Öykü

Farkındalık

Kapının zili çaldığında, güneşin kollarını yüzümde hissetmenin verdiği uyuşuklukla yatakta dönüp duruyordum. Zilin tiz sesi beni kendime getirmesine rağmen yataktan çıkmak hiç işime gelmiyordu. Fakat belli ki annem de kapıyı açmaya niyetli değildi. Oflaya puflaya sıcak yatağımdan çıkıp soğuk taşların üzerinde bir süre dans ederek terliklerimi aradım. O sırada bir sandalye devirip, kafamı duvardaki rafa vurmayı da ihamal etmedim.

Apar topar merdivenlerden inip, düşüp boynumu kırma tehlikesi geçirmeme neden olacak bir acelecilikle kapıyı açtığımda, karşımda duran surat içimde gülme isteği uyandırmıştı. Kerem, elinde mavi büyük bir kova, iki olta, malzeme kutusu ve kafasında çok komik yeşil bir şapkayla karşımda duruyordu. Yüzündeki keyifli gülümseme şakacı bir kızgınlığa dönüştü.

“Aa Merve neden hala hazır değilsin? Hani balığa gidecektik? Yoksa bizi ekmeyi mi planlıyordun?”

Son cümleye efekt olarak parmağını yüzüme doğru salladı. Balık planlarını tamamen unutmuştum.Gülerek elini yana ittim.

“Unutmuşum işte. Hem sabah sabah senin bu heyecanlı tavıraların eşliğinde hatırlamak daha eğlenceli oldu. Selim’le Gizem de geliyorlar değil mi?”

Göz kırpıp cevap verdi. “Kambersiz düğün olur mu? Tabi ki geliyorlar. Bizim köylüleri unutur muyum hiç.”

Keyifim yerine gemişti. Kerem’i salona buyur edip yukarıya giyinmeye çıktım. Hazırlanıp indiğimdeyse annemin adeta çocuğu esir almış olduğunu gördüm. Annem kahvaltıya kalması için ısrar etmesine karşın Kerem ıkına sıkıla geç kaldığımızı, balık saatini kaçıracağımızı ve sandeviçlerle de idare edebileceğimizi söylüyordu.

Merdivenleri inip anneme günaydın dedim. Annelere özgü o koruma iç güdüsüyle öğütlerini sıralamaya başladı.

“Aman kızım fazla açılmayın. Biliyorsun bu denizin sağı solu belli olmaz. Hem bir tek sen kaldın geriye, seni de baban gibi denize kurban vermeyeyim. Nolursunuz kendinize dikkat edin. Al bu da yanında bulunsun, sakın ayırma yanından.”

Sarı ve kalın bir zincirin ucuna tutturulmuş, altın kapaklı pusulayı boynudan çıkarıp bana uzattı. Ona bir süre şaşkılıkla baktım. Bu babamın pusulasıydı. Denizde kaybolduktan sonra ondan geriye bir tek bunu bulabilmişlerdi sandalın içinde.

Elime ilk defa alıyordum pusulayı. Babam kaybolduktan ya da uzmanların dediğine göre yüzde doksan dokuz olasılıkla öldükten sonra annem bunu hiç boynundan çıkarmamıştı.Altın zinciri yavaşça boynuma geçirdim.

“Seni rahatlatacaksa takarım.” dedim gülümseyerek. Gözlerine çöken rahatlama beni etkilemişti.

Kerem’e döndüm. “Haydi çıkalım.”

Anneme teşekkür edip el sallayarak çıktık evden.

Kerem yol boyunca ne kadar çok balık yakalayacağı hakkında atıp tutarak beni güldürdü. Gizem ve Selim de benim gibi unutkan katagorisine girmeye hak kazanmışlardı anlaşılan. İlk önce Gizem’in hazırlanmasını bekledikten sonra, Selim’i de evinden alarak limana doğru yürüdük.

Güneş ilkbahar havalarına özgü bir neşeyle tepemizde gülücükler saçıyor, Kerem’in daha da umutlanmasına yol açıyordu.

Limana vardığımızda bizi küçük bir sandalın yanına götürdü. Gizem kaşlarını kaldrarak “Sence sığar mıyız?” diye sordu. Kerem bu soruya biraz bozulduysa da belli etmedi herhalde.

“Samimi bir ortam yaratalım dedik.”

Beyler sandalı hazırlayıp suya indirirken ben de Gizem’in yanına gittim. Göz kırparak “Aman fazla samimi olmasın da.” diye fısıldadı.

Küçük bir kahkaha attım. Nihayet sandal suyla buluşup, herkes yerleştiğinde içerideki tek modern şey olan motor rahatsız bir homurtuyla çalışmaya başladı.

Fazla hızlı değildik yine de denizin kokusunu burnumda, rüzgarın elini alnımda hissetmek bana büyük mutluluk veriyordu. Boynumda asılı duran pusulanın ağırlığı bana yersiz bir güven duygusu aşılıyordu. Sanki bu küçük pusula beni hayata bağlayabilecek tek şeymiş gibi bir his vardı içimde.

Merakım ağır basmıştı bir anda. Sandalımız dalgakıranı aşıp açık denize yol alırken elimi pusulanın altın yüzeyinde gezdirdim. Ön kapakta itinayla işlenmiş bir sonsuzuk sembolü vardı. Başka bir iz ya da işaret yoktu. Düğmeya basıp kapağı açtığımda en az dışı kadar iyi işlenmiş pusula bölümüyle karşılaştım. İbre kuzey- doğuyu gösteriyor, sandalın dalgalar karşısındaki sallanışına göre de hafif hafif oynuyordu.

Tam kapağı kapatacakken iç kısma yazılmış kelimeleri farkettim. Gözlerimi kısıp okumaya çalıştım. “ Farkındalık sona giden yolda ilk adımdır.”

Bu cümle bana bir şey ifade etmemişti. Ancak belki de babamın kayboluşuyla bir ilgisi vardı. Bazı şeyleri fazla kurcalamayı seven bir insan değildim. Belki de bu yüzden Kerem’in “Geldik!” cümlesini duyduğumda kafamdaki soruları bir kenara itip, Selim’in yaptığı şaklabanlıklara gülmeye başladım. Pusula bir buhar misalı kafamdan uçup gitmişti.

İşin balık tutma kısmı tam bir faciaydı. Daha önce balık tutma deneyimi olmayan dört hiperaktif genç küçük bir sandala tıkışıp, oltaları hazırlamaya çalışınca sonuç da pek iç açıcı olmamıştı tabi. Selim misinlara dolanmış, Gizem yemlerimiz olan solucanları yanlışlıkla denize serpmiş ve Kerem de oltayı hazırlmayı başaramamış olmasına rağmen iğneyle kendisini yakalamıştı.

Ben ise arada kıkırdamama rağmen ciddiyetimi korumayı başarıp “Hadi ama kaç yaşına geldiniz hala şu şaklabanlık yapma işini bırakamadınız. Hepimiz koca koca insanlarız. Hadi ama!” diye sesleniyordum.

Kerem serzenişlerimi duyduğunda iğneyi montundan çıkarmaya çalışmayı bir kenara bırakıp gülerek bana nasihat vermeye koyuldu. “Asıl sana hadi ama. Biraz eğlensen ölürsün değil mi Merve? Hem akıl yaşta değil baştadır demiş atalarımız. Beni dinlemiyorsan onları dinle.”

“Evet.” diye homurdandım, “Bu söz hala nasıl bu kadar çocuk kafalı olduğunuzu açıklar.”

Kerem’in suratı asılır gibi olunca biraz sert çıktığımı anladım. Hınzırca gülümseyerek “Sen eğlenmek nasıl olur gör şimdi.” diyerek başındaki komik şapkayı bir çırpıda alıverdim.

“Heyy!” tarzı bir tepki vermiş olsa da yumuşamama sevinmiş görünüyordu. Üzerime atladığında şapkayı ondan uzak bir yerlerde tuttum ve inadına vermedim. Bir yandan gülüyor bir yandan da şapkayı yakalamaya çalışıyordu.

Sonra birden geri çekildi ve elimi yakaladı. Boynuma asmadığım için elimde kalan pusulayı sıyırıp aldı avuçlarımdan. Bir anda korkunç bir panik duygusu kapladı içimi. Daha “Dur!” dememe kalmadan hızlıca geriye çekildi ve sandalın dengesi bozuldu. Ne zaman devrildiğimizi tam olarak anlamamıştım. Tuzlu su her tarafımı kaplamış, görme yetimi almıştı elimden. Ruhum çıldırmış bir elektirikli süpürge tarafından emiliyormuş gibi hissediyordum. Panikle çırpınırken kafamı sertçe sandalın kenarlarından birine çarptım ve dünyam bir anda karardı.

Boğazımdan yükselip ağazımdan fışkıran suyun farkına vardığımda neler olduğunu tam anlamıyla hatırlayamıyordum. Çevremde tanıdık sesler duymakla beraber metalden, soğuk ve düz bir zeminin üzerinde yatmanın getirdiği uyuşukla vücudum hiç bie emrime tepki vermiyordu. Sandalın devrilmesiyle cereyan eden felaketler dizisini hatırlamaya başladığımda panik içinde, tuzun etkisiyle yanan gözlerimi açtım ve yattığım yerden doğruldum.

Selim, Gizem ve Kerem tek kelime etmeden çevreme dizilmiş, bu kadar iğrenç bir durumda olmasak gülebileceğim suratlarla bana bakıyorlardı. Elimi başımın arkasına, sandala vurduğum yere götürdüm. Ne bir ağrı ne de bir kan emaresi vardı. Tuhaftı.

Kerem bile gülmüyorsa ciddi bir durumla karşı karşıyaydık demekti. Ortaya bir “Ne oldu? Hangi cehennemdeyiz biz? “ sorusu attığımda ilk cevap veren yine Kerem oldu.

“Sandal devrildi, sen kafanı vurup bayılmıştın. Selim ve Gizem de sandalın suyun üstünde kalan bölümlerinden birine tutunmuşlardı. Seni çekip çıkarttım ve öylece beklemeye başladık. Sonra ufukta şu anda üzerinde durduğumuz bu tuhaf gemi göründü. Sandaldan umudumuzu kestiğimiz için belki bize yardım edecek biri çıkar diyerek gemiye çıktık. “

Bütün bunları cani bir robot gibi tekdüze bir sesle sıralamıştı. Sonra bürden yüzünden pişmanlık dolu bir ifade geçti. “ Pusulanı denize düşürdüm ve bulamadım. Çok üzgünüm. “

İçimi karanlık bir his kapladı. Yine de karşımda bu kadar pişman ve yorgu dururken onu bu kadar rahat yargılayamazdım. Sonuçta hayatımı kurtarmıştı ve kaç yıllık arkadaşımdı. Bir pusula için onu kıramazdım.

“Sorun değil, aptal bir pusulaydı zaten. Annem anlayışla karşılayacaktır.” Bir an duraksadım ve etrafıma bakındım. “Tabi eve dönebilirsek.”

Son cümlem bizim köylüleri yeniden hayata döndürmüşe benziyordu. Selim yola çıktığımızdan beri ilk defa konuştu. “ Sen baygınken gemiyi şöyle bir yarım yamalak gezdim. Kimse yok, tamamen ıssız. Fakat motorları bir şekilde çalışıyor ve durmadan ilerliyoruz. Daha içerilere girmeye cesaret edemedim. Nasıl demeli biraz şey… Biraz ürkütücü görünüyordu. Tuhaf.”

Ayağa kalktım. İşler iyice sarpa sarmaya başlamıştı. Gizem büyümüş gözlerle anlatılanaları dinliyor, bazı yerlerde de kafasını sallıyordu. İşi ele almanın vakti gelmişti.

“Bence ayrılıp gemiyi araştırmalıyız. Mutlaka bizi limana bırakabilecek görevli birini buluruz. “

Kerem sanki aklımı okumuşçasına sözü aldı. “ Selim sen Gizem’e göz kulak ol. Beraber kaptan dairesine gidin. Kayda değer şeyler arayın. Ben Merve’yle yolcu odalarını kontrol edeceğim. Yolda geminin planını görürseniz yanınıza almayı unutmayın. Sonuçta çok büyük bir gemideyiz.”

Etrefıma bakındım. Kerem haklıydı. Bu çok büyük bir yolcu gemisiydi. Sanırım en az bir beş katı vardı. İşimiz uzun sürecekti anlaşılan.

Selim’in “ Tamam o zaman ayrılalım.” demesiyle harekete geçtik. Kerem’le bir süre yan yana yürüdük. İkimiz de konuşmuyor, etrafımızda gördüklerimizi hazmetmeye çalışıyorduk.

Dik bir merdivenle güverteden yolcu odalarına indiğimizde havadaki tekinsizlik hissi beni iyice ürpertmeye başlamıştı.

Yocu odalarının bulunduğu koridor gayet şaşafatlı düzenlenmişti. Yerdeki kırmızı halı yeni serilimiş gibi parlak ve yumuşaktı. Krem rengi duvarlarda Dali’nin olduğunu düşündüğüm pek çok resim asılıydı. Biraz daha yaklaşıp baktığımda orijinal olduklarını gördüm. Ne kadar para ettiklerini düşünmek bile başımı döndürmüştü. Tavanda asılı duran kristal avizeler göz kamaştırıcı bir berraklıkla koridoru ışığa boğuyordu.

Bütün odaların kapıları açıktı. Her birini teker teker gezdik. Bütün odalarada tam bir el değmemişlik havası vardı. Sanki ezelden beri kimse buralara adım bile atmamıştı. Bir oda hariç. Kapıdan içeri adımımı attığımda açık duran yatağı gördüm. Yerde bir çift erkek terliği birbirinin tersi yönlerde duruyordu. Gece lambalarından biri açık bırakılmıştı. Kerem’e baktım. Onunda gözlerinden benimle aynı şeyler geçiyordu. Demek ki burada bizden başka birileri daha vardı.

Odanın sonuna doğru ilerlediğimde çalışma masasının üzerinde duranları görmek benim için ciddi bir şok anıydı. Ellerim titreyerek masanın üzerindeki gözlüğü aldım. Krem rengi çerçevesi, ucuna takılı aynı renkteki zincir ve sol camındaki çatlakla bu babamdan başkasına ait olamazdı.

Çığlık atma isteğimi uyandıran bir başka nesne ise masanın üzerinde duran altın pusulaydı. Kerem’in gözleri büyüdü. Ağazı hayretle aralandı.

“Ama ben bunu düşürdüğüme emindim.”

Cevap veremiyordum. Veremiyordum çünkü mantıklı bir cevabım yoktu. Üstelik tek anormal durum da bu değildi. Pusulanın üzerindeki sonsuzluk sembolü ben elime aldıktan sonra garip bir ışıkla parlamaya başlamıştı. Kapağı açtığımda ibrenin durmaksızın dönüyor olduğunu gördüm. Kapağın arkasında yazan kelimeler de tıpkı sonsuzluk sembolü gibi parlıyordu. Cümleyi tekrar okuduğumda bu sefer bazı şeyler anlam kazanmaya başlamıştı. “Farkındalık sona giden yolda ilk adımdır.”

Kapının yanından bir çıtırtı sesi geldiğinde Kerem’de bende o tarafa gördük. Bu oydu. Orada kapıya yaslanmış bana bakıyordu. Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Babam yüzünde soğuk ve tartan bir ifadeyle baştan aşağıya süzdü beni. Hayatımda hiç çığlık atmamıştım. Fakat bu sefer benim için bir istisnaydı. Çığlık attığımda Kerem’in kolunu omuzumda hissettim. Babamsa yeniden baktığımda orada değildi.

“O buradaydı. Babamı sen de gördün mü?” Sesim histerik bir tondaydı.

Kerem yavaşça ve şok içinde konuştu.

“Babanı bilmem ama ben anneannemi gördüm. Biliyorsun yıllar önce batan bir gemide boğulmuştu. Bu nasıl olabilir? Nasıl ikimizde aynı kabusu görüyor olabiliriz?”

Yere çöküp şiddetle ağlamaya başladım. Hem sinirlerim bozulmuştu hem de gerçeği anlamıştım. Kerem ise beni teselli edemeyecek kadar çökmüştü. Ne kadar süre ağladım bilemiyordum. Kendimi kandırımış, kapana kısılmış ve kaybolmuş hissediyordum.

Gözlerimi Kerem’e diktim. Cevabını bildiğim halde durumu açıklığa kavuşturacak olan soruyu sordum. “ Kerem biz kaç gündür bu lanet gemideyiz?” Ne kadar uğraşsam da sesimin titremesine mani olamamıştım.

Boş boş bana baktı. “Bilmiyorum.”

Ağır ağır ayağa kalktım. Dehşetimin yerini güçlüğ bir boyun eğiş ve kararlılık almıştı.

“Gidelim.” dedim sakince. “ Selim ve Gizem’i bulmalıyız. Galiba burada neler döndüğünü biliyorum.”

Kerem şaşkın şaşkın baktı bana. Bendeki bu ani değişimin nedenini anlayamamıştı. Yerden kalkarken sadece “Peki.” dedi.

Hızlıca koridorları geçtik ve güverteye çıktık. Havada en ufak bir rüzgar, bir esinti bile yoktu. Gizem ve Selim’i bize doğru koşarken gördüm. Yüzleri şaşkınlığa boğulmuştu. Gizem yanıma geldiğinde ağlamaya başladı. Sonra hızlıca başlarından geçenleri anlattı.

Kaptan köşkünde de kimseye rastlamamışlardı. Geminin rotasına bakmak istediklerinde sadece koca bir boşluk görmüşlerdi. Bu gemi hiçbir yere gitmiyordu.

Selim hiçbir şey söylemeden öylece dikiliyordu. Zaten hep suskun bir çocuk olmuştu, şimdiyse konuşma yetisini tamamen kaybetmiş gibiydi.

Gizem’in anlattığı şeyler de vardığım kanaati iyice güçlendiriyordu. Burada ne kadar zamandır bulunduğumuzu bilmiyorduk. Bu süre zarfında hiçbir şekilde acıkmamıştık yada başka bir insani ihtiyaç hissetmemiştik. Bu geminin bir önceki yolcusu olan babamı görmüştüm. Pusulanın üzerindeki sonsuzluk sembolü ve o gizemli cümlede artık açık bir ima haline gelmişti. Kafamı kaldırıp hepsinin gözlerinin içine baktım. Farkındalığa erişmiştim.

“ Biz aslında ölüyüz, bu da bizim son yolculuğumuz. Bu gemi bizi sonsuzluğa taşıyacak olan araç.”

Farkındalıkla birlikte gelen huzuru hissettim. Aslında hepimiz sandal devrildiğinde boğulmuştuk. Olay bundan ibaretti. Gözlerimi kapattım ve ölümün tadını çıkartmaya başladım.

——————————————

Kasaba gazetesinin haberi üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. Yine de olay bir türlü gündemden düşmüyordu.

“Kaybolan dört gençten hala haber alınamadı. Sandalda bulunan pusula ise hala gizemini koruyor. Uzmanlar gençlerin yüzde doksan sekiz olasılıkla ölmüş olabileceği üzerinde duruyorlar. Olayın bir cinayet mi olduğuysa soruşturuluyor. Kasabada hızla artan kaybolma vakalarıysa civar köylere de korku salmaya başladı. ”

 

Beyza Taşdelen

1996 yılında İstanbul’da doğdum. Fransızca dilinde tamamladığım orta okul ve lise eğitimimin ardından kendimi Galatasaray Üniversitesi Karşılaştırmalı Dil Bilim ve Uygulamalı Yabancı Diller bölümünde Saussure ile didişirken buldum. Şimdilik sözcüklerin neden ve nasıl yan yana geldiğini incelemekten çok onları yan yana koyan kişi olmayı tercih ediyorum.

Farkındalık” için 10 Yorum Var

  1. Deniz, deniz, deniz… 🙂 İşin içinde Black_Helen imzası olunca deniz teması kaçınılmaz oluyor galiba. Yanlış anlaşılmasın, bu durumdan şikayetçi değilim. Aksine “büyük maviyi” çok seven biri olarak oldukça hoşuma gidiyor.

    Öykünüze gelecek olursak, karakterlerin işlenişi olsun, aralarında geçen diyaloglar olsun hepsi çok başarılı. Issız gemi fikrini ise kesinlikle çok sevdim. Baş karakterimizin babasını görünceye kadar olan kısma kadar her şey iyiydi fakat o noktadan sonra olaylar biraz çabuk sonlanmış gibi geldi bana. Ne bileyim, nerede olduklarını bir günlükten, kızın babasının ağzından hatta ölümün bizzat kendisinden öğrenmeleri çok daha dramatik olurdu.

    Her şeye rağmen keyifle okuduğum ve sevdiğim bir hikaye oldu Farkındalık. Kaleminize ve yüreğinize sağlık…

  2. Evet ben de aynı şekilde öyküyü ve işlenişini çok beğendim, aslında birinci ağızdan anlatılıyor olmasını ilk anda eleştirel bir yön olarak düşündüm ama okumaya devam ettikçe anlatım tarzı, kelimelerin seçimi ve dediğim gibi işlenişi beni öykünün içine çekti. Çok keyif alarak okudum.

    Ellerinize, beyninize, yüreğinize sağlık …

  3. Ah, ilk gün okumuştum bunu. Yorum yazpmayı unuttuğum için bağışla black 🙂 Konun ve akıcılığın çok güzel. Özellikle sonunda, kahramanların kazanamamış olmasına çok sevindim 🙂 Ama keşke biraz daha uzun olsaydı, tadına doyamadım 😀

  4. Sizin diğer hikâyelerinizle karşılaştırdığımda başlarını biraz yavan bulmuştum. Ama sonuna geldiğinde “Farkındalık” bana o kadar hızlı bir şekilde çarptı ki diyecek bir şey bulamıyorum.

    Tebrik ederim gayet çarpıcı bir hikaye olmuş.

  5. @Mit
    Ne desem bir öykü yazmaya başladığımda en azından bir kez bile “deniz” kelimesi geçmezse kendimi biraz rahatsız hissediyorum doğrusu. Diyaloglarımın beğenilmesi güzel, üzerilerinde bayağı uğraşmıştım. Sonlarını çabuk geçtiğimin farkındayım. Bir başkası da aynı şeyi söylemişti. Fakat bir süre sonra kafamda hikayeyi bitirdiğim için yazmak sıkıcı geliyor. Herhalde yazdıkça bunu aşacağım. Yorumunuz için teşekkürler.

    @animania
    Okuyup beğenmenize sevindim. Normalde de tercihim hep birinci ağızdan anlatımdı. Yorumunuz için teşekkürler.

    @FreshBlood
    Yorum yazmanız yeter, zaman hiç önemli değil. Beğenmenize sevindim. Kötü sonları seviyorum sanırım. 🙂 Yorumunuz için teşekkürler.

    @Ferah
    Yorumunuz için teşekkürler. Beğenmeniz beni mutlu etti.

    @berre
    Teşekkürler. Gerçekten de bakıldığında başlangıcın diğerlerinden daha yavaş olduğunu ben de fark ettim. Sanırım bu yüzden de sonu çok hızlı geçtim. Yine de beğenmeniz güzel. Yorumunuz için teşekkürler.

  6. Anlatımı ve konusu çok güzel bir hikayeydi.Okurken sessiz Gemi şiirini hatırladım nedense.Ölümü sonsuz bir yolculuk olarak düşünmek doğru bir yaklaşım.Betimlemeler,karakter tavırları ve diyaloglar yeterliydi.Konu zaten özgün.

    Ama en çok hoşuma giden kısmı “Farkındalık sona giden yolda ilk adımdır.”sözüydü.Ellerine sağlık.

  7. Selamlar blg,

    Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkürler. Aslında Sessiz Gemi şiiri en sevdiğim şiirdir. Esinlenmiş olmam da muhtemeldir 😀
    Beğenmenize gerçekten sevindim. Aslında aklıma gelen ilk şey o sözdü. Hikayeyi de o söz çerçevesinde şekillendirdim. Tekrar teşekkürler 🙂

  8. Denizi çok severim. Denizin verdiği sonsuzluk hissini bu öyküyü okurken de hissettim. 🙂 Çok güzel bir öyküydü…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *