamıyor, yanaklarından süzülen yaşların akmasını engelleyemiyordu.

Yanı başında vuku bulan vedalaşmanın ne anlama geldiğini anında kavrayan Arlen olduğu yerden kalkıp Orpin’e ulaşmak istediği esnada sağ ve solunda beliren kollar tarafından yeniden oturtuldu. Etrafındakiler onun korumalığını yapan en sadık adamlarıydı ve Orpin’den onu uzak tutmalarına dair emir almışlardı. Hareket etmeye çalışan reis etrafındakilere onu bırakmalarını emrediyor, kimse dinlemeyince de onları idam ettireceğine dair tehditler savuruyor, küfürler ediyordu.

Babasından ayrılır ayrılmaz başını öne eğen Mir, bir iki defa burnunu çekip elleriyle yaşlı gözlerini ovuşturduktan sonra hiçbir şey söylemeden reisin ve korumalarının yanına koşuşturdu. Yanından geçerken başı öne eğik, kimsenin yüzüne bakmamaya çalışan ufak kızın kederli yüzünü gördüğünde kan beynine sıçrayan Arlen, ne kadar çabalasa da onu sıkı sıkıya tutan zincirleri kıramıyor bu da daha çok sinirlenmesine sebep oluyordu. Çaresizlikle bir süre çabaladıktan sonra faydası olmadığına kanaat getirerek bu durumu kabullendi ve sessizce ağlamaya başladı.

Alevlerin etrafını saran kalabalık iyice uzaklaştığında artık Akbel’in yakınında yalnızca Orpin kalmıştı. Yaşlı savaşçı başındaki şapkasını çıkardı ve yerde yatmakta olan çocuğun üzerine, göğsünü kapatacak şekilde bıraktı. Üzerindeki kara gömleğin kollarını dirseklerine kadar katladıktan sonra kemerine sokuşturulmuş bir bıçağı alarak sol bileğine uzunca bir kesik attı. Bir dizinin üzerine eğilirken sağ elinin baş parmağını bileğindeki kesiğe tutarak parmağının kızıla boyanmasına sebep oldu ve hemen ardından çocuğun üzerindeki şapkaya tepesinden aşağı doğru bir çizgi indirdi. Sol bileğindeki sızı ve acı karşısında tebessüm eden Orpin, bıçağı diğer eline alarak bu sefer sağ bileğine bir kesik attı. İki bileğinden de oluk oluk kan akmaya başlayan Orpin, kemerine iliştirilmiş bezden bir keseye ulaşarak onun ağzını tutan düğümü gevşetti ve ellerinin ikisini de kanayan bileklerine kadar bu kesenin içerisine sokup, bir kaç hışırtının peşi sıra avuçlarında beliren gümüşi zarlarla birlikte tekrar dışarı çıkardı. Keseden çıkardığı ve kısacık sürede neredeyse tamamen kızıla boyanmış olan zarları tek bir avucunda topladıktan sonra yavaşça şapkasını ucundan tutarak, bir yanını havaya kaldırdı ve zarları boşluktan içeri yuvarladı. Bilekleri her an şişiyormuşçasına bir his yayarak Orpin’in komutlarına karşılık vermemeye başlıyorlardı. Titreyen parmaklarını oynatmakta zorlanan Orpin kısa bir süreliğine reis ile göz göze gelip hemen arkasından hala başını yerden kaldırmamış kızına bakarak ritüeline başladı.

“Dağın ilk katındaki alevlerin efendisi, gölgelerle anlaşmaya geliyorum. Yolumdan çekil!” dedi ve biraz önce yukarıdan aşağıya çektiği çizginin en altına yatay bir çizgi daha çekti. Kısa bir süreliğine etrafında meraklı gözlerle onu takip eden insanlara manasız bir şekilde bakındıktan sonra zaman kaybetmeden devam etti.

“Dağın ikinci katındaki suların efendisi, gölgelerle anlaşmaya geliyorum. Yolumdan çekil!” dedi ve öncekinin hemen üzerine bir çizgi daha çekti. Babasının burnunda beliren bir ıslaklık usulca dudaklarına inip oradan da ağzının içerisine hücum ettiğinde başını ilk defa kaldırmış olan Mir, yerinden kıpırdamamak için yanındaki askerin koluna sıkıca sokularak dudaklarını ısırmaya ve sessizce ağlamaya başladı.

Dudaklarından içeri akan kan ağzını doldurmaya başladığında tüküren ve peşinden ciğerlerine derin bir nefes çeken Orpin, ruhunun bedenini terk etmeye başladığının bilinciyle zaman kaybetmeden ritüelini bitirmek için yeniden başını kaldırdı. “Dağın üçüncü katındaki toprağın efendisi, gölgelerle anlaşmaya geliyorum. Yolumdan çekil!”

Sözlerinin hemen ardından ağzına doluşan ve artık tutamadığı bir kan hücumunun önünü açarak onları kusmaya başladı. Bedeni her saniye daha da ağırlaşıyor, bu da hareketlerini yavaşlatıyordu. Başı artık belirgin bir şiddetle titremeye ve yanak kasları seğirmeye başlamıştı. Vücudunda kalan son enerjisi ve parmaklarını hareket ettirecek son irade kırıntılarını bulmaya çalışarak kendisini zorlayan Orpin sağ elini dördüncü defa şapkasına uzattı.

“Dağın dördüncü katındaki rüzgarın efendisi, gölge…” nefesinin kesildiğini hissetti. Kendisini zorlayan öksürükler eşliğinde son kelimeleri söylemeye çalıştı. “gölge… gölgeler…” ağzına doluşan kan, dişlerinin arasından aşağılara süzülüyor ve yerde yatan ufak bedeni kızıla boyayarak otlara dökülüyordu. Ciğerine derin bir nefes çeken ve artık göz kapakları sonuna kadar açılmış olan Orpin biraz rahatladığını hissederek devam etti. “ gölgeler… gölgelerle anlaşmaya… geldim.” bir süre durakladıktan sonra “Yolum… yolumdan çekil.”

Bedeni artık karşı koyamadığı derecede ağırlaştığında yaşlı savaşçı, Akbel’in küçük bedeninin üzerine yığıldı. Bunu gören ve hala göz yaşı döken Reis Arlen bedenini saran ve kaynağını bilmediği bir güç dalgasıyla, haykırışlar eşliğinde kollarını kurtarmaya çabaladı ve sonunda başararak kendisini evladının ve arkadaşının bedenlerinin yanına attı. Onların yanına vardığında başının bir yanı çocuğun karnını kaplamış kan çukuruna gömülmüş Orpin’in zor da olsa hala nefes alabildiğini görerek şükretti. Usulca başını öne eğerek Orpin’in kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra kaftanının içerisinden tıpkı Orpin gibi bir kese çıkardı.

Kalabalık  içerisinde reisin elindeki kese görüldüğü anda bir şaşkınlık dalgası yayıldı ve insanlar arasında mırıldanmalar başladı. Etrafında olup bitenden habersiz başını kaldıran Mir, babasının hareketsiz bedeninin yanı başında elinde bir keseyle reisi gördüğünde hayret etmekten kendisini alamadı. Reis keseyi çıkardığında olacakları anlayan kalabalıktan buna mani olmak isteyenler olsa bile kimsenin anlam veremediği bir hareketsizlik alana egemen olmuştu. Kaynağı belirsiz bir büyünün etkisindeymişçesine herkes pür dikkat onu izliyordu.

Arlık yerdeki kan birikintisine düşmüş bıçağı alarak önce sol ve ardından da sağ bileğine iki kesik atıp kucağında duran keseye ellerini yine bileklerine kadar daldırdı ve tıpkı Orpin gibi zarları bir ucunu kaldırdığı şapkanın altına yuvarladı. Usulca başını Orpin’in kulağına yaklaştırdı.

“Beraber kardeşim. Son bir kez daha beraber çarpışacağız.”

Reisine cevap vermek isteyen ancak dudak kımıltılarını seslendirmekte muvaffak olamayan Orpin gözlerini kırparak onun sözlerine onay verdi.

“Ey Hüküm dağının tepesindeki salonlarında, ayaklarının dibinde savaşçılarıyla ikamet eden hanlar ve hanımlar! Gölgelerle anlaşmaya, cesaretimizi ispat etmeye, ölümsüzlüğe erişmeye geliyoruz! Zamansız alıkonan bu cansız bedenin kaybolmuş ruhunu geri getirmemize yardım edin. Karşılığında ruhlarımız zamanın sonuna kadar emrinizde çarpışsın!”

Orpin de aynı sözleri fısıltılar ve ağzının yarısının batmış olduğu kan birikintisinden çıkan şapırtılar eşliğinde tekrarlamaya gayret etti.

İki Kanmaji’nin de ağız ve burunlarından hızlı bir şekilde kanlar boşalmaya, bileklerinden dökülenlerle birleşerek sivri uçlu şapkayı ve altındaki beden ile birlikte etraflarındaki otları yıkamaya başladı. Hemen o anda Arlen’in vücudundaki bütün güç, bir hortum yardımıyla çekilircesine onu terk etmeye başladı. Kolları ağır bedenini taşıyamaz olduğunda o da tıpkı Orpin gibi cansız yatan Akbel’in üzerine yığıldı. O an kalabalığı tutan bağlar çözülüverdi ve önce Mir ardından da askerler olmak üzere orada bulunan herkes reis ve savaşçının başına koşuştu.

Bir anda yanı başlarında yanan ateş çıldırmışçasına büyüdü ve kalabalığın korkarak dağılmasına, Mi r tek başına kalana kadar herkesin sağa sola koşuşmasına sebep oldu. İnsanların kimi reisin ölmesinin ardından mallarını güvenceye alıp kendilerini kabul edecek bir hane arayışına girmeyi tasarlarken, kimi de reisin çadırına yönlenerek yağmalamak ve malına mal katmayı kurguluyordu. Bu karmaşa arasında hiç kimse üç cansız bedenle baş başa kalan Mir’i umursamıyordu. Babasının başında diz çöken küçük kız, yanaklarından süzülen göz yaşlarını artık tutmaya çalışmıyor, hüngür hüngür ağlıyordu. O esnada patlayan bir öksürük nöbetiyle yaşadığını belli eden reisin yanına attı kendisini.

“Bağışla beni güzel kızım. Oğluma kin besleme. Biz ihtiyarlar…” boğazında bir şeyler düğümleniyordu. Konuşmasına ve hatta nefes almasına bile izin vermiyordu. Kendisini öksürmeye zorlayan reis, bunu başardığında ağzından fırlayan kan birikintisi küçük kızın minik ellerine sıçradı.

“Biz ihtiyarların zamanı çoktan gelmişti. İnsanlar size, sizin kaderinize emanet.” dedi ve yüzünde anlam veremediği bir tebessüm belirdi.

“Şimdi hatırladım. Zaman… Zaman… Zaman tanrılar için akar, insanlar ölmek için yaratılmış.” dedi ve kendisini ölümün kanatlarına teslim etti.

Bir kaç saniye her şeyden ve herkesten kopuk, nerede olduğunu ve zamanı idrak edemezcesine sessizce iki ihtiyar Kanmajinin etrafında salınarak ağlayan Mir, bir an sonra gelen bir başka öksürük sesiyle irkildi. İki büyük savaşçının kendi canları pahasına kurtarmaya çalıştığı çocuk derin derin öksürüyor ve gözlerini kırpmaya çalışıyordu.

Evet! Çocuk yaşıyordu!

Dağın Beşinci Katı” için 1 Yorum Var

  1. Merhaba, seçkiye hoş geldiniz. Öykünün konusu güzeldi ama izninizle bir iki şey eklemek isterim. Çok uzun cümleler var ve çoğunda virgül ihtiyacı var. Hikayeyi okumayı oldukça zorlaştırıyor. Bazı yerlerde de yazım hataları vardı. Belki biraz daha virgül, biraz daha noktayla daha akıcı olabilir. Önümüzdeki seçkilerde görüşmek üzere, ellerinize sağlık

Bahadır Satır için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *