Öykü

Dört Mevsimin Hanımları

Tarla başında bir çiftçi, elinde tırmığı, ağzında çubuğuyla tarlasını izliyordu. Hemen yanı başındaki kulübesindeki sallanan sandalyesine döndü acele etmeden. Aynı acelesiz ve dingin adımlarla sandalyeye yürüdü. Sanki o kadar çok vakti vardı ki, çabuk olmak ona gereksiz geliyordu. Böylece oturdu sandalyesine. Gözlerini tarlasına dikmiş bir biçimde, bir duygu kırıntısının bile oluşmadığı yüzündeki durgun ifadeyle izledi onu.

Çiftçi, tarlayı hiç ekip biçmezdi. Zaten tarlada yetişen de sebze-meyve değildi ya, ne gerek vardı ekip biçmeye? Elindeki tırmığı da koruma amaçlı tutardı. Birileri gelip tarlaya zarar vermesin ya da ona sahip olmaya çalışmasın diye. İşte, tam da karşıdan gelen adamın amaçladığı gibi…

Karşıdaki sık ağaçlı ormandan bir gölge ilişti gözüne. O an gözünü tarladan kaldırdı ve aynı dingin bakışlarla adama bakmaya başladı. Karşıdan gelen adamın kemik gibi bembeyaz bir suratı vardı. Gözbebeklerinde sanki alevler vardı. Zayıf, uzun boylu ve atletik bir hali vardı. O da çok zamanı varmış gibi acele etmeden yürüyordu yolda. Gözünü önce tarlaya dikmişti fakat çiftçiyi görünce gözünü onun üstüne dikmeyi daha mantıklı buldu. Ağır adımlarla yaklaştı alev gözlü adam ve çiftçide aynı ağır biçimde kalktı sallanan sandalyeden. Ağzındaki çubuğu yere tükürdü ve elini pantolonunu tutan kayışları götürerek arasına sıkıştırdı.

“İyi günler sayın çiftçi.” dedi yoldan gelen saygılı bir biçimde onu selamlayarak.

“Size de iyi günler yolcu. Sizi buralara getiren de nedir?” diye cevapladı aynı saygıyla.

“Tarlanızın ününü çok duydum. O kadar çok ki ona gelip yakından bakmak istedim.” dedi alevli gözlerinde oynaşan ateşlerle.

Çiftçi elini tarlaya doğru uzattı.

“İşte, boydan boya hepsi budur. İstediğin kadar ona bakabilirsin. Kimsenin bakması yasak değil ne de olsa.” ve ardından yavaş yavaş sandalyesine geri döndü. Cebinden bir pipo çıkardı ve onu tüttürmeye başladı. Pipodan tüten her dumanın buğulu benliğinde, yolcunun kemik rengi teni heyecanla pembeleşti.

“Gerçekten de dedikleri kadar varmış! Onu bana vermek istemez miydin? Hem, burada başında nöbet tutarak onu beklemek zorunda kalmazsın.” sözleri baştan çıkarıcı bir ses tonuyla söylenmişti. Yüzünde güven veren bir gülümseme vardı. Yine de çiftçinin tepkisiz yüzünde bir değişme olmadı.

“Hayır hayır. Ben burayı bırakmayı düşünmüyorum. Bu benim işim herkes kendi işini yapmalı.”

“Sana ne istersen veririm!” dedi alev gözlü yolcu büyük bir tutkuyla.

“Sen benim isteyeceğim şeye sahip değilsin.” dedi çiftçi tek düze bir sesle. Yolcu yıkılmıştı. Giderek artan öfkesi, kemik rengi teninde kıpkırmızı bir biçimde ortaya çıkmıştı. Yaşayan ateşleri barındıran gözleri de bir yangın gibi yükselmişti. Adamın hiddeti çiftçiyi bir adım bile geri attırmadı.

“Unutma çiftçi! Önümüz kış! Ve herkes bilir ki Kışın Hanımı soğuk ve acımasızdır!” İşte bu oldu yolcunun son sözleri ve gitti.

Aradan kısa bir zaman geçmişti. Çiftçi, kulübesine gidip buzdan, devi bir kılıç getirdi. Keskin kısmı mavi buzdandı ve üzerinde soğuğu dumanlarla tütüyordu adeta. Kabzası ise kar fırtınalarındandı. Böylece getirdi kılıcı ve tarlanın üzerine bıraktı. Sahibi gelince onu mutlaka arayacaktı. Az sonra bir kadın geldi oraya. Kimselere dokundurmadığı tarlasının üstüne çıktı kadın ve tam merkezinde durdu. Çiftçi eğilerek onu saygıyla selamladı. Kadın da aynı şekilde onu. Kışın Hanımı vaktinin gelmesini bilince, kışı getirmek için teşrif etmişti. Dal gibi zayıf bir kadındı. Bembeyaz teninde iki buz parçası gibi parlayan uçuk mavi gözler vardı. Dudakları da uçuk pembeydi. Saçları kar beyazdı ve dümdüz bir biçimde omuzlarına dökülüyordu. İri bir kar tanesiyle saçını yandan toplamıştı. Böylece saçını bir kısmı önüne gelmiyordu. Dümdüz, süsten uzak bir elbisesi vardı; buz mavisi renkte. Yakasında küçük bir kar tanesi broş vardı ve ayakları çıplaktı.

Kadın, ansızın dansına başladı. Kolları karlı rüzgârlar gibi sert ve çetin hareketlerle gidip gelirken kar yağdı. Ayağını yana doğru uzatıp, tüm vücuduyla oraya doğru kapanırken fırtınalar koptu, denizler yükseldi. Haşin dansı devam ettikçe kış gücünü gösterdi ve dört bir yana kış geldi. Ağaçların üzerini kalın kar tabakaları kapladı. Buz sarkıtları evlerin çatılarından sarktı. Kışın Hanımı dans ettikçe kış da devam etti. Hayvanlar kış uykusuna yattı, soğuk insanların içine işledi. Sadece çiftçi, tüttürdüğü piposu ve yanı başında duran tırmığıyla onu büyük bir hayranlıkla izledi. Yüzünde yine en ufak bir değişiklik yoktu ancak içi bu soğuk rüzgârlar ve kopan fırtınalarla ironik bir biçimde sınıyordu. Yağan her kar tanesi yeni haberler getiriyordu ona.

Böylece 3 ay sürdü Kışın Hanımının dansı. Çiftçinin onun için hazır ettiği kılıcını da görmekten memnundu. Her zaman olmasa da kılıcını da uydurdu bu dansa. Kılıcı her daim kullanmayı sevmezdi ne de olsa. Ne zaman çığ düşürmek ya da denizlerde hortumlar yaratmak istese kılıcını çekti ve onun savaşan bir dans yarattı. Karşısındaki düşmana indirilen darbeler ve kılıcı geri çekip yere saplayarak bitirdiği, ancak bunların hepsini büyük bir harmoni ve estetikle yaptığı bir danstı bu. Kışın son günü, o bembeyaz tenli, soğuk mavi gözlü ve soluk pembe dudaklı kadın dansının son hareketini yaptı. Vücudunu adamın olduğu yöne doğru döndürerek ellerini estetik bir biçimde ona doğru kıvırdı. Ayakları ise ileriye dönüktü. Soğuk mavi gözleriyle göz kırptı ona. Soluk pembe dudaklarında hafifi bir tebessüm oluşmuştu. Adam da aynı küçük tebessümle gülümsedi ona. Bu sırada Kışın Hanımı ilk defa konuştu.

“Tarlayı gelen ateş gözlü yolcuya verecek misin?” sesiyle birlikte soğuk rüzgârlar yüzüne vurdu çiftçinin. Kadının sesinde hiç şüphesiz bir sitem vardı.

Çiftçi cevaplamadan önce piposundan bir nefes daha çekti.

“Hayır, onda benim isteyebileceğim hiçbir şey yok.” dedi böyle bir şeyin olmasına ihtimal vermeyen, rahat bir sesle.

Kısa zaman sonra İlkbaharın Hanımı geldi. Gelişi şirin bir kahkahayla olmuştu. O da Kışın Hanımı gibi tarlanın üzerine çıktı ve dansına başladı. Ancak o bıcır bıcır bir hanımdı. Dans ederken kendi kendine bir ezgi mırıldanıyor ve bazen de mırıldanmak yerine çiftçi ile sohbet ediyordu. İlkbaharın Hanımı gelmeden önce, çiftçi karları temizledi tarladan. Onun gelişi için uygun ortamı hazırladı. Bir ıslık tutturdu kendi kendine ve işine koyuldu. Karların da hepsini temizlemedi ki, İlkbaharın Hanımı gelince eritecek bazı şeyler bulsun diye. Temizliği pek severdi bu neşeli hanım. Sonra kulübeye gidip, baharın taze çiçeklerini sakladığı bir kutudan çıkardı onları ve tarlanın üzerinde onlarla bir salıncak ördü. İlkbaharın Hanımı bu taze çiçekli bahar salıncağını pek bir severdi.

Böylece geldi ikinci hanım ve dansıyla ilkbaharı getirdi dört bir yana. O dans ettikçe bülbüller öttü, sincaplar ağaçlara tırmandı, hayvanlar ormanlarda koşup oynadı ve her canlının yüreğine aşk okunu fırlattı. Sevgi ve neşenin mevsimiydi o. Zaten halinden de oldukça beliydi bu.

İlkbaharın Hanımı balıketli, al yanaklı ve her daim yüzünde duran o kahkahaya hazır gülümsemesiyle sevgi dolu bir kandındı. Yeşil gözleriyle uyumlu, taze çiçeklerle süslü yeşil bir elbisesi vardı. Başında papatyalardan dairesel bir taç ve al yanaklarında sabah çiği yer alırdı. Saçları ise sarı ve kıvır kıvırdı. Espriler yapmayı da çok severdi. O geldiğinde hep fıkralar anlatır, çiftçiyi güldürmeye çalışırdı. Neşeliydi ve neşesi her yere bulaşırdı. Çiftçi ise sade bir tebessümle karşılık verirdi esprilerine.

Kadın kahkahalar attıkça bülbüller oluşur ve bu bülbüller cıvıl cıvıl ötüşerek tarlaya dalardı. 3 ay boyunca İlkbaharın Hanımı orada hüküm sürdükçe bülbüllerin sesleri gelirdi tarlanın derinliklerinden.

Çiftçiyi de dansa çağırmak gibi bir huyu vardı. Ancak çiftçi, başıyla onu nazikçe selamlar ve seyrine devam ederdi.

Dansı oldukça hareketliydi. Durmadan oradan oraya hareket eden zarif sıçrayışları vardı. Bu nedenle çıplak ayaklarının altı kıpkırmızı olurdu. Kollarını büyük bir sevinçle açar ve sonra göğsüne kapayarak kendi etrafında döner; ardından yeni bir coşkuyla bacaklarını oldukça geniş bir biçimde açarak tarlanın üzerinde estetik bir biçimde atlardı. Her zaman da parmak uçlarında yere iner ve elleriyle harp çalan hareketler yaparak mırıldanmaya başlardı. Hopladı, zıpladı ve kendi etrafında döndükçe etekleri etrafında uçuştu. Çiftçide ayağını ritmik bir biçimde yere vurarak ona tempo tuttu. Salıncağı ise tıpkı, Kışın Hanımı’nın kılıcına yaptığı gibi her zaman kullanmadı. Onun üstüne atlayıp ileri giderken bir ayağını, geri giderken diğerini uzatarak dansına uydurdu sallanışını. Dans etmeyi hiç bırakmamıştı o da. Bu esnada, dansın sürdüğü 3 ay boyunca kadın kışın izlerini sildi, karları eritti ve güneşin ışınları artık yeryüzüne insin diye bulutları araladı.

Hareketli bir dansın bitiriş hareketini yapmak için kollarını iyice açarak havaya kaldırdı İlkbaharın Hanımı. Sanki güneşi kucaklıyordu. Ardından çiftçiye döndü. Sabah çiğleri gözyaşına dönüşmüştü al ve tombul yanaklarında.

“Tarlayı o yolcuya vermeyeceksin değil mi?”

“Hayır, onda benim isteyeceğim hiçbir şey yok.” dedi çiftçi nazikçe ve İlkbaharın Hanımı dudaklarında neşeli bir kahkahayla, ona el sallayarak, hoplaya zıplaya gitti.

Çiftçi eline tırmığını alıp, bahardan arta kalanları düzenlerken ormanın derinliklerinden yine bir gölge ilişti gözlerine. Alev gözlü adam az sonra karşısında bitmişti. Bu defa aceleciydi; bu her halinden belliydi. Elleriyle üzerindeki gömleğin kollarını çekiştiriyordu.

“Ben çok düşündüm çiftçi. Ben de olmayan şey nedir söyle bana! Ben her şeye sahibim. Elbet senin istediğini de verebilirim! Yeter ki, şu tarlayı bana ver. İşte o zaman ben muradıma ererim sen de burada boş boş tarlayı beklemek yerine daha heyecanlı bir yaşam sürersin.”

“Madem bu kadar merak ettin, bir de üzerinde düşündün o zaman sana bana veremeyeceğin şeyi söyleyeyim: bu tarlayı.”

“E zaten benim istediğim de bu tarla be adam!” dedi gözlerin yükselen ve neredeyse gözlerinden fışkırıp adamı yakacak bakışlarla.

“Ben de bu tarlanın sahibi değilim ki. Ben onu gelen hanımlar için hazırlarım ve göz kulak olurum. Sahibi olsaydım burayı eker biçerdim öyle değil mi?”

Kemik tenli, alev gözlü yolcu öfkesini lanetlemelerle kustu. Sonra kendine hâkim olup konuyu değiştirdi.

“Kışın Hanımı yine hoyratça esip geçmiş bu tarladan öyle mi?”

“O kışın kraliçesi. O, istediği gibi esip geçer ben karışmam. Ama evet, tüm ihtişamı ve sertliğiyle geldi ve dansını yaptı.”

“Sen de hiçbir şeye karışmıyorsun yahu! Neden her şeye bu kadar tepkisizsin?”

“Eh, herkes kendi görevini yaparken başkalarına karışmak bana düşmez.”dedi ve yeni bir tütün koydu piposuna. Ardından ağır adımlarla kulübesine gitti ve sallanan sandalyesine oturdu. İleri geri sallanırken hala daha orda duran yolcuya baktı.

“Boşuna bekleme derim, burayı alamazsın. Herkesin arzusu ve tutkusudur burası. Koca bir tarlayla başa çıkabilecek misin sen hem?”

“Elbette!”

“Ben sende o ışığı görmedim. Tarlanın sahibi değilim ama olsaydım da sana vermezdim. Haydi, kal sağlıcakla.”

Bu sözler üzerine kemik rengi tenine ateşler bastı yolcunun. Yine elleri boş bir biçimde geldiği yoldan geri döndü.

Çiftçi işine devam etti bir süre sonra. Bahardan arta kalan tüm o dağılmış ortamı toplayıp yaza hazır etti. Yazın Hanımı etrafı toplamakla ilgilenmezdi ne de olsa. Çiftçi, onun için de pek sevdiği denizköpüklerini getirdi tarlaya ve bıraktı.

Çiftçi yeninden işini bitirip piposundan bir nefes daha çekerek gelecek hanımı beklerken sırtında sıcak bir dokunuş hissetti.

“Beni mi bekliyordun hayatım?” dedi yanık tenli, oyuncu bir kadın.

“Buyurun hanımefendi, her şey hazır.”

Yazın Hanımı küsmüş gibi omuz silkti.” Sende de hiç muhabbet yok yahu!” ve ardından tarlanın merkezine geçip dansına başladı.

Dansı, İlkbaharın Hanımı’ndan çok daha hızlıydı. Hareketleri oldukça seri ve umursamazdı. Kışın Hanımı’nın ciddiyetinden uzak bir biçimde alev kırmızısı saçlarını savurdu durdu. Gözleri güneşin kavurucu ışınlarıyla boyanmış gibi bal rengiydi. Güneşte yanmış teniyle alev kırmızısı saçları iyi bir uyum oluşturmuştu. Zaman zaman tepinmeye benzeyen bazen de hüzünlenip yaz yağmurlarını getiren dansını yaptı. Ama genel olarak her türlü dertten aranmış bir duruşu vardı dansının. O güldükçe denizler gelgitler halinde kıyılara burdu. Kayalar onun ayakları ve sıçrayışları altında un ufak olup kuma dönüştü ve denize karıştı.

Elleriyle bulutları kenara itti ve böylece güneşin tüm ışınları dünyaya indi. Tüm tarla boyunca, ellerini arkaya uzatıp seri adımlarla koştu ve ardından merkeze dönüp tek ayağı üstünde hızla döndü. Hızlı bir müzikte dans ediyormuşçasına kalçasına salladı ve başını da aynı ritimde sallayarak alev kırmızısı saçlarının ahenkle savrulmasına sağladı. Yüzünde mutlu, aynı zamanda yaramaz bir gülümseme vardı. Baştan çıkarıcı kahkahaları ve kaprisli tavırlarıyla yazı getirdi dört bir yana.

İlkbaharın Hanımı gibi, o da bir ezgi mırıldanıyordu. Onunki oldukça hareketli ve vücudundun her kıvrımını harekete geçirip savurmasına neden olan türden bir ezgiydi. Ama o da arada bir mırıldanmayı bırakıp çiftçiyle muhabbet ediyordu. Çoğunlukta çiftçinin suskunluğundan dert yanıyor ve ani bir dönüş yaparak bunu unutup mutluluğuna geri dönüyordu. Bazen de, onun için bırakılan denizköpüklerini yaramaz bir kız gibi mutlu gülüşmelerle etrafa saçıyor, onları bir o yana bir bu yana atarak eğleniyordu. O balon balon beyaz şeyleri etrafa dağıtmaktan büyük bir haz duyduğu her halinden belliydi.

Yazın Hanımı aşkı ve tutkuyu getirdi yeryüzüne. Eğlenceyi ve cazibeyi serpti 3 ay boyunca ve bu üç ayın sonunda bitiriş hareketini yaptı. Ellerini gökyüzüne doğru uzatarak kapadı ve dirseklerini kırarak göğsünde birleştirdi. Ardından dizlerinin üzerine çöküp başını dizlerine yasladı ve dansı bitti. Ama bu esnada soruyu sormayı da unutmamıştı.

“Bizi o alevlerime özenmiş gözlerinde ateşi taşıyan yolcuya tercih edecek misin? Peki ya tarlayı ona devredecek misin?”

“O nasıl söz hanımım! Sizleri nasıl onarla tercih ederim? Tarlayı da ona vermeyeceğim; çünkü onda benim isteyeceğim hiçbir şey yok.” Bu sözler üzerine sevinçten zıpladı Yazın Hanımı ve koşup çiftçiye sarılarak yüzüne yazın sıcağıyla ısınmış bir öpücük kondurarak gitti.

Çiftçi yeniden aldı tırmığını ve yazın eğlenerek kendini dağıtmış doğasını daha ciddi bir havaya soktu. Az sonra Sonbaharın Hanımı gelecekti. Onun için tarlayı hazır tutmalıydı. Böylece tırmığıyla neşenin son demlerini topladı ve sonbaharın hüznü için her şeyi hazır etti. Son olarak da kulübesinden kurumuş yaprak sarısında bir şal getirip tarlaya bıraktı. Sonbaharın Hanımı gelince mutlaka bu şalı arayacaktı.

Tam arkasına dönüp sandalyesine oturmak için kulübeye gidecekti ki arkasına dönmesiyle Sonbaharın Hanımıyla burun buruna gelmesi bir oldu.

“Hanımım! Ne çabuk geldiniz?”

“Eh, benim ne zaman geleceğim pek belli olmaz.” dedi üzgün bir sesle, biraz alınmış olarak Sonbaharın Hanımı.

“Buyurun, her şey hazır.” dedi çiftçi ve piposundan bir nefes daha çekerek sandalyesine oturdu.

Tarlanın merkezine gelince önce etrafa hüzünle baktı Sonbaharın Hanımı. Kızıl-kahve gözlerinde hüzün vardı. Kestane rengi saçlarının uçları ise hafif bir rüzgârla savruluyordu. Omuzları düşüktü, sanki kendine güveni henüz gelmemiş, ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Elbisesi ise kahverengiydi. Kuru yaprakların uçları gibi dilim dilimdi elbisenin etekleri. Böylece başladı dansına başlayacaktı ki birden ilk hareketi yaparken durdu ve çiftçiye döndü.

“Duyduklarım doğru mu?”

“Ne duydunuz hanımım?”

“Şu gelen ateş gözlü yolcu ve tarlayı istemesi olayı canım, ne olacak.” sesinde bir sitem vardı.

“Ah, evet. O olay doğru hanımım.”

“Kararın nedir?”

“Burayı bırakmıyorum hanımım, yeter ki siz üzülmeyin.” dedi çiftçi ve saygıyla selamladı onu.

Hüzün ve değişimin etkilerini getirdi son hanım. O hüzünlü dansını yaptıkça yapraklar sarardı ve yer yer döküldü. Bitkiler boyunlarını büktü, insanların içine bir ağırlık çöktü. Yağmurlar yağdı yeryüzüne ve dört bir yana sonbahar geldi.

Kimi zaman güneş ışınlarını yeryüzüne getirdi ve havayı ısıttı. Ertesi gün bundan vazgeçip kara bulutları çağırdı ve soğuk bir hava estirdi dünyada. Dengesiz bir ruh hali vardı. Bir öyle bir böyle yapıyordu. Ancak aylar geçtikçe o da kendine olan özgüvenini kazandı ve giderek Kışın Hanımı’na benzemeye başladı. Yerdeki kuru yaprak sarısı şalı omuzlarına attığında artık soğuğun etkilerinin kesin olarak geleceği anlaşılırdı. Duruşu dikleşir ve kış gibi ciddiyete bürünürdü. İşte böylece onun hükümdarlığı da 3 ay sürdü. Biraz aceleci, zaman zaman dengesiz olmasına rağmen en sonunda özgüvenine kavuşup soğuğu kesin olarak getirse de, kızıl-kahve gözlerdeki hüzün orada hep kalırdı.

Ellerini ağıt yakıyormuşçasına ileri geri hareket ettirerek yaprakları sarı ve kahverengiye boyadı. Sonra, saçlarını savurup, boynu bükü bir biçimde tüm bedenini aşağıya eğerken taze çiçekler boyunlarını büktü. Hüzünlü bakışları bir an olsun değişmeden, kollarını iki yana ayırıp, başını da geriye atarak tek ayağı üzerinde ileriye doğru uzanırken kuru yapraklar dallarından düştü.

Sonbaharın Hanımı hüzünlü dansının son hareketini yaparken tekrar konuştu.

“Kararından dolayı sen takdir ederim.” dedi. Bu defa sesindeki hüzün saklıydı. Artık soğuk yerleşmişti ve o tıpkı Kışın Hanımı gibi ciddi bir tonda konuşmuştu.

“Teşekkürler hanımım.” dedi çiftçi ve ardından kadın şalına iyice sarının bir hareket yaptı elleriyle ve ardından bacaklarını bir balerin gibi tamamen ayırıp yere oturdu.

Sonbaharın Hanımı gider gitmez Tam önünde ateş gözlü yolcu belirdi çiftçinin.

“Bu ne acele beyim?”

“O Mızmız Hanım gitti mi?” dedi alayla.

“Kimmiş o Mızmız Hanım?”

“Kim olacak canım! Sonbaharın Hanımı elbette! Her daim ağlamaklı bakışlarıyla pek bir sulu göz yahu.”

“Onları eleştirmek bana düşmez ama.”

“Ah evet biliyorum biliyorum! Her neyse konuya dönelim.”

“Pek bir acelecisiniz bugün.”

“Tarlayı artık ebediyen almak için geldim.”

“Bunun imkânsız olduğunu söylemiştim size. Bunu size kanıtlama vakti sanırım. Gelin, tarlanın kenarına gelin.”

Böylece çiftçi ile alev gözlü yolcu tarlanın kenarından baktılar.

“Bakın burada yetişenler ne meyve ne de sebze.”

“Bu yüzden bu kadar cazipler ya!” dedi kendinden geçen yolcu.

“İşte, bakın burası dünyanın ta kendisi. Ama onlar bile kendi içlerinde yaşadıkları bu tarlaya, yani dünyaya, hâkim olmak istiyorlar. Kendi türevlerine hükmederek en tepede bulunmak, bir nevi tarlanın sahibi ve hükümdarı olmak en büyük tutkularıdır.”

“Ya! Demek onlar bile bu amacı güdüyor, öyle mi?”

“Aynen öyle.”

“Hımm, bak çiftçi bana güzel bir fikir verdin yahu!” dedi ani bir neşeyle yolcu ve adamı kucakladı.

“Nedir o?”

“Eh, madem bunlar da aynı şeyi istiyor ben de onların arasına karışıp kendi hükümdarlıklarının hayaliyle onları kullanabilirim!”

“Bu sizin tercihiniz. O zaman yolunuz açık olsun. Tek tavsiyem şudur ki, bu tarla hiçbir ölümlüye kalmaz. Asla ebediyete kadar size hizmet edecek birini bulamazsınız.”

Yolcunun siniri bozulmuştu ancak yine de tarlaya daldı ve derinliklerine ilerleyerek gözden kayboldu.

Çiftçi arkasını döndüğünde Dört Mevsimin Hanımları’nı gördü arkasında.

“Bırakalım da istediğini yapsın. Bu dünya kime kalmış ki ona kalacak?” dediler hep bir ağızdan ve güldüler.

Çiftçi de güldü. Böylece mevsimler gelip geçmeye devam ettikçe insanlar da doğdu, büyüdü ve öldü.

Hazal Çamur

Sahi, kimim ben? Bir nefeste söyleyecek olursam: Kayıp Rıhtım Genel Yayın Editörü ve Yöneticisi, eleştirmen (gazetelerin kitap eklerinde de kalem sallıyorum), Oyungezer Dergi’de kitap köşesinin olmazsa olmazı, radyocu, Rıhtım videolarının yüzü, kimilerine göre “gıybetlimisss”, kimilerine göre eli kırbaçlıyım. Vesaire, vesaire. Gerçek hayatın sıkıcılığındaysa bilgisayar mühendisiyim, ama onu bilmeseniz de olur.

Dört Mevsimin Hanımları” için 5 Yorum Var

  1. “Bu hikaye bu seçkide olmalı aslında” demiştim kendi kendime. Ne mutlu ki sen de benimle aynı şeyi düşünmüşsün ve bu öyküyü tekrar gün ışığına çıkartmışsın. Karakterlerde “kimin ne” olduğunu bilerek okuyunca daha da farklı ve keyifli bir tat aldım bu kez. Hanımların işlenişi olsun, gizemli yolcu (ya da şeytan mı desem) olsun, yaşlı çiftçiye kadar her karakter oldukça iyi betimlenmiş. Ellerine sağlık…

  2. Bu hikayeyi okumamıştım. Neden okumadım bilmiyorum, okumuş olsaydım kesinlikle hatırlardım. Çünkü çok güzel detaylandırılmış ve tasvir açısından oldukça zengin bir kurgu olmuş. Tabii bir o kadar da çekici. 🙂

    Mevsimleri bu şekilde göstermen ve onların hüküm sürdükleri aylar boyunca dans ettiklerini göstermen insana derin bir ferahlık yaşatıyor. Okudukça okuyasın geliyor. Aradaki ayrıntılarla birlikte zaten şahane olan yazı daha da coşmuş!

    Ellerine sağlık, leziz bir öyküydü. 🙂

  3. Bu ne renkli bir hikâye öyle! İnsan o tasvirlerin karşısında gözlerini kapatıp düşlere dalmak istiyor!

    Bu öyküyü çok sevdim, hayal gücünü tetikleyen keyifli bir tınısı var. Masalsı diline şahit olmayı özlemişim ablam, bir daha araya bu kadar mesafe koymazsın umarım.

    Özelikle öykünün son kısmında, yolcunun verdiği karar ve mevsimlerin buna olan tepkisi epey hoşuma gitti.

    Parmaklarına sağlık! : )

  4. Öncelikle yorum yazan 3 beye teşekkürler :). Üçünüzün de beğenmesi beni çok mutlu etti.

    Hikayeyi yazarken dans edişleri gözümde canlanıp durmuştu. Bunu anlatırken başarılı olduysam ne mutlu bana! Çünkü benim görebildiğim gibi okuyanların da görmesini istemiştim :).

    Okurken size keyifli vakit yaşattığım için mutluyum :D. Geri dönmek gerçekten güzel ^^. Okuduğunuz ve yorumladığınız için sonsuz teşekkürler

  5. Daha önce Arlinon önerdiğinde nedense okumamıştım öyküyü. Burada tekrar görünce okuyayım dedim, ve utandım birden okumadığım için. Hayal gücüne aşık oldum diyebilirim. Muhteşem bir anlatım, resmen film eleştirisi yapar gibi “Muhteşem bir görsellik” demek geçti içimden. İnsanı duygulandıran fikir veren hüzünü ve anlamlı bir öykü.

    İçerik açısından kusursuz, bu da ufak tefek dilbilgisi hatalarını görmezdem gelmemizi sağlıyor. Ayrıca hikayenin bendeki en önemli etkisi sanırım, bir stop-motion film havası vermesiydi. İlginç bir şekilde bunu o hareket eden karelerle, buruşturulmuş kağıtlarla sunma isteği yeşerdi 🙂

    Ellerine sağlık.

Amras Ringeril için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *