Öykü

Farelerimin Akbaba Harpia ile Savaşı ve Su Topu Kardeşim

biz hiç şatoda yaşamadık.

Yarın oldu.

Akşamdan beri yatağımda bacaklarımı iç içe geçirmiş ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. On iki senelik hayatımın en acayip gününü yaşadığımdan neredeyse emindim. Saat on ikiyi geçtiği an nasıl yarın oluyor? Bundan nefret ediyordum. Çünkü bu kuralı, yaşadığı günü sevmeyip çabuk bitirmek isteyen birinin koyduğu çok açıktı. Daha bir dakika önce dündü. Ne yapacağımı düşünmek için daha zamanım vardı. Bir dakika sonra ise ne yapıp edip kaçmam gerekiyordu. Artık zamanım yoktu. Tüm bunlar, mahalle maçında top bendeyken üç tane Kaptan Tsubasa aynı anda bana doğru koşuyormuş hissini veriyordu. On iki yaşındaydım ve bugün bitmeden evden kaçmak son şansımdı. Bana hak vereceksiniz. Elbette olanları okuduğunuz zaman. Lütfen dinleyin şimdi. Size nasıl yirmi dört saat içinde bütün dünya tarafından konuşulan bir çocuk olabileceğimi anlatacağım.

Böyle söyleyince de insanın canı çekiyor. Kırmızı bültenle aranan bir çocuk ve işte günün manşeti: “Ufaklığın Sivri Fareleri Ölüm Saçmaya Devam Ediyor!”

Göründüğü gibi değil. Şu gazeteciler yok mu?

Evden uzaklaşmam gerektiği konusunda kararlıydım. Kimseyi umursamamın gerekmediği yaşlarda olduğumu biliyordum. Küçük kardeşim hariç. Küçük kardeşler insana yere düşüp patlaması an meselesi olan su toplarının güvensizliğini veriyor.

Benim kardeşimin suratında hep kurtarılmayı bekleyen bir ifade var. Görseniz hemen hak verirdiniz. Sadece bu yüzden beş saattir evden nasıl gideceğimi düşünmem gerekirken, kardeşimi de nasıl yanımda götüreceğimi düşünüyordum.

Saat gece yarısını iki dakika geçtiğinde annemle babamın ruhu bile duymadan nasıl evden kaçabileceğimizi düşünüyordum. Odamda sessizce oturuyordum. Ses çıkarıp dikkat çekmeye hevesli değildim.

Kaç gece sessiz kalırsam varlığım unutulur, hesabı yapmaya kalktım. Sıradan günlerde üç insanlık gürültü yapmasaydım yokluğum birkaç saatte anlaşılmazdı. Ama on iki yaşındaysanız ve uyurken bile ses çıkartıyorsanız, yok olmak gerçekten çok zor. Hayır, adım Cedric değil.

Annem yokluğumdan şüphelenip odamın kapısını tıkattı bile.

“Uyudun mu sarı kuş?”

Kafesteki kanaryası olmayı ilk kez umuyordum.

“Hayır anne, fikirler üretiyorum.” Konuşmayı öğrendiğimden beri kayda değer ilk cümlem. Annem ve babamın fısıldamaları bunu kanıtlıyor:

“Duydun mu, fikriler üretiyormuş!”

“Düşünebildiğine bir kanıt bulduk sonunda.” Babam sevinmiş görünmüyor mu?

“Gel gel, televizyon son dakika diyor. Üç kişi daha ölmüş.”

İşte şimdi bittin oğlum. On iki yaşında yüzlerce insan katilisin. İşbirlikçin de farelerin.

Size biraz olanlardan söz etsem iyi olacak.

* * *

Odam oyuncak doludur. Bedenine göre büyük kafalı ayılar, kumandalı arabalar, dışarıda uçurabileceğim helikopter bile var. Oyuncakların ben uyuduktan sonra aralarında fısıldadıklarına eminim. Bazılarının kapıyı aralayıp yan odada uyuyan kardeşimin oyuncaklarıyla tanışmaya gittiğini daha önce duydum. Sürekli ilgi istiyorlar. Bir defa elime alıyorum, saatler boyu onlarla oynamamı bekliyorlar.

Oyuncaklarla oynamayı hiç sevmiyorum.

Geçen aya kadar babam, aklımın gelişmeyi beş yaşımdayken bıraktığına yemin bile edebilirdi. Oyuncaklarla ilgilenmeyen çocuğun, masa lambasının yanında dursa bile daha zeki görünmeyeceğini söylüyordu. Oyuncakların gece neler yaptığını anlatmamdan sonra aptal olduğuma daha iyi ikna oldu. Beni doktora götürdüler. Diğer çocuklar gibi doktora giderken mızmızlanmadığımı söylememe gerek yok herhalde. Gayet sakindim. Bir sürü resim gösterip bunların bana neler hissettirdiğini sorup durdular, doktorlar yani. Kiminde ne kadar neşelendiğimi gösterdim, kimindeyse heyecanımı bastıramadığımı söyledim. Evin içinde en sevdiğim eşyayı sordular, klozet dedim. Böylece çocukların tuvalette zaman geçirmeyi sevebileceğine dair bir araştırmadan konu açıldı. Arada bir doktorun masasındaki küçük arabalarla uğraştım. İstemeye istemeye. Onları sorunun bende olmadığına yeterince ikna edebilmiştim. Çıkışta doktor, babama, “Çocuğunuz gayet normal davranışlarda bulunuyor, belki de sorun aile hayatındadır,” demişti.  İşte bu! Onları babamın normal biri olmadığına inandırmıştım. Babam yol boyu kendisinin çocukken gün boyu oyuncaklarla oynadığından söz edip durdu. Aslında bu, oynamamam için yeterli bir sebepti. Babam, çok oyuncak oynayan bir çocukmuş. Öyleyse oyuncakla oynamanın akıllı olmakla ilgisi yok, demiştim, öyle olsa babam akıllı olurdu. Annemse doktor çıkışı eve kadar, “Gerçekten güzel bir aileyiz,” dedi, en az yüz otuz beş defa. Bunu tekrarlarken kucağında oturttuğu kardeşimin saçlarını okşuyordu. Yemin ederim kardeşimin saçları, kafasına yapışacaktı. Neyse ki eve vardık.

Sonunda durmadan yeni oyuncak almayı bırakacaklarını anlamıştım. Odama girer girmez tüm oyuncaklarımı kardeşimin odasına bıraktım.

Sonraki sabah kalktığımda çocukluğuma baştan başlayabileceğimi hissediyordum. Gece olunca canlanacak oyuncaklar yerine baştan beri canlı olan oyun arkadaşları hiç fena olmazdı. Annem evde kardeşim ve benden daha küçük bir canlı istemeyeceğine göre sanırım doğru olan vazgeçmekti. Ama elbette doğru olan umurumda bile değildi.

Odamın penceresi, evimizin arka bahçesine açılıyordu. Arka bahçemizde başlayan patika yol ise dereyle son buluyordu. Oraya gidersem gizlice odama getirebileceğim küçük ve sevimli şeyler bulabileceğime emindim.

Gittim. Dere kenarı boyu bisikletimle gezdim. O kadar yavaş ve yere bakarak ilerliyordum ki, büyük karıncaları bile seçebilirdim. Fakat karıncaları fark etmeye ihtiyacım kalmadı. Çünkü tuttuğum takımın renklerinde olan ve tüylü bir şey vardı. Neye benzediğini göremedim. Öyle hızlı ilerliyordu ki, dereye girip çıkıyor, ağacın etrafında turlayıp birden gözden kayboluyordu. Sanırım benden korktu. Bisikletimi yatırıp kendim de toprağa uzandım. Varlığımı unutturup onu yakalamalıydım. Birkaç dakika sonra aynısından bir tane daha gördüm. Hayır, o da neydi? İki taneler. Oyun oynuyorlar. Bunlar fareye benziyor. Onlar da benim gibi canlı oyuncaklardan hoşlanıyor olmalılar. Sakince ilerleyip birbirlerine dolanmış tekerlek gibi yuvarlanan bu bebekleri ilk atlayışımda yakaladım. Gerçekten iki tanesini avuçlarıma sığdıracağım kadar küçüktü. Ellerimi birazcık aralayıp gözümü kapı deliğinden bakar gibi dayadım. Bir tanesi az daha gözüme vuruyordu. İyi anlaşacağımızı o an anladım. İkisini birer cebime koyup fermuarları çektim.

Eve üç kişi dönüyordum.

* * *

O gün, onlar için bir kutu hazırladım. İçini pamukla doldurdum. Kutunun bir tarafına falçatayla Tom ve Jerry’deki Jerry’nin evinin kapısı gibi bir delik açtım. Neredeyse aynısı olduğundan emin olana kadar uğraştım. Bunu hak ediyorlardı. Kutunun tavanına birkaç delik açtım. Ve büyük sayılacak bir kâse içinde su koydum. Derenin kenarında izlediklerime bakılırsa bu iki küçük canavar suyu seviyor olmalıydı.

Her sabah kahvaltıdan sonra ve her akşam yemeğinden sonra, masadan aşırıp cebime koyduklarımla odama gelip karınlarını doyuruyordum. Artık kimsenin odama girmesine izin vermiyordum. Hatta öyle ki, artık odamı kendim temizlemeye başladım. Babam her gördüğünde anneme doktor fikrinin ne müthiş olduğunu söylüyordu. Benim sözde düzelmemin kendi başarısı olduğunu duymaktan başım dönmeye başlamıştı.

Bir gün mahalleden bir arkadaşımı farelerime bakması için eve getirdim. Babasıyla babam çok iyi arkadaştır. Arkadaşımın hayvanlar konusunda çekilmiş tüm belgeselleri, yazılmış tüm ansiklopedileri okuduğundan emindim. Onlara bakmasını istedim. Odama girip dolapla duvar arasında yarattığım diyarı görünce, “Delirmişsin oğlum sen!” diye bağırdı. Elimle sıkıca ağzını tuttum. Birkaç saniye sonra tepinmeleri kesilince geri bıraktım. “Sivri fareler bunlar!” dedi, sesi bu kez daha alçaktı. Ama yüzündeki dehşet olmuş ifadesi devam ediyordu. “Bunları burada besleyemezsin, dedi, yüzmek isterler.” Öyleyse belki de büyük kâse yerine geniş bir leğenin iyi olabileceğini söyledim. Neyle beslediğimi sordu. “Kutudaki yemek artıklarına bakılırsa peynirle maruldan başka bir şey yememişler. Ne zamandır burada hapsediyorsun onları?”

Onu buraya getirmekle hata mı yaptım acaba diye endişelendim. Neyse ki anneme bir şey söylememişti.

“Küçük balıklar, solucan, salyangoz falan yemek ister bunlar. Böyle giderse yakında ya ölürler ya da kaçmanın bir yolunu bulurlar, eminim.”

Bu çocuk böyle söylüyorsa doğrudur, ben de bundan emindim. Söyleyecekleri daha bitmemişti. Geldi geleli ağzından daha tek bir güzel laf bile çıkmadı. Şu dediğine bakar mısınız?

“Bunların biri dişi, biri erkek. Çoğalırlarsa bittiğinin resmidir oğlum. Çok çabuk ve fazla doğurur fareler.”

Artık gitse mutlu olabilirdim.

“Onların ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyor musun? Aşıları bile yoktur, yemin ederim. Hasta olabilirsin. Ya hastalık taşıyorsa? Kaç insan fareler yüzünden öldü. Gerçekten delirmiş olmalısın!”

Soğuk soğuk terlemeye başladım. Ağzımı bile açamıyordum.

Odaya annem girdi. Çocuk tam ağzını açıp farelerden bahsedecekti ki annem sıcak kurabiyelerin ve birer bardak sütün haberini verdi. O gün sorunsuz bitti.

Koca bir ay kaç kez neredeyse yakalanıyordum sayamadım bile. Ama birlikte çok eğleniyorduk. Onlara isim bile takmıştım. Connie ve Merricat. Çok sevdiğim bir kitaptaki iki kız kardeşti. Farelerden birinin erkek olması umurumda bile değildi. Kardeşimin bile onlardan haberi yoktu. Size kardeşimin patlayacak bir su topuna benzediğini söylemiştim. Ağzını tutamayıp annemle babama söylerse her şey batardı. Tıpkı bir su topunun patlayıp her yeri batırması gibi.

Artık onlar için eve ceplerimde balık bile getirmeye başlamıştım. Haftalık kurulan pazardan balık alıyordum. Kiloyla değil de sayıyla aldığım balıklar pazarcıları şaşırtıyordu. Ama üst üste iki, üç hafta tekrarlayınca herhalde mantıklı bir açıklamasının olduğunu düşünmüşlerdir. Solucan ve salyangoz işini henüz çözememiştim. Connie ve Merricat haftada bir balık, diğer günler peynir ve marul yemeye devam ediyorlardı. Annem bir defasında ceketimin neden çiğ balık koktuğunu sormuştu. Ona arkadaşımın babasının balıkçı olduğunu ve o gün ona yardım ettiğimi söyledim. Bunu tam sekiz saniye içinde uydurmuş olmalıyım. Ne söylediğimi iyi okudunuz mu? Annem doktorun gerçekten bir mucize gerçekleştirdiğine inanıyordu. Oysa sadece resimler göstermişti.

Bir sabah uyandığımda fareleri kutudan dışarı çıkardım. Ama Connie ve Merricat hariç beş yavru fare daha çıktı. Bunun olduğuna inanamıyordum. Merricat’in hamile olduğunu anlamamıştım bile. Arkadaşımın söylediği doğruymuş!

Bu, daha çok balık, peynir ve daha büyük bir ev demek oluyordu. İşim bitmeye yakın gibi görünüyordu.

Babam bir kez bizi yakalayacak gibi oldu. Tam olarak görebildi mi, emin olamıyordum. Bundan tam bir hafta önce akşam yemeğinden hemen sonra onları beslemek için cebimdekileri odamda yere dökmüştüm, Connie, Merricat ve yavruları kutudan çıkartmıştım. Hem onlarla oynuyor hem de yemeklerini yemelerini izliyordum. Odanın ortasında ve yerdeydik. Aniden kapı açıldı. Bu saatlerde kimsenin odama gelmesini beklemezdim. Kapı açılır açılmaz farelerimin üzerine kapandım. Viyk viyk sesler çıkartmaya başladılar. Korkmuş olmalılar, kıyamam.

Babam, “Ne yapıyorsun öyle yerde?” dedi. Sesi, cevabını bildiği bir soruyu soran biri hissi veriyordu. Tıpkı bir aptal gibi beden dersi öğretmenimin verdiği egzersiz programını odamda denediğimi söyledim. Anneme sekiz saniyede uydurduğum hikâyenin yanında bu söylediğim sahiden zekâsı beş yaşında takılı kalmış birini anımsatıyordu.

Babam, “Bugünlerde bir şeyler çevirdiğine neredeyse eminim,” dedi. Dizlerimin tutmadığını hissedebiliyordum.

“Matematikten kaldım,” dedim. Nefesim boğazımda kaldı. Kızmasını bekliyordum. Ama o, gerçek cevabın yakınından bile geçmediğimi biliyormuş gibi iç çekerek kapıyı kapattı.

Connie ve Merricat ailesinin akşam yemeğini yarıda kesip onları kutuya koydum. O akşam aç kaldılar. Ama bu yakalanmalarından daha iyiydi.

* * *

O akşamın üzerinden tam bir hafta geçti.

Şimdi burada, gecenin bu saati, Connie, Merricat, yavrular ve su topu kardeşim ile birlikte kaçabileceğim bir plan yapmak zorundayım. Aslında planım kendiliğinden oluşmuştu ama içime sindiği söylenemezdi. Dinleyin şimdi. Akşam, babam telefonda konuşurken duydum. Mahallemizden yayılan bir veba salgını varmış. Herkes dehşet içinde nereden yayıldığını anlamaya çalışıyormuş. Babam, yarın gün içinde mahalle karantina altına alınacak, evlerin hepsi aranacak dedi. Rengim atmış bir şekilde kiminle konuştuğunu anlamaya çalıştım. Ama durumun bir felaket olduğunu tekrarlamaktan öteye gitmeyen bir konuşmadan başka bir şey duymuyordum.

Annem, arkada durup bir elini babamın omzuna koymuş, diğer elindeki mendili burnuna tutup iç çekerek ağlıyordu, bir taraftan beni izliyordu. Sonumuzun yaklaştığını bakışlarından anlamıştım. Koşup annemin üzerine atladım. Evet, tam anlamıyla atladım. Düşecek gibi oldu. Ama kızmadı. Çok kötü, oğlum, çok… Çok kötü… Bu sözleri tekrarlayıp durdu. Aynı hızla odama dönüp ağlamaya başladım. Vebanın farelerle ilgili olduğunu okulda öğrenmiştim. Eğer evde farelerimi yakalarlarsa hangi yolla öldüreceklerini düşündükçe ağlamam hızlanıyordu. Kardeşim küçük adımlarla odama girdi. Yağmurlu havada camlardan dışarısı nasıl görünmez, işte öyle gözyaşlarım yüzünden bir şey göremiyordum. Kardeşim ellerinin içiyle gözlerimi sildi. Yine yüzüme patlamak üzere olan bir su topu gibi acıklı bakıyordu. Belki on defa neden ağladığımı sordu. Sadece hıçkırıklarım ve çok kötü, bu kez bittim sözlerim vardı.

Ellerini göğsünde bağlayıp, “Beni üzmek istiyorsun, anlaşıldı,” dedi. Gözlerinden yanaklarına birer damla yaş düştü. Özür diledim. “İstemiyorum özür dilemeni,” dedi.

“Kendimi seni üzmeye çalışırken bulursam ceza olarak iki tabak bamya yerim,” dedim.

Tanrım, bamyadan gerçekten nefret ediyordum ve onu tahmin edemeyeceği kadar çok seviyordum.

Bu, o kadar inandırıcı oldu ki, ağlamayı hemen bıraktı. Ona Connie, Merricat ve yavruları gösterdim. Geçen bir ayı, size nasıl anlattıysam, her anıyla anlattım. Gerçekten çok üzüldü. Ona üzülmemesini söyledim, hepsi benim suçumdu. Kardeşim, üzerlerine yeterince pudra şekeri dökersek onları bulamayabileceklerini söyledi. Buna gerçekten inanmış gibi gözleri büyük büyük ve ağzı son derece açıktı. Sadece ona baktım. Bu su topu ifadesine gerçekten bayılıyordum. Kardeşimi odasına gönderip uyumasını istedim.

Bu sırada şu hayvanlardan çok iyi anlayan sinir bozucu arkadaşım beni aradı. Belki de hayatımda ilk kez akşam saat ondan sonra biriyle telefonda konuşacaktım. Telefonu açtım. Sesi telaşlı geliyordu. “Olanları duymuş olmalısın,” dedi. Bilmiyormuş gibi davrandım. Belki başka bir şey söyleyecekti. Sonra Connie ve Merricat’e bakmaya geldiği günkü gibi sinirlerimi bozmaya başladı. Veba salgınının ne kadar yayıldığından söz etti. İlçede ölenler olmuş. Gerçekten inanamıyordum. Farelerim ve ben birilerini mi öldürmüştük? Onları evden çıkarmamıştım bile. Ama derede yaşayan diğer fareler bunu yapmış olabilirlerdi. Yakında bizim evi de arayıp onları öldürecekler ve bizi karantina altına alacaklardı. İşte, telefon boyu bu düşüncelere daldım ve onu hiç dinlemedim. Sonunda şu sözlerle kendime geldim:

“İstersen sana yardım edebilirim. Yakın bir tanıdığımızın iyi bir akbabası var.”

Bu neyden bahsediyordu? Farelerimi bir akbabaya yem etmemi istiyorsa onu kendi ellerimle derede boğabilirdim.

Sonra, akbabayı benim penceremin önüne babasıyla birlikte getirebileceğinden, fareleri onun sırtına bağladıkları bir keseye koyup güvende olabilecekleri bir yerde uçurabileceğinden söz etti. Akbabayı nasıl yönlendireceğini o an gerçekten düşünemezdim. “Akbabanın adı Harpia, ne kadar akıllı olduğuna inanamazsın,” dedi. Daha sonra bir yerde, şu salgın saçmalığı bitene kadar Connie, Merricat ve ailesini saklayabileceklerini söyledi. Hemen kabul ettim. “Gece yarısından sonra geleceğiz,” dedi.

Belki arkadaşım, babası ve Harpia denen şu keseli, büyük kuş gelene dek daha iyi bir plan bulup kardeşim ve farelerimle bütün bunlardan kurtulup uzaklara gidebiliriz diye düşünmeye başladım.

Telefonun üzerinden birkaç saat geçti. Saat üçe geliyordu. Odamın penceresi tıklatıldı. Bu, akbaba Harpia ve iş birlikçilerim olmalıydı. Perdeyi aralayıp camı açtım. Kocaman, keskin bakışlı ve sırtında bir keseyle Harpia’yı görünce az kalsın bayılıyordum.

“Bu mu Harpia? Hangi aklı başında bir akbabaya sevimli sayılabilecek bir isim koyar ki?” dedim. Şu an dert ettiğim şeyin bu olması inanılmazdı. Çok bilmiş arkadaşım, “Akbabanın sahibi çocuklardan pek hoşlanmadığı için kuşun adını Harpia koymuş. Azıcık belgesel izlesen ne demek istediğimi anlardın,” dedi. Merak ettiğime pişman oldum. Demek ki hiçbir zaman bilmeyecektim.

Harpia’yı gördüğümden beri ellerim buz gibi olmuştu.O da beni gördüğüne sevinmiş gibi bakmıyordu. Bu kuşun bana yardım etmek istediğini nerelerinden uydurdular acaba? Gözlerini üzerime dikmiş, kendisine ait olan emaneti almaya gelmiş gibi bakıyordu. Gözlerini ilk kaçıran elbette ben oldum.

Arkadaşım ve babasının, “Hadi, neredeler? Hızlı olmamız lazım!” demeleriyle toparlandım. İşte, dedim, kutu, pencerenin altındaydı, hepsi burada. Aceleyle fareleri alıp keseye doldurmaya başladılar. Büyük kuşun keyfi şimdi yerine geldi. Bütün aç kaldıktan sonra sofraya oturduğunuzda neler hissediyorsanız hepsi kuşun gözlerinden okunuyordu. Korkmaya başladım. Farelerimi incitmemelerini, yavaş olmalarını söyledim. Hızlı olmalarını, yakalanmaktan korkmalarına bağlıyordum. Belki de hastalık kapmaktan korkuyorlardı. Öyleyse neden üzerlerinde koruyucu bir maske, eldiven ya da ne bileyim ben, bir giysi yoktu? Hiçbir şey anlamıyordum. Yedi faremi de keseye koydular. “Güvende olacaklar, ölmeyecekler, değil mi?” dedim. Arkadaşım hızla başını salladı. Üzgün görünüyordu. Onları tekrar ne zaman görebileceğimi sordum. Arkadaşım, “Özür dilerim”, dedi. Yersiz özür dilemeler ödümü koparırdı. “Neden? Ne yaptın?” diye sordum. Arkadaşım o an akbaba Harpia’yı poposundan itti ve, “Uç, Harpia!” diye bağırdı. Aynı saniye babam, “İşte bu kadar!” diye bağırarak odama girdi. Bunun babamın planı olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ortada veba falan yoktu. Geçen hafta fareleri anlamış ve bunları planlamış olmalıydı. Arkadaşım tam bir pislikti. “Sonunda kurtulduk kokmuş sıçanlarından!” dedi. Tanrım, hangi yöne bakacağımı şaşırmıştım. Pencereden dışarı sıçrayıp Harpia denen lanet olası kuşu ayağından yakalamaya çalıştım. Tutamadım. Fazla havalanmadan sarsılarak yere düştüğünü gördüm. Arkada annem ve babam zıplayarak farelerden kurtuluşlarını kutluyorlardı. Harpia ise yerdeydi. Tanrım, uyanmak istiyordum. Leziz bir kâbus olabilirdi.

Harpia’nın düştüğü yerin hemen ötesinde kardeşimi gördüm. Odamın ışığı orayı aydınlatıyordu. Yüzünde az sonra patlayacak su topu ifadesinden eser yoktu. Elinde sapanı vardı. Daha havalanmadan Harpia’yı vurmuştu. Şaşkınlıktan ölünüyorsa şu an benim için tam sırasıydı. Kardeşim keseyi alıp dereye doğru koşmaya başladı. Ben de peşinden koştum.

Arkadaşım “Özür dilerim, beni affet, özür dilerim!” diye bağırarak çırpınıyordu. Babası, annem ve babam da bizim arkamızdan koşmaya başladı. Kardeşim ve ben çoktan dereye varmıştık. Ona kesenin ağzını açmasını söyledim. Ama Connie, Merricat ve cesur yavrular çoktan kemirerek kendilerine bir delik açmışlardı. Kardeşim bırakmak istemedi. Onları bırakmazsak az sonra babamın onları imha edeceğini söyledim. İmhanın ne olduğunu bilmese de, babam yapacaksa iyi bir şey değildir diye düşünerek fare ailesini dere kenarına saldı. Ona Harpia’dan nasıl haberi olduğunu sordum. Ben onu odasına gönderdikten sonra babamın arkadaşımın babasıyla olan telefon konuşmasını duyduğunu söyledi. Saatlerdir orada sapanla gelmelerini bekliyormuş. Onu gerçekten çok seviyordum. Bir dakika içinde peşimizdeki kâbus ordusu yanımıza varmıştı. Bağırışlar birbirine karıştı. Yemin ederim tek kelime bile anlamadım.

Bu olaydan sonra su topu kardeşim ve ben iki ay evden çıkmama cezası aldık. Okul hariç. Eminim savaşçı Connie ve Merricat ailesi kardeşimi ve beni hiç unutmamışlardır. Bu olanlara benim kadar şaşırmış olmalısınız. Sadece canlı oyuncaklar istemiştim.

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.

Farelerimin Akbaba Harpia ile Savaşı ve Su Topu Kardeşim” için 5 Yorum Var

  1. Merhaba Elif.
    Çok ama çok güzel ve bir o kadar da sevimli bir öyküydü. Finalde ağzım kulaklarıma vardı diyebilirim. Çocuğun heyecanına ortak oldum. Bu hikaye kesin uçuk bir final yapacak derken, gayet olağan bir şekilde bitmesi, babasıyla olan mücadelesi beni benden aldı. Harpia detayı da çok hoştu gerçekten. Öyküye cuk oturmuş 🙂 Ellerine yüreğine kalemine sağlık!
    Diğer seçkilerde görüşmek üzere.

  2. Merhaba,
    Güzel, keyifli ve akıcı bir öyküydü. Epigraf ve farelerin isimlerinin kaynağı kitabı merak ettim; ilginç bir kitaba benziyor.
    Kalemine kuvvet.

    1. Merhaba, teşekkür ederim.
      Farelerimin isimleri, kitaptaki iki kız kardeşin isimleri. Yazarından özür dileyebilirim. ^^
      “Biz Hep Şatoda Yaşadık” Shirley Jackson

      1. merhaba,
        evet netten baktım zaten öykünden hemen sonra. bu arada yorumlara ses vermene sevindim 🙂

  3. öykü uzun olmasına rağmen gayet akıcıydı kendimi amerikan yapımı çocuk filmi izliyormuş gibi hissettim. (Artık amerikan yapımı çocuk filmi ne demekse anladınız işte 🙂 ) genellikle kurgularda hata bulurum ya da bulmaya çalışırım yapıcı olmak adına ama öykünüzde gözüme ilişen bir hata yoktu varsa da ben görmedim. Sade ve tutarlı bir öyküydü diyebilirim. Öykü başlığı da ayrıca hoşuma gitti güzel bir öyküydü kısacası. Kaleminize sağlık gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle..

    ( bu arada belirtmezsem içimde kalacak ; öznur hanımın da fark ettiği gibi bazı yazarlar kendilerine gelen olumsuz ya da olumlu eleştirileri yanıtsız bırakıyor , geçen aylarda bir yazar hiç bir eleştiriye yanıt vermemişti açıkçası ben bu durumu dusuncemizi önemsemiyor olarak algıladım hatta sizi o yazar sandım bir an her neyse; olumlu yorumlar neyse de kötü olduğunu düşünüp belirttiğimiz noktaları açıklama gereği duyarsa bazı yazarlar sevinirim ? zaten umursamayanla da işim olmaz..

ozbabur için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *