Öykü

Evrenin Sonundaki Şelale

Martine’in becerikli ellerinin fırçayı sallayışını izlerken dalıp gitmiştim. Hipnotize edici bir görüntüydü. Sanki diğer tüm evren parçalarının durduğu bir andı. Sadece karşımdaki arkeolojik alt küme hareket halindeydi. Kel kafasından yansıyan güneş ve mavi çerçeveli tuhaf gözlüğüyle bir uzaylıyı andıran arkadaşım işini bitirdiğinde ortaya Viking işi olduğu hemen belli olan ahşap bir sürahi çıkmıştı.

“Sana söylemiştim Archia. Bu kalıntıların boynuzlu savaşçılarımızdan kaldığı şüphe götürmez. Endişelerin yersiz.”

Elbette Martine Vikinglerin aslında boynuz takmadıklarını, bunun filmlerle bağlantılı bir tür yanlış olduğunu biliyordu. Benim endişelerimi fazla küçümsediğine dair endişelerimi kendime sakladım. Gökyüzü yağmur yağacakmış gibi karardıktan sonra şimdi yeniden maviye boyanmaya koyulmuştu.

Mola yerimiz şelalenin yüz metre kadar ötesinde kocaman yaşlı bir ağacın dibiydi. Tüm ekibin kendine yer bulabileceği cömert bir alandı burası. Koca Gemius geniş kalçalarını sıska bir iskemlenin üzerine yaymış arkadaşlarına tütün sarıyordu. Bu toplu kanser seansının ötesinde yalnız kovboyumuz Reddie’nin çimlerin üzerinde siesta moduna geçtiğini görebiliyordum. Bir anlık uyanışında bakışlarımız karşılaşınca şapkasını oynatarak hafif bir selam verip şekerlemesine devam etti.

“Gemideki o garip kıvrımlar,” dedim Martine’e dönüp, “onu Vikingler inşa etmiş olamaz. Daha önce üzerinde çalıştığımız batıkları getir gözünün önüne. Hyde Şelalesi’nin dibindeki gibi, ya da başkaları ne bileyim. Buradakine benzer bir tanesini hatırlıyor musun?”

“Bir konuda haklısın.” diye sözüne başladı arkadaşım elindeki zeytin dolu kabı bana uzatırken. “Bu batık tamamen yeni bir şey… Şelalenin dibinde bulduğumuz tüm parçaları düşünüyorum. Gerçekten muazzam bir işin ortasındayız. O tahtalara dokunduğumda daha önce hissetmediğim bir şeyler duydum tenimde.”

Heyecanla, “Sanki olmaması gereken bir şey olmuş gibi değil mi?” diye ekledim. Başıyla beni onaylamasından cesaret alarak gevezeleştim. “Biliyor musun, aslında bu daha önce üzerine düşündüğüm bir şeyi çağrıştırdı bende. Hiç başka bir gerçekliğin, farklı bir alemin yanı başından geçip gittiği hissine kapıldığın oldu mu?”

“Seni dindar birisi olarak düşünmemiştim bugüne kadar.” dedi Martine eğlenerek.

“İlahi bir şeyden bahsetmiyorum.” diye düzelttim onu. Bizim gibi kanlı, canlı, maddî bir olgu canlansın kafanda. Ötelerde yaşanan bir başka düzlem… Bazen bizimkiyle hatların kesiştiği ve rüzgarını tenimizde duyduğumuz bir yansıma gibi. Belki bizim gibi canlıların da var olduğu bir yansıma. Nasıl ki bazı aynalar görüntüyü değiştiriyorsa orada da bizim farklı biçimlerimiz mevcut olsun. Kelimelerimizin de harflerimizin de tanıyamayacağımız formlarda olabileceğini de unutmayalım. Mesela o akıp giden düzlemde bizim evrenimizin bir parçası olan Vikinglerin olmadığını tahmin edelim. Onun yerine çok benzer bir topluluğun olduğunu. Şu şelale dibinde bulduğumuz garip kıvrımları olan, ahşap gibi hissettirmeyen tahtaların sahibinin onlar olduğunu düşün.”

“Dostum soluklan, bir saniye!” diye beni susturdu Martine. “Güneş başına geçti iyice. Şu paralel evren zımbırtılarını anlatan filmleri çok izliyorsun bu aralar. Elin boş. Sana iş bulmak lazım.”

Martine sustu çünkü hiç sevmediği kimyacımız Zosis yanımızda bitmişti.

“Böldüğüm için özür dilerim baylar ama bu çok önemli.” dedi. “Belki bana inanmayacaksınız bile. Şu analiz için gönderdiğimiz tahta parçalarının sonuçları geldi. Tanımlanamıyor.”

“Nasıl tanımlanamıyor?” Martine’in sesi alaycıydı. “Laboratuvarınızda bir arıza mı var?”

“Hayır! Hayır!” diye gürledi kimyacı. “Başka yerlere de gönderildi. Hatta Oxford’a bile. Her yerde sonuç aynı…”

“Peki neymiş bu sonuç?” dedim merakla.

Zosis kara gözlerini ağacın dallarından bize çevirip bir süre sustu. Konuşmaya başladığında rüyada gibiydi.

“Analiz edilen parçalar bildiğimiz anlamda atomlardan oluşmuyor. Dahası maddesel olarak tanımlayabilen de olmadı. Bu dünyaya ait değiller, muhtemelen bu evrene de.”

 

*** ***

“Denizin bir rengi olsaydı ne olurdu dersin?”

“Senin şu acayip laflarına bir türlü alışamadım Shama. Ne demek istedin yine? Deniz renksiz işte, hayal bile edemiyorum başka türlüsünü.”

“Ah! Biraz romantizm serpelemek lazım senin üzerine Armila. Savaşçılığının yanına hayal gücü şart!”

“Biz kadınlar yay çekmeyi, kargı sallamayı ve de küreklerle diyar diyar gezmeyi biliriz. Bu gidişle evinde oturup dikiş yapan güneyli erkeklere benzeyeceksin. Benden söylemesi.”

Renksiz okyanusta Vikuin gemisi Hringho salınarak yol alıyordu. Bulutlar yağmura gebe halde rüzgarın önüne düşmüş dolanırken Shama içkisinden bir yudum daha aldı. Gece çetin geçeceğe benziyordu.

“Mavi!” diye söylendi kısaltılmış kırmızı saçlarını eliyle karıştırarak.

“Ne?” Armila’nın sesi umursamaz olsa da bir miktar merak taşıdığı belliydi.

“Deniz diyorum deniz. Rengi olsa mavi olurdu.”

“Şimdi onu bunu bırak Shama.” dedi Armila. “O kadar batıya geldik ki dünyanın kenarından düşeceğiz sonunda. Bir hazine uğruna bu saçmalıklara neden katlanıyoruz ki?”

“Dünyanın kenarı diye bir şey olduğunu zannetmiyorum. Dedem bir keresinde sürekli batıya giderek eve geri dönen bir denizcinin hikayesini anlatmıştı.”

Vikuinlerin gemileri küçük olurdu. Diplerindeki ince işçilikle yapılmış değişken kıvrımlar sayesinde diğer deniz taşıtlarına nazaran çok daha hızlı yol alırlardı. Şimdi Shama ve Armila güvertede, gökte bir mücevher gibi parlayan sabah yıldızını izlerken onları bu denli batıya sürükleyen bu hıza şükran duyuyorlardı. Çoktan atalarının “Son Irmak” dedikleri akarsuya girmişlerdi.

Öğleye doğru güneş renksiz sularda ışığını gezdirirken Armila çığlık çığlığa Shama’ya bir şey işaret etti. Shama arkadaşını ilk kez korkarken görüyordu.

“Sana söylemiştim. Şu korkunç uçuruma bak. Dünya bitti.”

“Armila dikkatli bak. O sadece bir şelale.” diyen Shama gözlerini kısmıştı. Garip bir şeyler seziyordu.

“Her neyse, durmamız şart.” dedi Armila savaşçılara özgü donuk bir tonla.

Tayfadan birisi yaklaşıyordu. Yüzünde buz gibi bir ifade vardı.

“Efendim, ileride bir uçurum var.”

“Ee, durdursanıza gemiyi ahmaklar!” diye bağırdı Armila.

“Akıntı çok güçlü, kontrolü kaybettik.”

“Dünyanın sonu. Ölümün Şelalesi. Söylemiştim sana Shama.”

“Sadece bir şelale…” Shama’nın sesinde bir hayranlık ifadesi vardı.

“Peki şu kapıya benzeyen garip zara ne demeli?”

“Çok tuhaf!”

“Birazdan öleceğiz, farkında mısın?”

Gemi zarın içinden geçerken Shama bütün vücudunun parçalandığını hissetti. Ama bir dakika sonra uyandığında her şeyi yerli yerindeydi. Gemi şelalenin dibini boylamıştı. Arkadaşları da öyle… Hatta muhtelemen zar şelaleden düşmeden yutmuştu onları. Shama önünde köpüren sulara baktı. Maviydi.

“Merhaba!” diye mırıldandı tecrübeli Vikuin savaşçısı. Sonra bu yeni evreni keşfetmek için ayağa kalktı.

Mümin Can

Mümin Can 89’un Mayıs’ında Kahramanmaraş’ın bir köyünde dünyaya geldi. Aslen Karamanlı olup şu günlerde eğitim uğruna Ankara’da takılmakta ve Kimya Mühendisliği bölümünü bitirmeye çabalamaktadır. Öyküler, şiirler yazmaya uğraşır, rock’n roll dinler, film izler, futbolla alâkadardır. Değişik coğrafyalardan bahseden, insanı hayal gücünün rıhtımından alıp düşlerin fırtınalı denizinde maceradan maceraya koşturan kitapları sever, sayar.

Evrenin Sonundaki Şelale” için 16 Yorum Var

  1. Merhaba;
    Güzel bir öyküydü. Esprili anlatımı ve temayı işleyişinizi beğendim.Ama en çok kurguyu beğendim. Diyaloglar da güzel yazılmış. Göze batan bir kusur göremedim.
    Kaleminize kuvvet.

  2. Merhabalar. Öykünüzü oldukça beğendim. Evrenin Sonundaki Şelale adında bir öykü ismi görüp de içeriğini görmemek olmazdı. Bir çırpıda okudum ve ismi gibi kendiside güzeldi. Aklıma takılan bir şey var, daha doğrusu merak ettiğim bir şey. “Dünyanın kenarı diye bir şey olduğunu zannetmiyorum. Dedem bir keresinde sürekli batıya giderek eve geri dönen bir denizcinin hikayesini anlatmıştı.” Sürekli batıya giden denizci… Bu bizim evrenimizde gerçekleşmiş olan olayın paralel evrende ‘bir şekilde’ duyulmasından kaynaklı bir efsane mi yoksa aslı olmayan bir efsanelerden mi ibaret?
    Ellerinize sağlık, nice seçkilerde görüşmek üzere.

    1. Öykünün ismini başta Dünyanın Sonundaki Şelale olarak düşündüm ama sonra Evrenin Sonundaki Şelale’ye çevirdim. Bu haliyle Douglas Adams’ın meşhur Evrenin Sonundaki Restoran’ına da gönderme gibi oldu hem, her ne kadar henüz okumamış olsam da. 🙂 Sürekli batıya giden denizciye gelecek olursak ben paralel evrende yaşanmış bir olayın efsaneleşmesi olarak düşündüm. Dede de bu kendi evreninde yaşanmış ama çoğu kimsenin de aklına yatmayacak olayı torununa aktarıyor. Ancak düşününce sizin dediğiniz gibi bizim evrenimizden “bir şekilde” öbür evrene geçmiş bir hikaye olsa (Macellan’ın hayat hikayesinin bir şekilde paralel evrene sızması gibi) o zaman daha ilgi çekici olabilir. Neyse ki ucu açık kalmış. Bu şekilde de hayal edebiliriz. 🙂 Yorumunuz için teşekkürler, görüşmek üzere.

      1. 🙂 Biraz araya girmek gibi olacak ama…
        Evrenin Sonundaki Restoren’ı -serinin diğer kitapları gibi- okumanı şiddetle öneririm. Ve, şey… Orada bahsi geçen “evrenin sonu” mekansal bir son değil 🙂 Nasıl olduğunu spoiler vermeyeyim şimdi. Çok hoş bir fikirdi, tüm serideki gibi…

      2. Şimdi siz diyince farkettim. İlk kitabı bitirmiştim, artık ikinciye başlamanın zamanı gelmiş demek ki. Selçuk Bey’de iyice heyecanlandırdı hahah. 🙂
        Açık uçlu detaylara ise bayılıyorum, normalde öğrenmek istemezdim. Hayal gücüme bırakmak daha çekici oluyor, bu seferlik bir istisna olsun. Ellerinize sağlık tekrardan. 🙂

  3. Merhaba, akıcı güzel, temposu yerinde diyalogları iyi olmuş. Kurgunuz güzel ve temayı farklı yerden yakalamışsınız. Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde görüşebilmek dileğiyle…

  4. Merhaba 🙂
    Öykün isminden dolayı dikkatimi çekmişti. Her nedense, onu okumadan önce yorumlarda neler yazıldığına bakmak aklımdan geçti ve… Açıkçası, bir hayli heyecanlanmıştım. Heyecanlanmıştım çünkü bu ayki seçkide görece benzer mevzuları işlediğimizi düşünmüştüm. Öykünü okuduğumdaysa, bu düşüncem aklımdan çıkıp gitmişti bile. Çünkü hem benim anlatamayacağım kadar güzelce hem de daha heyecan verici bir bahisle ilerliyordu.
    Çoğu eserde, yazarlar karakterlere olayları anlattırmak için bir takım dokunuşlar yaparlar. Bizim normal şartlar altında “o durumdayken söylemeyeceğimiz” şeylerdir bunlar ve göze batarlar. Evet, nelerin okuyucuya neyi anlatmak için yazıldığı gayet ortadaydı fakat kesinlikle rahatsız etmiyordu. “Durduk yere” paralel evrenlerden bahseden karakteri gördüğümde, gerçekten heyecanlı ve büyük şeyler düşünen bir hayalperest gördüm sadece. Yazarın kuklasını değil.
    Olabileceği kadar iyiydi 🙂

    Bu bahsettiğim süreci baltalayan tek girişimse, şelalenin oralardaki zar sahnesi… Keşke bir, iki paragraf daha uzatıp orasının betimlemesini az daha zımparalasaydın dedim içimden. Fakat, dert değil. Dikkati biraz fazla çekmesi dışında, herhangi bir sorun yaratmıyor bence.
    Çok hoş bir macera, çok hoş bir teşvik öyküsü. Tebrik ederim. İmkanım oldukça diğer öykülerini de takip edeceğim.
    Görüşmek dileğiyle.

  5. Merhaba, yorumun beni çok mutlu etti gerçekten. Şelalenin oralardaki zar konusunda haklısın kesinlikle; ya uzun uzadıya anlatılmalı yahut olmamalıydı, çünkü bu haliyle biraz eğreti duruyor gibi. Teşekkür ederim vakit ayırıp okuduğun için. Görüşmek üzere. 🙂

  6. Merhabalar. Güzel bir öyküydü, karakterin heyecanını hissettim hatta yaşadım. Sonundaki zar sahnesi için ise Sayın Selçuk’a katılmadan edemedim. Bana kalırsa hiç olmasa daha iyi olurmuş. Şelalenin kendisi öykünün ismi üzere de merkeze alınmış olurdu (Karışmak gibi olmasın). Gelecek seçkilerde de görüşebilmek dileğiyle elinize sağlık.

  7. “Dostum soluklan, bir saniye!” diye beni susturdu Martine. “Güneş başına geçti iyice. Şu paralel evren zımbırtılarını anlatan filmleri çok izliyorsun bu aralar. Elin boş. Sana iş bulmak lazım.”
    Martine, (bir arkeolog olduğunu tahmin ediyorum) burada bir bilim insanı olarak değil de çukur mahalle çocuğu gibi yanıt vermiş. Bu konuda bir dejavu yaşamış gibi hissettim, öykülerinizi kontrol edince bakın ne buldum, “Bir Ejderhanın Not Defteri” Sanırım bir daha bu konuyu açmamam gerek.

    “Böldüğüm için özür dilerim baylar ama bu çok önemli.” dedi. “Belki bana inanmayacaksınız bile. Şu analiz için gönderdiğimiz tahta parçalarının sonuçları geldi. Tanımlanamıyor.”
    diyen kişi gözümde zayıf, çekimser, düşünceli birisi olarak gözüktü. Fakat hemen ardından,
    “Hayır! Hayır!” diye gürledi kimyacı.

    Dedem bir keresinde sürekli batıya giderek eve geri dönen bir denizcinin hikayesini anlatmıştı.”
    Dedikten sonra savaççıların bir zardan geçerek bizim dünyamıza geldiğini öğrenince, bizden herhangi bir geminin de o zardan geçip öbür dünyaya geçtiklerini, orada ömürlerinin sonunda kadar yaşarken bizim dünya hakkında bildiklerini (gerçekleri, efsaneleri, inançları) onlara anlattıklarını düşündüm. Güzel bir bağlantı kurmuşsunuz, onlar geldiyse, neden biz de gitmiş olmayalım?

    Kurguya denecek laf yok, iki tane çemberi bir sihirbaz edasıyla birbirinin içinden geçirmişsiniz. Öykü oldukça akıcı ilerliyor. Aralara serptiğiniz betimlemeler yerinde. Elinize sağlık, güzel bir öyküydü. Umarım daha istikrarlı bir şekilde seçkilere katılırsınız.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *