Öykü

Duvar Saatinin Sarkacı

Rüzgarların kesilmesi, iki hafta boyunca kimseyi rahatsız etmedi. Öyle ki kimi bunu mevsim değişikliğine, kimi ağaçların kasabanın tüm etrafını sarmasına, kimi de kutsal pazartesilerde şarabın yanında likör ve bira tüketilmesine bağladı. Ama şurası bir gerçekti ki, tek bir kişi dahi paniğe kapılmadı. Sanki güvertede duruyor, okyanusun kendilerine doğru gelmesinden bir türlü etkilenmiyor, geminin alabora olduğunu göremiyorlardı.

Doktor Bey, duvar saatine, sarkacın tok sesine daha fazla dayanamadı; gözlüklerini masaya fırlatıp ayağa kalktı, sert adımlarla bekleme salonuna çıktı. Helanın kapısını iki kez kilitleyip “arızalı” levhası astı. Sifonu iki kere, üç kere, beş kere çekmek dahi havanın değişmesine yetmiyor, ağır bir koku bulutu olduğu yerde kalıyordu.

Haftalar geçtikçe rüzgarın eksikliği kasabada ruhsal sorunlara yol açmaya başladı. Çin’den ithal yelpazeler, Kenya’da kesilmiş muz yaprakları, katlanmış gazete, plastik tabak, karpuz kabuğu, hiçbir şey ama hiçbir şey yeterli gelmiyor, çölde dile düşmüş birkaç damladan öteye gitmiyordu.

Yine de o kadar katlanılmaz değildi durum, ta ki nalburun kızı piyes binasının çatısından kendisini boşluğa bırakana kadar. Ölmek üzere olan kızın ağzından ne çıksa buyurursunuz! Önce dudakları gelirdi, ince bir gülümsemeyle, sanki başucunda diz çökmüş doktorun ardına, ötesine bakıyormuşçasına “Hissettim!” dedi.

Ben de oradaydım, nezleden yeni kurtulmuş, burnumun kenarında kuruyan kabukları soyuyordum. Gerçekten de o güzel genç kız, birkaç saniyede tüm özlemini gidermiş, hayattan öpücükler alarak veda etmiş gözüküyordu. Öyle öpücüklerdi ki, uzun süredir kapanmak bilmeyen, her geçen gün fenalaşan yaraya, parmak şıklatma süresinde derman sağlamıştı. Yani haklıydı kızcağız. Fakat kurtuluş sayılabilir miydi bu, bir kaçıştan ötesi olduğu düşünülebilir miydi?

Doktorun zamanında müdahalesi ve hademenin görev bilinciyle piyes salonunun dev ahşap kapıları bir daha açılmamak üzere mühürlendi. Binanın çevresine hendek kazıldı, en sonunda da ormandan dikenli çalılar kesilip bahçeye serildi. Ne var ki kimseyi durdurmuş sayılmazdı bu önlemler. Huzurun kokusunu almış insanlar ellerinde merdivenle geziniyor, dayayacak bir duvar arıyor, kayalara çıkıyor, ağaçlara tırmanıyor, buldukları yüksek noktadan kollarını açıp kendilerini boşluğa salıveriyorlardı, salıverip duruyorlardı. Her birisi olgun bir armut gibi yere çarpıyordu. Ne var ki yumuşak zemin, mutlulukla değil, günler süren iç kanama ve ıstırap dolu saatlerle sonlandırıyordu bu niyetlerini. Tüm bu çılgınlık yetmezmiş gibi, ölüm döşeğindeki herkes, “Değerdi, yüz kere de değerdi bin kere de!” diyerek veda ediyordu.

Doktor bey, umursamazlık hapları hazırlamaya başlamıştı. Her akşam, eczacıyla kafa kafaya verip mahzene iniyordu. Mavi haplar hazırlıyordu; hafif şiddetteki hastalar için. Onlara en azından rahat bir uyku sağlamak istiyordu. Genelde yaşlı hastalar ve dört yaş altı çocuklar üzerinde kullanıyordu. Gebeler ve alkolikler için de…

Yeşiller, orta kıvamdaydı. Hemen herkese rahatlıkla yazılabiliyordu. Hatta kesimden önce inek, eşek, keçi gibi besi hayvanlarına vererek etlerinin yumuşaması, ağızda rahat dağılmasını sağlıyordu.

Turuncular güçlüydü. Bu nedenle unutkanlığa sebep veriyordu. Annesini kaybetmişlere, oğlunu gömenlere, bir de doktor beyin ev sahibine… Cadaloz kadının aklına kira düşmüyor, neredeyse hiç istemeye gelmiyordu bu sayede.

Kırmızılar, tehlikeli hastalar içindi. Kaya gibi sağlam bünyeleri olanlar, ilaçlara bağışıklık kazanmışlar içindi. Kasabalıya arkadan yaklaşıp pandik atan deliye, finallerden önce komşu kasabanın futbol takımına, komşunun dolgun göğüslü kızına, eh bir de tutturabilirse sınav günü hocaya.

Cadı da boş durmuyor, ceylan derisine dua yazıyor, şişelere iksirler dolduruyor, kedi patisinden muska yapıyordu. Sanki doktorla bir olmuş, açlıktan kırılan halkın ağzına toprak tıkıyordu. Doktor da farkındaydı büyücünün, ne var ki kendi hastalarına zor yetiştiği için artık önemsemiyordu o deli karıyı. Sırtına binen yükü hafiflettiği için neredeyse minnet bile duyacaktı hani! Öyle bir bolluk içindeydi.

Aynaya baktığında göbeğinin iyice şiştiğini fark etti. Neredeyse kısa boyuyla dengelenecek, enine boyuna bir olup tostoparlak bir yuvarlağa dönüşecekti. Yine de çalışma masasındaki limonlu keke uzanmasını engelleyemedi. Ben de oradaydım, kapının aralığında duruyor, gözümü ona dikiyordum. Artık aklına hangi pişmanlık düştüyse, kek boğazına takıldı, öksürük nöbetleri arasında ayağa kalkıp kapıyı suratıma çarptı.

Kahvesinden çektiği yudumlar rahat nefes almasını sağladı fakat gözlerinin önünde bir görüntü belirdi. İlk defa kendisinde hesap soran birisi çıkmıştı; bir de bastırdığı iç sesini sayarsa iki kişi. Pencerenin başına geçti, eskiden ağaçların eğilmesini, kuru bir yaprağın oradan oraya sürüklenmesini izlerdi, böyle rahatlardı. Şimdi ise sessizlikten başka bir gürültü çarpmıyordu kulağına. Bir de üstüne üstlük sokakta birer ruh gibi gezinen insanları görüyordu, uyuz sokak köpeklerini andırıyordu her biri.

Sertçe çekti perdeleri, sekreterine bugün için paydos ettiğini söyleyip arka kapıdan kaçarcasına çıktı. Ne kendisine selam vereni gördü ne de pas atılan topu. Doğru kasabanın batı tarafına, bir süredir ziyaret ettiği bir tepeye yöneldi.

Kötü birisi sayılmazdı. Dilenciye sadaka verir, vergisini öder, tıraş olur, sokağa takım kıyafetle çıkar, çöpe musallat olan köpekleri kovalardı. Yıllar önce yaşlı bir kadının kefen parasını bile karşılamıştı. İyi birisiyim ben, dedi kendi kendisine.

Nasıl ki dostlarımızın bol keseden attığı övgüleri inkar etmek için ağzımızı açıp tek kelime etmezsek, her dokunuşla gururunuzun bir hoş olmasını engelleyemez, sükunetle dinlersek her birini, işte kendi içimizde yatan gerçekleri de öyle haykıramaz, yalanları inkar edemeyiz. Fakat dile gelmeyen her gerçek bir diken bir batar, adım adım tenimizin içine girip etimizde dolaşır, ta ki kalbimize denk gelene kadar. İşte bu gece de ilk defa diken doktorun kalbine dokunuyordu. Bu miniminnacık temaslar, doktorun ruhunu sarsıyor bedenini titretiyordu.

Aradan üç hafta geçti. Doktor, on iki buçuk kilo vermiş, omuzları çökmüştü. Uykuya dalmakta sıkıntı çekiyor, her seferde kabusla yataktan fırlıyordu. Elleri titriyor, mavi hap hazırlarken nitrot tozunu bir türlü kararınca veremiyor, hep fazladan kaçırıyordu. Gözleri de çökmüştü. Sanki her geçen haftada beş yaş yaşlanmıştı. Daha fazla inat etmeyi bıraktı, önlüğünü askılığa çıkartıp ormana, büyücünün kovuğuna yol aldı. Sokakta sallana sallana gezinen kasabalıları görmemek için başını öne eğiyor, yine de o yürüyüşlerdeki bozuk temponun ve ayakları yere sürtmenin yankısının kulağına dolmasını engelleyemiyordu.

Karşısında doktoru görünce kısa bir tedirginlik yaşayan Cadı hemen kendisine geldi, bir zafer kazanmış komutan edasıyla karşıladı adamı. Doktor, niyetini anlattı. Yarım yamalak kurtuluşlar geçici sonuçlar üretse de karşılarına çıkan bu sıkıntıdan tamamen kurtulmalarını sağlayamıyordu. Kafa kafaya verip bu sıkıntı karşısında etkili bir çözüm yolu bulmalılardı.

Cadı, üzerinde oturduğu sandığı açtı. İçindeki değerli mücevherleri, yarı kıymetli taşları, kemik pipoyu, ipek örtüyü gösterdi. “Herkes memnun, ne diye ortalığı karıştırıyorsun?” dedi, “Yakında üçüncü katı da çıkacakmışsın, ne güzel, daha ne istiyorsun be adam!”

Doğru söylemişti Cadı; doktor son aylarda ömrünce beceremediği kadar kesesini doldurmuş, komşu kasabadan seksen dönümlük buğday tarlası bile satın almıştı. “Fakat…” dedi, gerisini getiremedi doktor, doğru söylemişti Cadı.

Ayaklarını sürterek döndü evine. Her adımda nefesi tıkanıyor, bedeni ağırlaşıyordu. Bahçe kapısından içeri adım attığında üçüncü katın dizilmeye başlanmış tuğlalarına gözünü dikti. Başını tekrar öne eğdi, ağır adımlarla eve girdi, çalışma odasına geçti. Kanepeye boylamasına uzanıp, o gece ilk defa kendi hazırladığı hapı tattı. İlk izlenimi doğrultusunda, ertesi günden itibaren biraz meyve aroması katmak için not aldı.

Hap boğazından aşağı indikten birkaç dakika sonra hissetti; demek bu yüzden hastaların yüzüne kan doluyordu. Duvar saatinin sarkacına takıldı gözü, zira tüm odada hareket halindeki tek eşyaydı. Yavaş yavaş oda eriyor, karanlığa gömülüyor, ardında sadece sarkacı bırakıyordu.

Henüz küçük bir çocukken ailesiyle birlikte pikniğe çıkardı, annesinin kurduğu salıncakta buldu kendisini. Heyecanla ve bir o kadar da korkuyla bir o yana bir bu yana salınırdı. Engebeli tepeden aşağı koşar, boyunu aşan başak tarlalarına dalardı. Kaplumbağa bulmuştu bir gün, parmağına işemişti hayvan. Hemen yere atmıştı hayvanı. Başka bir gün de kardeşini kaybetmişti. Uzun uğraşlar sonunda ancak güneş batmadan önce, otların arasında kıvrılıp uyurken bulmuşlardı kızcağızı. Oyunu uzatan zavallı, yorgun düşmüş, olduğu yere uykuya dalmıştı.

Doktorun güzüne bir gülümseme kondu. Tekrar odaya döndü ve de duvar saatine. Ne kadar uğraş verirse versin, kendi çapından dışarı taşamıyordu sarkaç. Umarsızca, amaçsızca ve de hiç vazgeçmeden olduğu yerde dönüp duruyordu. Fakat mutluydu, öyle olmalı ki devam ediyordu yolculuğuna, görevini yerine getiriyordu.

Kendisi de sarkaç gibiydi. Türlü türlü zorluklara karşı geliyor, çabalıyor, direniyor ve tabii ki üstesinden geliyordu her birinin. Bir ışık demetiydi tüm bu karanlığa boşalan. Kendisi olmasa, senelerdir akademide öğrendikleri, hastalarından edindiği tecrübesi ve tabii ki en önemlisi, parlak zekası olmasa nice olurdu kasabanın hali.

Kendine olan güveni yerine gelmiş, karamsarlığı akıp gitmişti. Hafiflediğini hissedebiliyordu, neredeyse ruhun varlığına, bir ağırlığı olduğuna ve ceket giyer gibi sıkıntıları sırtına geçirdiğine inanacaktı. Gülümseyerek gözleri yumdu, geçen aylardan sonra ilk defa kesintisiz bir uyku çekti.

Deniz Eksilen

Öykü, roman, novella, deneme ve şiir yazıyorum. Psikolojik hikayeleri seviyorum. Arada gerçekçi kurgular kullansam da, bilimkurgu ve fantastik favorim. Yorgos Lantimos izliyor, Marcel Proust okuyor, Heraklitos'u düşünüyor, Carl Sagan'ı anıyor, Progressive House dinliyor, scooter kullanırken elimi uzatıp otlarla tokalaşıyorum. Rüzgarı, dalgayı, ve abartmadığı sürece yağmuru seviyorum. Anime ga daisuki desu.

Duvar Saatinin Sarkacı” için 11 Yorum Var

  1. Merhabalar,
    Mümkünse yorumlarınıza eleştirilerinizi, düzeltmelerinizi ve önerilerinizi eklerseniz memnun olurum. Kendimi geliştirmek adına her türlü yardıma açığım.
    Teşekkürler.

  2. Çok güzel bir öykü olmuş. Çok değerli anlamlar içeriyor ve fazlaca gizemli havasıyla da, okuyana hikayenin buhranını buram buram koklatıyor.

    Bir tek şey gözüme fazla battı :

    ” Kırmızılar, tehlikeli hastalar içindi. Kaya gibi sağlam bünyeleri olanlar, ilaçlara bağışıklık kazanmışlar içindi. Kasabalıya arkadan yaklaşıp pandik atan deliye, finallerden önce komşu kasabanın futbol takımına, komşunun dolgun göğüslü kızına, eh bir de tutturabilirse sınav günü hocaya. ”

    Komşunun dolgun göğüslü kızına kısmına kadar çok güzel bir sarkayzim hakim paragrafa. Yalnız o noktadan sonrası beni hoşnut bırakmadı. Hem paragraftaki dozajı yerinde alaycılığı abarttığını hem de anlam itibariyle hoş ifadeler olmadıklarını düşünüyorum.

    Ellerinize sağlık, çok çok beğendiğim, bayıldığım, bittiğim bir öykü oldu bu.

    1. Merhabalar.

      Kırmızı haplar paragrafı için eleştiriniz oldukça yerinde. Oradaki mizahı koruyup daha iyi, daha kaliteli, öyküye uyacak örnekler sunmak istemiştim ama ne yazık ki zaman yeterli gelmedi. Çıkarmaya da gönlüm el vermedi. Şimdi sizin işaret etmenizle gözüme daha bir bayağı gözüküyor. Öykünün ağırlığını taşıyamıyor gibi duruyor.

      Okuyup yorumladığınız ve özellikle de eleştirini belirttiğinizi için teşekkürler. Beğenmenize sevindim.

  3. Merhabalar.
    ”Doğru söylemişti Cadı; doktor son aylarda ömrünce beceremediği kadar kesesini doldurmuş, komşu kasabadan seksen dönümlük buğday tarlası bile satın almıştı. “Fakat…” dedi, gerisini getiremedi doktor, doğru söylemişti Cadı”
    Bu paragraftaki ‘Buğday tarlası,’ ifadesinin yanlış olduğunun düşünüyorum. Bir tarla hiçbir zaman tek bir ürüne ayrılmaz, verimlilik açısından. Bunun yerine ‘…seksen dönümlük bir tarla,’ denseydi daha iyi olurdu. Tabii bu tarlada şuan buğday ekili olduğunu kastetmiş de olabilirsiniz; ancak ekili bir tarlanın satılacağını düşünmüyorum.
    İlk bakışta öykünüz bir finale bağlanamamış gibi dursa da öykünün mükemmel bir şekilde nihayete erdiğini düşünüyorum. Tebrikler.
    Karakterlerin gerçekçiliği, hikayede verilen ayrıntılar, betimlemeler ve anlam derinliği başarılıydı. Elinize sağlık.

    1. Merhabalar.

      Bugday tarlası konusunda hem yanlışımı bulmuş hem de düzeltmişsiniz. Açıkçası aklıma bu detaylar hiç gelmemişti. Ama iyi oldu, böylece ayrıntıların farkına vardım. Bendeki kopyasını “zeytinlik” olarak değiştiriyorum.

      Önceki aylarda betimlemeler ve ayrıtılar ile ilgili eleştiriler almıştım. Elimden geldiğince düzeltmeye çalışıyordum. Yorumunuz doğrultusunda doğru yönde ilerlediğimi umuyorum.

      Okuyup yorumladığınız için teşekkürler. Tarla konusu için de ayrı bir teşekkür.

  4. Şunu söylemeliyim ki, diyara giriş için harika bir paragraf olmuş. Okurken “ben burayı biliyorum!” dedi içimdeki buralı 🙂 Ayrıca, evet. Hem bizimkine ait hem de bizimkinden farklı bir diyar gibi orası. Yine de, belirtmek istedim; Ağaçların kasabanın etrafını sarması bir anda olmadıysa, olağan rüzgarların aniden kesmesi için bir sebep olarak gösterilemez gibi geliyor bana (Evet, okudukça yazıyorum. Bu muhteşem girişten sonra beni ne gibi sürprizler bekliyor bilmiyorum:) )

    İkinci paragrafın girişi de, aynı şekilde. İlk bölümü “anlatıcının bahsettiği” bir şeyden çıkartıp, şu soğuk kış gününde okuyucunun düşündüğü bir şeye çeviriyor. Her anını tek tek övmem gerekecek gibi. Bunun yerine, özellikle değinmek istediğin kısımları yazacağım yorumumun devamında.

    “kendilerini boşluğa salıveriyorlardı, salıverip duruyorlardı. ” ımm. Böyle ikilemeli anlatımları beğenirim aslında ama burada nedense, biraz daha farklı yazılması gerektiğini hisettim. Gözüm o virgüle takıldı. Ve devamındaki kısmın daha edilgen olması gerektiğine dair minik bir hissime… Elbette, tercih yazarındır 🙂

    “eh bir de tutturabilirse sınav günü hocaya.” Bu öykünün de alegori ağırlıklı olacağını umuyordum ama bu kısım, ağırlığın boyutlarını sanımın ötesine kadar çıkarttı 🙂 Gülümseten ve, girişteki iç sesimi “evet evet. Ben burayı kesinlikle biliyorum!” şekline getiren tarzda…

    “Sırtına binen yükü hafiflettiği için ” ımm. Genelde bu kısım “tercih”e kalıyor ama, bazı okurlar için “için”i ikinci defa kullanmaman tercih edilebilir belki? “hafiflettiğinden” tarzında bir ifade bu sorunu halledecektir eminim.

    Ve, bu muhteşem şeyi bitirdim. Ne yaşadığımı bilmiyorum ama her bir kısmını keyifle inceledim. Anlatıcı olarak karakterin iç sesini seçtiğini düşünmüştüm. Kapanan kapıdan onu gözetleyen şeyin, eşiğin ötesindeki aynayı dolduran yansıması olduğunu… O konudan hala emin değilim (eğer bu şekilde kurguladıysan, hayranlığım katlanacak)
    Uzun zamandır okumuyordum ne senin yazdıklarını ne de seçkiye gönderilen diğer hayalleri ama görüyorum ki çok ama çok ilerlemişsin. “Mükemmel” bir iş burada seyrettiğim.

    Öykünün sonunu “karanlık” olarak görüyorum. Kendine has o karanlığı yine vermekle kalmayıp, yarattığın bütün diyara yayıyorsun. Merak ettim, rüzgarı hissetmek için kendisini ilk bırakan karakterin “o kız” olmasını özellikle mi seçtin? Yani, bir başkasını yerleştirebilir miydin onun yerine rastgele şekilde? Böyle sorduğuma bakma, nihayet noktasını çok “uygun” bulduğum için, özellikle yapıp yapmadığını öğrenmek istiyorum sadece 🙂
    “Keşke öykünün ismi daha farklı olsaydı” demekten alamdım kendimi ama düşününce, çok da doğru bir isim aslında. Öykü, o noktada bitiyor bir anlamda ve orayı anlatıyor zaten. Üstelik, “ne sarkacı yahu?” diyerek de okunabilir son noktaya kadar. Ama, başka bir şey olabilir miydi isim yerinde sence?

    1. “Sırtına binen yükü hafiflettiği için ”
      Buradaki düzeltme için teşekkür ederim. Biraz otomatik yazdığımın farkına vardım, sanırım farklı olanakları da değerlendirmeliyim.

      “Anlatıcı olarak karakterin iç sesini seçtiğini düşünmüştüm. Kapanan kapıdan onu gözetleyen şeyin, eşiğin ötesindeki aynayı dolduran yansıması olduğunu… O konudan hala emin değilim (eğer bu şekilde kurguladıysan, hayranlığım katlanacak)”
      Maalesef ben senin kadar geniş olasılıkları göremiyorum. Düşünce tarzına hayran kaldım ama benim aklımın uzundan bile geçmemişti bu kadar derin bir anlatım. Sadece üçüncü tekilde anlatırken arada birinci tekili araya serptim. Hem de oldukça pasif bir halde. Buna bir ad verilse artık; ne olduğu belirsiz anlatıcı, falan denilebilir.

      İsim konusunda bir alternatif düşünemedim. Yani benim için oldukça yeterliydi. Öykünün başında ve sonunda yer alıyor, kahramanın ruh halini etkiliyor, eh öyküye bir son yazıyor diye. Fakat tavsiyeleri de duymak isterim. Sonuçta farklı bir bakış açısı sunacaktır.

      Öyküyü beğenmene sevindim. Okuyup eleştirdiğin için teşekkürler. Umarım gelecek ay seni de okuyabiliriz.

  5. Merhaba, ellerinize sağlık güzel öyküydü. Yorumlara katılıyorum ve kendimce gördüğüm eksikleri ve beğendiklerimi eklemek istiyorum;
    — 2. ve 3. paragraf yer değiştirirse daha anlamlı olacağını düşünüyorum.
    — Ben de oradaydım paragrafını çözemedim. Eğer öyküyü kahraman gözüyle ele aldıysanız mantık hatalarıyla dolu olacak, eğer ki üçüncü tekil şahıs anlatımıyla öyküyü ele aldıysanız, ki ben öyle algıladım bu paragrafta hata var diye düşünüyorum.
    ++ Hapların çeşitli ve etkilerinin farklı olması güzel olmuş.
    ++ Rüzgarı hissetmek için yüksekçe bir yerden atlamak, hem ilginç hem de güzel olmuş.
    ++ Doktorun kirayı unutturmak için hap kullanması tebessüm etmeme ve doktora kızmama neden oldu. 🙂
    Kaleminize sağlık, gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

    1. Merhabalar,

      2. ve 3. paragrafın yer değişikliğini harika yakalamışsınız. Tavsiyeniz doğrultusunda öyle okudum, gerçekten de daha akıcı oldu. Bendeki kopyasını değiştirdim.

      Son iki öykümde değişik bir anlatıcı denemek istedim. Kalemimi biraz serbest bıraktım. Hikaye tamamen 3. tekilde giderken, araya bir-iki 1. tekil ekledim. Hem de pasif halde. Kek hamuruna tuz katmak gibi. Bilerek yaptığımı gören okuyucunun bu lezzetten hoşlanacağını umuyorum.

      Okuyup eleştirdiğiniz için teşekkürler. Tekrar görüşmek dileğiyle…

  6. Merhaba;
    Takıldığım birkaç yer oldu benim de;
    Helanın kapısı.-hela daha çok köy öykülerinde yer alır, buraya yakışmamış diye düşündüm.
    dudakları gelirdi-dudakları gerildi
    arkadan pandik atan deli-öykünün en zirve yapacağı noktada biraz tuhaf kaçmış
    sınav günü hocaya-hapların kullanıldığı yer hep birinci kişilerken burada önce öğrenci alacak sonra hocaya verecek(çok mu detay oldu:)
    Doktorun 3. katı çıkacak olması- Bu da kurguya gitmemiş sanki

    Atmosferi ve sıkıntıyı çok iyi vermişsiniz. Ellerinize, yüreğinize sağlık.

    1. Merhabalar,
      Nasıl olduysa yorumunuz gözümden kaçmış, lütfen bağışlayın. Belirttiğiniz noktalar da hiç de haksız değilsiniz, üzerine duracağım.
      Okuyup yorumladığınız için teşekkürler.
      Tekrar görüşmek dileğiyle…

Servet Tursun için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *