Öykü

Dallarda Melodi Pâyesi

1-) “şimdi dünyada yalnızlığı kimse sevmiyor.”
Bir gürgen dalı değilim. Rüzgâr bilmecesini en derinlerine kadar hisseden ve bundan hoşnut bir biçimde nazla sallanan yapraklarım da yok. Fakat nasıl oluyor da yeşeriyorum bahar gelince? O dönemin parçalarını yeşile boyanmış bir ağızla söylüyorlar herhâlde, bu renge boyanmış ojeler parlıyor tırnaklarda ve parçalar renk buluyor.

Aynı ellerle yeşillikleri sayıyorlar.

”Eğleniyor musun?” diye sordu konser ışıklarının ormandaki ağaçları en çok aydınlattı an Ceren.

Uğultularla kaynayan konser alanı, yaslamış müziğini binlerce yıllık sessiz bir ormana.

”Çok ses var! Sanki dünyanın kalbi burada atıyormuş gibi!” Bağırıyorum. Ağlak gitarların sesi, belki de bu kadar ağlak olduklarından ötürü gözyaşları sesimi emiyor. Ceren duyuyor.

”Öyledir. Her yaz burada konserler verilir. Halk müziğinin şefkatinden tut, metalin sert kalbine kadar. Pamuklu şefkat buradan yükselir. Demirlerle dövülen sert kalbin bağırışı da.”

Cevap vermiyorum.

İnsanın içine hayat dolarken konuşsa, bu bir isyan girişimi sayılmaz mı?

Ormanın yeşilinden doğan koku, müziğin yeşilinden doğan melodi ve seslerin uyumuna karışıyor. Ağaçlar kendilerini kesmeye gelen ormancıların müzik yaptığını sanıyorlar. Şimdi eski bir dostla barışıyorlar. Yanlış anlaşılmaları peynir ekmek yapıp yemek gerek.

Barışıyorlar.

2-) “bir orman gibi çoğal aramızda.”
Utku’yla çok yakın arkadaştık. Arkadaşız. Her derste omuzlarımız birbirine değerdi. Beraber otururduk. Okulun ilk ve neşenin buruk olduğu zamanlarında beraber oturmaya başlamıştık. Samimi olma ihtimalimiz ekim ayında kar yağma ihtimaliyle uçuşur bir yarış pozisyonundaydı. O sene ekim ayında kar yağdı. Utku’yla samimi olduğumuzdan mıdır, yoksa ekim havasından mıdır bilinmez, isabet eden her kar topu samimiyet ağlarıyla bürünmüş pamukcuklar kadar can yakıyordu.

Yakmıyordu.

Şimdiyse güneş bizi yirmi altıncı senemizde selamlıyordu. Yirmi altı yıllık buruşmuş bir dostluk. Ellerde balta, dillerde tekbir. Bir hafta öncesine kadar ağaçların her yapraklarına melodi dolan ormanda dolaşıyorduk.

Amaç piknik değil. Amaç mangal değil. Ellerde balta, kayboluyor ayaklar daha düşmemiş karda.

Ormanın karmaşık, insanların umrunda olmayan yerlerinde Utku’nun kendisine dedesinden kalmış bir arsa bulunmaktaymış. Bu cömert dede oyun seven bir karaktere sahip olsa gerek. Arsayı torununa bırakırken toprağın daha fazla olduğu birkaç yerine de altın yerleştirmiş. Utku böyle diyor. Utku çok fazla define temalı filmler izliyor. Utku’nun içinde yeşermemiş bir toprak korsanı var. Bu korsan denizde kaybettiği parasını toprakta bulmak istiyor. Korsanın kıyafetlerinden sular süzülüyor.

Toprak korsanı Utku yeşeriyor.

3-) “bir neşe şarkısı tutturur gider.”
Ayaklarımız arsanın eski sahiplerinin üstünden geçiyor. Otoyolların yaptığı gibi bir ilişkideyiz onlarla. Onlar toprağı, bizse ağaçları ve kabuklarını eziyoruz.

Ceren’le geçirdiğimiz bol parçalı geceden büyüyen uğultular bu ağaçları kesmiş olamazlar değil mi? Bol parçalı. Bulutlar da parçalıydı.

Paramparça olmuş kütüklerin arasında, o zamana kadar verdiği tüm zeytinlerin kıskanacağı bir ağaç yükseliyordu; bodur zeytin. Cüce ağaç. Cüce olmak ağaçları da kurtarır, insanları da. Mesela kimse bana cücelerin boylarından büyük işlere kalkışmamaları gerektiğini söylemeyez. Bu ağaç cüce olduğu sebebiyle kurtulur çevresindeki eyfel kulesinden ilham alan ağaçların kesildiği günden.

Utku kütüklerin arasında dans ederek ilerliyor. Bedenler dansı çağırır. Dans bulaşıcı bir hastalıktır. Dans ederek ilerliyorum. Sanki bu ağaçlar haftalar öncesi kendine verilen melodileri dallarında saklıyorlar ve onları ziyarete gelenlerle bu hazineleri paylaşıyorlar.

Utku’nun dedesi paylaşmıyor.

Bodur ağacın gövdesinde güneşle dans ederek parlayan çentikler meydana geliyor.

”Sekiz yaşındayım. Boyum sınıftaki herkesten kısa. Sadece senden uzunum bodur.”

Utku elini bodur ağaca koyuyor. Neil’ın önemli bir korku yazarının mezar taşına elini koyup edepsiz şeyler söylemesine özenmiyor.

Hayır, Ray Bradburyvari bir son perdesi de çekilmiyor.

Beynimde cücelerden kurulu bir çarpık kentleşme yayılıveriyor.

1) İlhan Berk, Güneyde Bir Orman.

2) Turgut Uyar, Aramızdaki.

3) Sezai Karakoç, Mona Rosa II- Ölüm ve Çerçeveler.

Dallarda Melodi Pâyesi” için 3 Yorum Var

  1. Selamlar;

    Farklı lezzetler içerek farklı bir öyküydü. Ama biraz çabuk mu bitti ne? Bir bütünden çok uzun bir maceranın giriş kısmı gibi durmuş bu. Bir sona bağlandıysa bile – üzülerek belirteyim – ben o bitişi göremedim, anlayamadım. Yalnız aralarda yaptığın kelime oyunları ve göndermeler oldukça iyiydi, okuyanın yüzünde muzip bir tebessüm bırakıyorlar.

    Eline sağlık…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *