Öykü

Gliese 581 c

“Bir kova su alacaktım ama… Annen yok mu evde?”

“Annem yok, ben getireyim.”

“Yok yavrum yok. Ağır gelir sana şimdi. Yan daireden alırım. Sağ olasın.”

“Bir şey sorabilir miyim teyze?”

“Sor tabii. O tatlı dilini yerim senin.”

“Çocuğun var mı?”

“Var bir tane.”

“Erkek mi?”

“Evet. Senin yaşlarında. Hayırdır?”

“Bir dakika bekler misin? İçeriden bir şey getiricem. Ama kapıyı kapatmam lazım. Annem böyle durumlarda kapıyı kapatmamı söyledi. Gitme sakın.”

“Annen doğru söylemiş. Tamam, bekliyorum ben merak etme.”

* * *

Saray Oryalı, namı diğer “apartman merdivenlerini temizleyen kadın”, yüzünde tebessümle iki dakika kadar çocuğu bekledi. Maşallah çok akıllı çocuktu. En fazla altı yaşında olmalıydı. Kendi Ahmet’i gibi.

Kendi Ahmet’ini düşününce gülümseyen yüzüne bir hüzün çöktü. O, bu çocuk kadar şanslı değildi. Anaokuluna gidemiyordu. Tablet bilgisayarlarla haşır neşir olamıyordu. En kötüsü, belki de yeterince iyi beslenemediği için cüssesi bu çocuğun yarısı kadardı. O pembe leğenin içinde her banyo yaptırdığında, sırtında kaburgaları görüp kahroluyordu. Olsun, çok şükür açıkta değillerdi. Az da olsa ekmek buluyorlardı. Banyo yapacak sıcak suları da vardı.

Kapı yavaşça açıldı. Zincir yine takılıydı. Çocuğun tek gözü ve burnu gözüküyordu. Tombul parmaklarıyla plastik bir küre uzattı.

“Bu nedir yavrum?” diyerek aldı Saray. İçindeki bir şeyler tıkırdadı. Şöyle bir salladı. Küçük küçük plastik parçalar vardı herhalde.

“Lego,” dedi çocuk. “Star Wars’taki Alderaan gezegeni o. İçinde de uzay gemisi var. Tantive IV. Bir de asker var.”

“Hımm,” deyip altına üstüne şöyle bir baktı. Pek bir şey anlamamıştı.

“Ben çok oynadım. Sıkıldım artık, yenileri de geliyor sürekli. Almanya’dan amcamlar getiriyor. Çocuğuna götür, oynasın.”

“Ahmet anlar mı ki bundan?”

“İçini açsın, küçük bir kitapçık da var. Orda yazıyor nasıl yapılacağı. Kutusu da vardı ama annem atmış.”

“Olsun canım, ne lüzum var kutusuna falan? Çok sağ ol yavrum. Çok sevinecek bizimki.”

“Bir şey değil. Ama anneme söyleme. Annem kızıyor başkalarına oyuncak verince.”

“Ama olur mu ki, anneden gizli saklı iş çevirmek?”

“Küserim bak.”

Saray güldü. Çocuk inanılmaz tatlıydı. Annesini az buçuk tanıyordu, belli ki çocuk ona hiç çekmemişti. “Peki, söylemem.”

“Kolay gelsin teyze,” diyerek kapıyı kapattı çocuk.

Saray, oyuncağı çantasına koydu ve yan dairenin kapısını çaldı: “Bir kova su alabilir miyim zahmet olmazsa?”

* * *

Pembe yanaklı zayıf çocuk, hava çok soğuk olmadığı halde üşüyordu yürürken. Üstelik üzerinde kalın bir kazak ve kapüşonlu bir mont da vardı. Tıka basa doldurduğu okul çantasının altında iki büklüm olmuştu; ama okula gitmiyordu. Zaten daha okula başlamasına aylar vardı. Şubat ayındaydılar ve okul Eylül’de başlayacaktı. Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül. Ohoo, tam yedi ay. Gerçi fark etmezdi, okuma yazmayı çoktan çözmüştü. Çarpım tablosunu ve İstiklal Marşı’nı ezbere biliyordu. Okulda -en azından ilk senelerde- başka ne öğretiyor olabilirlerdi ki?

Her gün binlerce dalgın insanın gelip geçtiği üst geçidin ayağına gelince sırt çantasını indirdi. Otobüs durağının yan tarafına koydu. Fermuarını sonuna kadar açtı. Çantanın içindeki dörde katlanmış mukavvayı güzelce açıp serdi. Dört ucuna birer taş koydu. Çantasının bütün gözlerinden çıkardığı oyuncakları mukavvanın üzerine güzelce serdi. Peluş hayvanlar, yoyolar, baloncuk çıkartan oyuncaklar, solo testler, plastik cep telefonları… Ve tabii bir adet gezegen, bir adet asker ve bir adet uzay gemisinden oluşan minik Lego seti. Mukavvanın başköşesine koydu onu. En yüksek fiyat da onun olacaktı. Ahmet’in hayatında gördüğü en güzel oyuncaktı. Bakmaya doyamıyordu, ilk geceler yanında yatmışlığı bile vardı. Ama ona ihtiyacı yoktu. Paraya, yiyeceğe, giyeceğe ihtiyacı vardı. Özellikle de kalbi zar zor atan babasının…

Geçen sene hastalanana kadar Rumeli Hisarı sahilinde insanların polaroid fotoğraflarını çekerek para kazanıyordu babası. Kocaman bir makinesi vardı. Fotoğrafı çeker çekmez boş bir kâğıt çıkıyordu makineden. Sonra o kâğıdı sallayıp biraz bekletince üzerinde fotoğraf beliriyordu. Mucize gibiydi bu Ahmet için. Hayatının her anını o makineyle çekip bir albüme koymak isterdi ama babası izin vermiyordu. O kâğıtlar ve makine ailenin ekmek parasıydı, boşa harcanmamalıydı. Şimdiyse makine, çekyatın altında bir poşetteydi ve daha uzun süre orada kalacak gibiydi. Çünkü babası asla iyileşmeyecekti. Çok sigara içmekten ciğerleri tükenmişti. Annesi ilk başlarda babasına çok kızardı: “Şu sigara illeti hem paramızı yedi, hem ciğerlerini,” diye. Babası ise cevap vermez, sadece homurdanırdı. Yatalak olduktan sonra böyle şeyler dile getirilmez oldu. Olan olmuştu artık.

Babası iş yapamaz hale geldikten sonra annesi daha çok çalışmaya başladı. Önceden sadece arada sırada ev temizliğine girerdi. Şimdi ek olarak merdiven de siliyordu. Ama her halükarda yetersizdi. Bodrum katı da olsa her ay kira vermek zorundaydılar. Elektrik ve su faturası ödemek, sobayı hiç değilse soğuktan ölmeyecekleri sıcaklıkta tutmak için kömür almak zorundaydılar. Ahmet ileride büyüyünce aynı makineyle babasının işini devam ettirmeyi düşünüyordu ama şu an bunun için çok küçüktü. Bu oyuncak ise bir gereksinim değildi. Dolayısıyla satılıktı.

“Çok güzel oyuncaklarım var. Çocuğunu sevindir abi,” dedi cılız sesiyle. Onlarca, yüzlerce, binlerce kez dediği gibi.

* * *

Geopec Teknoloji&Madencilik şirketinin Kaynak Gözlem Birim Müdürü Jacob Nichols, yardımcısı William Stewart’ı ofisine çağırdı.

“Willy, şu Türk şirketinin Gliese 581 c’yi neden bu kadar çok istediğini öğrenebildin mi?”

“Kısmen efendim.”

“Anlat.”

“Şirket sahibi özel olarak ilgileniyormuş bu satın almayla. Herkese, gerekirse tüm kaynakları bu iş için kullanmalarını emretmiş.”

“Çok radikal ve riskli bir karar. Ancak başka kaynakları da olan çok büyük bir şirketin atabileceği bir adım. Onlara göre değil yani. Neden böyle bir şey yapıyor?”

“Kişisel sebepleri olduğunu duydum. Şirketi kurmasındaki esas amacın bile bu olduğunu söylüyorlar.”

“Bu gezegeni satın almak mı?”

“Belki de yaşanabilir herhangi bir gezegeni satın almak. Bize en yakın yaşanabilir gezegen Gliese 581 c olduğu için onu hedefliyor olabilir.”

“Yaşanabilirlikle niye ilgileniyor ki? Daha bir asır boyunca başka yıldızlara göç edemeyeceğimiz aşikâr. Bizim gibi sadece gezegen kaynaklarını elde edip buraya getirmeyi amaçlasalar anlayacağım; ama onun için bile onlarca yıllık yatırım gerekecek.”

“Belki de çok uzun vadeli düşünüyordur.”

“Adam kaç yaşında?”

“Doksan yedi.”

“Herifin bir ayağı çukurda. Bu işin içinde bir iş var. Araştırmaya devam et.”

“Peki efendim.”

“Özellikle bu herifle ilgili her şeyi istiyorum. Doğumundan bugüne.”

“Hemen işe koyulacağım.”

“Çıkabilirsin.”

* * *

Babasının elinden kurtulan bir çocuk, otobüs durağının yanında, yerdeki bir mukavvanın üzerindeki oyuncaklara doğru koşturdu. Gözlerini hemen Lego Star Wars setine dikti. Ellerini ovuşturan satıcı çocuğa sordu: “Bu kaç para?”

“On lira.”

“Neden satıyorsun ki onu? Çok güzel.”

“Satıyorum işte,” diye omuz silkti Ahmet.

“Can, gelsene oğlum, nereye kaçıyorsun öyle?” dedi ancak yetişen baba.

“Hiiiç, oyuncaklara bakıyordum,” dedi tombul çocuk.

“Oğlum, sana binlerce oyuncak alıyoruz, bunlara mı kaldın? Gel çabuk, hadi.”

“Ne acelemiz var baba ya? Bakıyorum sadece.”

“Gel dedim, sinir etme beni,” diye çocuğun avucunu eline alıp çekiştirdi adam.

“Off baba ya,” diye diye peşinden sürüklendi. Ama Ahmet’e ‘o gezegeni satma’ dercesine son bir bakış attı. Ahmet umursamadı.

* * *

Geopec’te tek kişilik bir sunum yapıyordu William Stewart. Patronu Jacob Nichols, bacak bacak üstüne atmış, hem önündeki masada belirip duran yazılara bakıyor, hem de Willy’yi dinliyordu.

“Adamın geçmişi tam bir muamma,” diye devam etti sunumuna. “Belli bir yaştan öncesiyle ilgili hiçbir iz bulamadık. Sadece söylentiler var. İsmi bile gerçek olmayabilir.”

“İlginç. Ne gibi söylentiler?”

“Gençken çok fakir olduğu, yasadışı bir vurgunla zengin olup şirketi kurduğunu söyleyenler var, amcasının mirasına konduğu için buralarda olduğunu söyleyenler var, cinsiyet değiştirip erkek olduğunu söyleyenler var. Birbiriyle alakasız hatta çelişkili pek çok söylenti.”

“Bu durumdan hiç memnun olmadım ama neyse. Beceriksizlik yapmadığını düşünmek istiyorum bu konuda. Peki… Nereden itibaren biliyoruz?”

“Şirketin kuruluşundan itibaren. Yani son kırk senesini.”

“Hımm, elli yedi yaşından öncesi yok. Çok uzun bir süre bu.”

“Doğru söylüyorsunuz efendim.”

“Devam et. Sonrasında ne biliyoruz?”

“Küba ve Kuzey Kore gibi ülkelerle içli dışlı olduğunu.”

“İlginç. Pek normal sayılmaz.”

“Sık sık oralara iş ziyaretlerinde bulunuyor ama ne için gittiği belirsiz. Şirketinin de bu ülkelerle alakalı bir aktivitesi bulunmuyor.”

“Belki de kişisel ziyaretlerdir.”

“Kaynaklarımız öyle demiyor efendim. Yakınları, adamımızın bu ziyaretlere fazlasıyla önem verdiğini ve gizlilik için fazlasıyla önlem aldığını söylüyor.”

“Komünistin teki mi yoksa?”

“Herhangi bir solcu faaliyeti olmamış.”

“Belki geçmişinde olmuştur. Saklamak istediği de budur.”

“İşçileri tarafından fazlasıyla sevilen ve değer gören biri olduğu için bunu ben de düşündüm. Ama herhangi bir kanıt yok. Olduğunu da söyleyebiliriz, olmadığını da.”

“Olduğundan eminim. Her neyse, ailevi durumu nedir?”

“İki kez evlenmiş. İkisinden de boşanmış. İlk eşinden iki çocuğu, onlardan da toplam üç torunu var. Torunlarından biri hamile.”

“Şu an yalnız mı?”

“Öyle görünüyor.”

“Cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için dışarı çıkıyor mu?”

“Çıkmıyor, eve de kimseyi getirmiyor.”

“Tuhaf. O tip insanlar, çocukları bile kullanmaya meyilli olur.”

“Başka ne öğrenmek istersiniz efendim?”

“Hiçbir şey. Bana Sam’i çağır.”

Willy kaşlarını çattı. Patronunun, Sam’i bu kadar çabuk çağırttığını hatırlamıyordu. Sam’i çağırmak demek, infaz emri demekti.

“Öldürtecek misiniz?”

“Evet, neden şaşırdın? Artık şirketler arası suikastlara alışmışsındır diyordum. Neredeyse yarı-yasal hale gelmiş durumda. Kendini koruyamayanların ölmeyi hak ettiğine dair genel bir kanı var. Bence haklı bir kanı. Bizim avantajımız şu ki Sam ve ekibi için herkes o kategoride.”

William sadece başını salladı ve sustu. Patronunun sözünü bitirmesini bekliyormuş gibi.

“Ölümden her bahsettiğimizde yüzün soluyor Willy. Bu kadar korkak olma. Bir gün sen de öleceksin.”

“Haklısınız efendim. Çıkabilir miyim?”

“Çık çık. Sam’e de söyle, acele etsin. Onun koca götüne kalsa saatler sürer gelmesi.”

“Tabii efendim.”

* * *

Saner Saygılı, nam-ı diğer Altar Teknoloji’nin CEO’su, yatağına yine huzurlu girmişti. Onlarca senelik hedefine ulaşmak, o gezegeni satın almak üzereydi ve fazlasıyla heyecanlıydı. “Gliese 581 c,” diye konuştu kendi kendine, “Alderaan kadar güzel bir isim sayılmaz ama olsun.”

Gezegen için yapılacak ihalede Geopec şirketiyle yarışmak zorunda olacağını biliyordu ama onların bu gezegeni fazla önemsemeyeceğine güveniyordu. Çünkü Geopec, Altar’ın en az yirmi katı büyüklüğünde devasa bir organizasyondu ve şimdiden asteroidlerden maden çıkarmaya, Ay’da koloniler kurmaya başlamıştı. Jüpiter ve Satürn’ün uyduları da ilgi alanlarına giriyordu. Ama ulaşılması hâlâ çok güç olan Güneş Sistemi dışındaki gezegenler henüz kimse için ilgi odağı olmamışlardı. Ve şu dönemde kimse bu kadar uçuk şeyler için para harcamazdı. Kendisi gibi özel bir amacı yoksa tabii…

Yatağında yavaş hareketlerle sağ tarafına döndü. O anda bilinmeyen bir yerden gelen bir kurşun önce camı deldi, sonra Saner Saygılı’nın alnından girip beyninin içinde patladı.

Bir kilometre ötede bir adam “Görev tamamlandı,” diye mırıldandı. Saner Saygılı’nın geniş arazisine girmek ve eve çok yaklaşmasına gerek kalmadan canını almak beklediğinden kolay olmuştu. Az önce öldürdüğü yedi korumayla beraber sekiz leş. Fena değildi. Ama çok daha fazlasını öldürmek zorunda kaldığı durumlar da olmuştu.

“Son sözleri ne oldu?” dedi karşı taraftan bir ses. Tam kulağının içine.

“Alderaan diye bir şeyden söz etti sanırım.”

“Alderaan mı?”

“Evet. Gliese 581 c’nin isminin Alderaan kadar güzel olmadığından yakındı.”

“Başka biriyle mi konuşuyordu?”

“Hayır. Kendi kendine.”

“Peki. Geri dönebilirsin.”

“Ortalığı temizlememe gerek var mı?”

“Hayır yok, hemen Geopec’e döneceksin zaten.”

Sakalını kaşıdı. Eskiden olsa Amerika’ya döneceksin derlerdi. Artık şirket adları vardı. “Peki efendim,” dedi.

“Çok iyiydin Sam. Bu işlerde bir numara olduğunu biliyorsun değil mi?”

“Evet efendim.”

“On saat sonra görüşürüz.”

* * *

Can, Ahmet’i sokakta oyuncak satarken görüşünden sonraki gün bir çılgınlık yaptı ve Ahmet’i ziyarete gitti. Gece boyunca Ahmet’in neden ona verdiği Lego’yu satmaya çalıştığını düşünmüştü. Kafasını kurtlar kemiriyordu. Fakir olduklarını ve muhtemelen para için satılığa çıkardığını kavrayabiliyordu. Ama zaten o tezgâhta bir sürü oyuncak vardı. Neden onu da satıyordu ki? Oyuncağı mı beğenmemişti? Beğenmediyse neden beğenmemişti?

Saray’ın merdiven temizleme günüydü yine. Su istemeye geldiğinde, annesi kovaya su doldurmak için banyoya geçti. Can da bu fırsattan faydalanarak Saray’la konuşmaya başladı.

“Teyze merhaba.”

“Oyy, merhaba canım benim. Nasılsın, iyi misin?”

“İyiyim teyze. Çok zamanım yok. Oyuncağı merak ettim. Oğlun beğendi mi?”

“Hem de nasıl… Günlerce yanında yattı valla. Çok sağ ol oğlum, sevindirdin benim çocuğu.”

“O zaman neden…” derken annesi arkasında belirdi.

“Çekilsene oğlum şuradan, eşek ölüsü kadar kova taşıyorum, görmüyor musun?”

“Tamam anne ya.”

Yarım saat sonra Saray, merdiven işlerini bitirip apartmandan çıktı. Can, ani bir dürtüyle annesine gözükmeden kendini dışarı attı ve peşinden gitti. Kadın sitenin dışından geliyordu ama yürüme mesafesinde oturuyordu. Annesiyle sohbetlerinden birinde işitmişti. Yol parası vermiyorum çok şükür, demişti annesinin geçimle ilgili bir sorusuna.

Beklediği kadar yakında oturmadığını siteden çıktıktan on beş dakika sonra hâlâ yürüyor olmasından anladı. Tam geri dönüp dönmemeyi düşünürken kadın, apartmanlardan birine girdi.

Can, etrafına iyice bakındı. Hangi sokak, hangi apartman olduğunu aklına kazıdı. Bundan sonra buralara sıkça gelecekti. Annesi istese de istemese de.

* * *

Kapıdan içeri adım atar atmaz keskin gözleriyle hızlıca ortamı taradı. Sıradan bir toplantı odası. Üzerinde son toplantıdan kalma bir yığın şekil ve yazı bulunan beyaz tahta, ikisi dolu yedi adet mavi koltuk, bir buçuk metreye üç metrelik, toplam sekiz kişilik masa, masanın üzerinden beyaz bir perdeye bakan projeksiyon makinesi ve doğu cephesini boydan boya kaplayan, gökdelen manzaralı cam.

Onu içeri alan kadın elini uzattı. Kırmızı ojeli beyaz parmaklar. İnce, bakımlı. Adam, ölçülü bir şekilde kadının elini sıktı ve gösterilen koltuğa oturmadan önce odadaki diğer iki kişiyle de tokalaştı. İki erkek. İkisi de kırklı yaşlarında. Pahalı takım elbiseler. Güçlü görünüm.

“Hoş geldiniz Şahin Bey,” dedi onu karşılayan şık kadın. Oturdular. “Ben Sema. Müdür yardımcımız Servet Bey ve müdürümüz Halil Bey.”

“Memnun oldum.”

Sema, önündeki hibrit bilgisayarın ekranına göz gezdirirken sol eliyle başını hafifçe kaşıdı. Dudaklarını araladı. Yeni sürülmüş pembe ruj, simli. “Evet, ilk mülâkatı başarıyla geçmişsiniz ve açıkçası arkadaşları çokça etkilemişsiniz. Bize de biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?”

İş görüşmelerindeki en önemli soru budur. Mülâkatı yapan kişi sizinle ilgili ilk fikri burada edinecektir ve geri kalan kısım her zaman o cevabın gölgesi altında geçecektir.

Kural bir. Hayat hikâyeni anlatma. Nerede doğduğun, hangi liseden mezun olduğun, hangi tür kitaplar okuduğun umurlarında değil. Direkt ve meslekle alakalı bir bilgiyle başlamak daha etkilidir.

“Elbette. Bildiğiniz üzere kod adım Şahin. Şu ana kadar yirmi yedi kişi öldürdüm. Ölüme sebep olmadan etkisiz hale getirdiklerimin sayısı zannediyorum yüz elli ile iki yüz arasında.”

Akademik başarıların elbette önemli ama uzun uzun bitirme tezini ya da aldığın dersleri bilmek istemeyeceklerdir. Onların ilgileneceği şekilde ve çok kısa olarak anlat. Onlar isterse ayrıntıya girersin.

“Eğitimimi Çin’de, Afganistan’da, Irak’ta ve biraz da Somali’de aldım diyebilirim. Hepsinde en az altı ay. Bir kez omzumdan, iki kez bacağımdan kurşunla yaralandım. Hiçbiri kalıcı hasar vermedi. Dört kere işkenceye maruz kaldım. Dişlerimin ve tırnaklarımın tamamını bir süreliğine kaybettiğim oldu. İki gözüm de kör edildi ama kornea nakli ve çeşitli operasyonlarla hemen hemen eski halime geldim.”

Becerilerini sıralarken kendini övüyormuş gibi gözükme ama alçakgönüllü de olma. Yeteneklerini basitleştirme ama abartma da. Dürüst ol, sadece gerçeği söyle. Pozisyonla ilgisi olmayan becerilerinden bahsetme.

“Wing Chun başta olmak üzere dokuz farklı dövüş sanatında en üst düzey bilgi ve tecrübe sahibiyim. Hemen her türde silah kullandım, bilmediklerimi öğrenmem sadece birkaç dakikamı alır. Ki sadece bir dergi ya da çay kaşığını da silah olarak kullanabilirim. Kendi vücudumu dâhil etmiyorum bile.”

Mesleki hedeflerini aktarırken hayattan beklentilerine girme. Kariyer hedeflerine odaklan. İmkânsızdan bahsetme ama çok küçük de düşünme. Gelecek odaklı ve istikrarlı bir kariyer amaçladığını belli et. Orada kalıcı olmak istediğini ima eden ifadeler kullan.

“İstikrarlı bir şekilde kendimi geliştiriyorum ve öncelikli hedefim buna mümkün olduğunca devam etmek. İşim bazen beni mutlu etmese de, ara sıra zor durumlara düşsem de asla vazgeçmem. Çok uzun vadeli planlarım yoktur. O gün işim neyse ona odaklanırım. Ama işverenime her zaman sadığımdır.”

Şahin, son sözünü söyleyip tam karşısındaki adamın gözlerinin içine baktı. Müdür Halil Bey gözünü kaçırmadan sözü aldı:

“Şahin Bey, söyledikleriniz ve tavırlarınızla tam aradığımız kişi olduğunuzu belli ediyorsunuz. İyi bir kariyeriniz var. Pes etmek kitabınızda yazmıyor belli ki. Peki neden bizim şirketimizi tercih ettiniz?”

Bu şirketin, hedeflerine ulaşırken sana yardımcı olacağını düşündüğünü söyle. Çalışma ortamının seni etkilediğinden bahset.

“Yıllarca devlet için çalıştım ama devlette gelecek olmadığını çoktan anlamıştım. İşin derinliklerindeyken ileriyi daha rahat görüyorsun. Nitekim devlet sistemi çöktü. Ben de bunu hisseder hissetmez kendimi aradan sıyırmayı başardım. Birçoğumuz bu çöküşün kalıcı olduğuna inanmadığı için devlete tutunmaya çalıştık ama benim gibi kendini kurtaranlar haricinde hepsi yok oldu. Çeşitli şirketleri denedim ama hiçbiri bana sizinki gibi bir gelecek sağlayacak büyüklükte değildi. Küçük işler peşindeydiler. Kendilerine rakip olabileceğinden şüphelendikleri yeni doğmuş şirketleri yok etmek gibi. Siz ise daha büyük oynuyorsunuz. Ee, artık güç siyasi haritalardan görülmüyor. Ne kadar vahşi, yıkıcı ve pazara hâkimseniz, o kadar güçlüsünüz.”

“Yani devletlerin çöküşü size ikinci bir hayat sundu. Ve şimdi hayatta kalacak tarafta olmak istiyorsunuz.”

Şahin gülümsedi. “Aynen öyle.”

“Sizi sevdim. Tam aradığımız personel profiline sahipsiniz. Peki gerektiği durumlarda ne kadar acımasız olabilirsiniz? Sınırlarınız var mıdır?”

“Paramı verenler hariç kimse benim için çöpten başka bir şey değildir. Duygularım yoktur, umursamam. Aklınıza gelebilecek en pis işleri yaptım, yapmaya devam edebilirim.”

“Aklıma bir soru geldi,” diye lafa girdi müdür yardımcısı olarak tanıtılan adam. Servet Bey.

“Buyrun, lütfen.”

“Size şöyle bir görev versek mesela… En büyük rakibimize iş başvurusunda bulunacaksınız ve mülakatlarda karşınıza önemli birileri çıktığında, yeteneklerinizi kullanarak hepsini öldüreceksiniz. Yapar mıydınız?”

“Hımm, hiçbir işveren böyle bir emir vermezdi.”

“Neden?”

“Elbette karşı şirket bu ihtimal için bir önlem almış olurdu.”

“Ne gibi? X-Ray cihazları gibi mi?”

“Hayır hayır, dediğim gibi kendim dâhil her şeyi silah olarak kullanabilirim. O kapıdaki X-Ray’ler sadece burada çalışan insanları psikolojik olarak rahatlatmaya yönelik. Güvenlik açısından varlıklarıyla yoklukları arasında hiçbir fark olmadığını siz de gayet iyi biliyorsunuz.”

“Peki nasıl bir önlem?”

“Ben bir tetikçi işe alıyor olsaydım, müdür seviyesinde insanları değil, en az işe alacağım tetikçi kadar sağlam birkaç kişiyi görevlendirirdim. Rol yapma yeteneği olan, serseri tipli değil de entel tiplilerden. Hatta biri güzel bir kadın olabilir. Kendim de çok uzaklardan bir yerden seyrederdim sadece. Nasıl olsa kararı vermek için burada olmama gerek yok.”

Müdür yardımcısı suratının sağ tarafıyla güldü. Sol tarafı bir işkence sırasında hasar görmüş olmalı. Sonradan toparlamış ama belli belirsiz izi var. “O halde bizim de öyle olma ihtimalimiz var.”

Şahin’in sadece ağzının kenarındaki kaslar kımıldadı.

“Tebrikler,” dedi Müdür ayağa kalkarak. Elini uzattı. “İşe alındınız.”

Şahin de ayağa kalktı. Adamın elini sıktı. Sağlam, barut kokulu bir el. “Teşekkürler. Bu kadar kolay olmasını beklemiyordum.”

“Ben de,” diye göz kırptı, “yukarıdakiler seni sevdi.”

“Biliyorum,” derken adamın elini kendine doğru çekip sol kolunun dirseğiyle üstten vurarak omzunu çıkardı. Kolu bırakıp, adamın artık yakın olan boynuna seri bir şekilde yumruklarını indirdi. Müdür sarsılarak masanın arkasına yığıldı. “Ama artık sizi o kadar sevmiyorlar.”

Sema’nın sağından saldırmasına fırsat vermeden avucunu burnuna gömdü. Kadın bunun acısını hissettiği an vücudunda en az bir düzine kemik daha kırılmıştı. Müdür Yardımcısı rolündeki adam ise kaçmayı tercih etti ama kapıya ulaşamadan yerle bir oldu. Şahin önce adamın yumurtalıklarını iş göremez hale getirmiş, ardından bacaklarını tekmeleyip yere indirmiş ve boynunu kırmıştı. Üç mülakatçı da etkisiz haldeydi artık. Göz kırpma süresinden bile çabuk.

“İki tarafın da kazandığı bir anlaşma,” dedi Şahin ceketini düzeltirken. “Ben iş sahibi olurum. Sen de tek eleman alırsın, üç eleman çıkarırsın. Tabii yeni elemanın, üçünün işini tek başına yapabileceğinden emin olduktan sonra.”

Beyaz tahtadaki, önceki toplantıdan kalmış gibi görünen yazı ve şekillere baktı. Odaya girer girmez fark ettiği mesaj tekrar gözüne çarptı. Gülümsedi. Kısmen silinmiş bir “üç” rakamı, sağa doğru bir ok ve u harfi: “Üçü yerine sen.”

* * *

Toplantı odasına orta boylu, hafif kilolu, saç ekimi düzgünce yapılmış bir adam girdi. Artık insanların yaşlarını tahmin etmek güçtü ama altmışlarının ortasında olduğunu anlayacak kadar bu işleri biliyordu Şahin. Adam korkutucu bir ciddiyetle elini uzattı: “Ben Can. Şirketin sahibiyim.”

“Beni tanıyorsunuz zaten.”

“Kısmen. Anlattığın kadarıyla yani. Her neyse, çok da umurumda değil. Şu beceriksizlerin yerine senin gibi birine ihtiyacım vardı. Artık buradasın. Sen olmasan başkası olacaktı. Sana özel ilgi falan duyduğum yok yani.”

“Anlıyorum.”

“Bir hafta önce babam yatağında öldürüldü. Oldukça profesyonel bir şekilde. Yerini ben aldım.”

“Siz mi öldürttünüz?”

“Hayır,” dedi Can yine gayet ciddi bir şekilde. Böyle bir soruyu sormaya nasıl cüret ettiğini falan sorgulamadı. Sıra dışı bir tepkiydi. Tavrındaki çokbilmişlik hem garip bir şekilde çekici, hem de nefret uyandırıcıydı. Şahin adamı sevdiğine karar verdi. Hiç değilse üç ceset bırakmış bir adamla gayet sakin konuşabiliyordu. “Ama öldürenleri biliyorum.”

Ceketinin cebinden çok eski bir gazete kupürü çıkardı. Şahin o kadar uzun zamandır basılı bir gazete parçası görmemişti ki başta bunun ne olduğunu anlayamadı. “Kâğıt?”

“Evet, altmış senelik. 2014’ten kalma.”

“Ve cebinizde taşıyorsunuz.”

“Okuman için getirdim.”

Şahin kâğıdı eline aldı. Dörde katlıydı. Nazikçe açtı. Harfler solmuştu ama okunuyordu:

“HASTA BABA DEHŞET SAÇTI”

“Dehşet saçmak… O zamanlar gazeteler her şeyi abartmayı seviyordu,” dedi Can. “Okumaya devam et.”

“İstanbul’da bir cinayet ve intihar dehşeti daha. Elli üç yaşındaki baba M.O, altı yaşındaki oğlu A.O’yu iple boğarak öldürdükten sonra kendini astı. Bir senedir akciğer kanseri tedavisi gördüğü belirtilen M.O, görgü tanıklarına göre fakirliğe ve bakıma muhtaç olmaya daha fazla dayanamadığı için hem kendini, hem de oğlunu öldürdü. Eşi S.O. ise birkaç ay önce, temizliğe gittiği bir evde hırsızlık yaptığı gerekçesiyle hapse düşmüş, hapishanede bir kavgada bıçaklanarak hayatını kaybetmişti. Yaşanan olayla ilgili olarak polis soruşturma başlattı.”

“Ahmet Oryalı,” dedi Can derin bir nefesle. “Saray teyzenin oğluydu. Kadın merdivenlerimizi temizlerdi. Zengin birinin evine gitmiş temizliğe. Bir şey çalarken yakalanmış, ne olduğunu bilmiyorum. Hapse attılar. Oğlu perişan oldu. Ama yapacak bir şey yoktu. Bir sene yatacak çıkacaktı. Çıkamadı işte. Babasıysa hastaydı. O da gittikçe kötüleşti. Yardım etmek isterdim ama ben de çok küçüktüm. Altı yaşında falandım. Oyuncaklarını satın aldım. Oyuncak satardı çünkü Ahmet sokakta. Bir tanesini ona ben vermiştim. Yine ben satın aldım. Karnı doysun, ısınsın diye. Annem çok kızmıştı. Fakir insanlara yakın olmamı bile istemezdi zaten. Başta babam da öyleydi. Ama aslında annemin gönlü olsun diye öyle davranıyordu. Sonra boşandılar. Babamla yalnız kaldık. Şu olay yaşanmadan ölmeden önceki gün babama evlerini göstermiştim. Uzaktan tabii. Babam yardım edeceğine söz verdi; ama geç kaldık. Belki sadece birkaç gün önce göstermiş olsaydım o evi babama, kurtulacaklardı. Sadece birkaç gün Şahin. Belki de bir gün.”

“Bana neden anlatıyorsunuz bunları? Duygulandırmaya mı çalışıyorsunuz? Öyleyse boşuna uğraşmayın. Onlardan daha masum insanları işkence ederek öldürmüşlüğüm var. Masum olduklarını bildiğim halde, ağızlarından bir şey almaya çalışmışlığım var. Artık bende duygu kalmadı. Boşuna anlatmayın.”

“Babamın bir amacı vardı,” diye devam etti Can. Şahin’in dediklerini hiç duymamış gibiydi. “Daha doğrusu ikimizin amacı. Bu dünyayı daha iyi bir yer haline getirebilirdik. Çok basit, hatta klişe bir fikir: Dünyadaki tüm zenginlikler doğru şekilde paylaşılsa sorunlar azalabilirdi. Para, yiyecek, bilgi, eğitim, sağlık… Bunların hepsi zenginlerde gereksiz fazlayken fakirlerde hiç yoktu. Ama bu dünya için çok geç olduğunu fark ettik.”

Parmaklarını şıklattı. Toplantı odasındaki beyaz perdenin üzerine bir görüntü yansıdı. Kocaman bir küre. Mavi-beyaz bir gezegen.

“Gliese 581 c,” dedi Can. “Yaşama uygun, uzaklığı makul gezegenlerden biri. 2020’de bir uzay aracı gönderildi. Geçen sene indi. Yaşama gayet uygun olduğu kesinleşti ve Dünya Telif Hakları Ajansı tarafından 499 yıllık kullanımı satışa çıkarıldı. Biz de onun peşindeydik işte.”

“Orada en baştan, eşit şartlarda yaşam sürülen bir medeniyet yaratmak için mi?”

“Evet. Çürümüş dünyadan bazı insanları kurtarmak ve yeni, güçlü bir medeniyet kurmak için.”

Bazı insanlar lafı pek hoşuna gitmedi Şahin’in, ama kurcalamadı. “Peki mümkün mü bu?” dedi. “Oraya insan taşımak?”

“Şu an için değil ama belki elli sene sonra mümkün olacak. Bunun üzerinde çalışan pek çok şirket var.”

“Peki ben bu işin neresindeyim?”

“Babamı, bu gezegeni almak isteyen diğer şirket öldürdü.”

“Hangi şirket?”

“Geopec.”

“Geopec mi?” diye güldü Şahin. “Karşınıza kimleri aldığınızın farkında mısınız?”

“Evet.”

“Ücretim çok yüksek olur.”

“Geopec’in bu ihaleden çekilmesini sağla, fazlasıyla memnun kalacaksın.”

“Anlaştık. Ama bir ekip toplamam ya da başkalarına ödeme yapmam gerekebilir.”

“Orası sende. İstersen bir ordu oluştur.”

“Masraflar?”

“Benden. Ama başarısızlık bir opsiyon değil.”

* * *

“Sam, sana sağlam bir iş teklifiyle geldim,” dedi Şahin. Monaco’daki bir barda önündeki içkiyi yudumluyordu. Can tarafından işe alınalı yirmi dört saat bile olmamıştı.

“Hadi ordan. Geopec’teyim oğlum ben,” diye kahkahamsı bir ses çıkardı eski Amerikalı.

“Daha iyisi.”

“Bak sen. Şahin Bey, Geopec’ten bile daha çok para veren bir yere kapak atmış. Öt bakalım.”

“Öteceğim, merak etme. Ama işin o kadar kolay ki, seni kıskanıyorum. Hedef çok yakınında.”

“Kimmiş?”

“Şu an tasmanı tutanlar. Keşif, içeri sızma, katliam yapma yok. Arkanı döneceksin ve ısıracaksın. Bu kadar. Sonra kocaman bir dinozor kemiği senin olacak.”

“Haha. Şu yeniden hortlatılanlardan mı?”

“En besilisinden.”

* * *

“Sam, derhal Genel Müdür’ün odasına gel,” dedi Jacob Nichols. Sesindeki otorite çok zayıftı. Korkudan ölüyordu. Sam içten içe güldü ama ciddi bir sesle “geliyorum,” diye homurdanıp telefonu kapattı.

Sam, odaya süzülür gibi girerken Jacob Nichols, yardımcısı Willy’ye, “bittik biz,” diyordu, “hisseler dibe vuracak.”

“Toparlanırız efendim, daha önce yaşamadığımız şey değil.”

Nichols şirket için dövünüyor gibi görünüyordu ama gözlerindeki kişisel korku Sam’den kaçmazdı. Bir saat önce kendi öldürdüğü Genel Müdür’ün cesedine şöyle bir göz attı. Nabzını yokladı. “Ölmüş,” dedi.

“Biliyoruz öldüğünü. Buna nasıl izin verdiğini merak ediyorum ben asıl.”

“Böyle şeyler olabilir.”

“Ne demek böyle şeyler olabilir? Binlerce kişi arasından seçip güvenliğin başına seni getirdik. Bu olsun diye mi getirdik?”

“Benim yerine başka biri olsa bile fark etmezdi. Ben en iyisiyim. Beni bile aştılarsa herkesi aşarlardı.”

“Saçma sapan konuşma Sam,” diye kükredi Nichols. Korkusunu öfkeyle bastırmaya çalışıyordu. “Şimdi, derhal bunu yapanı ve sorumluları bulup yok edeceksin.”

“Elimden geleni yapacağım efendim. Bu arada burada bir şey var.”

“Kâğıt mı o?”

“Kâğıda benziyor.”

“Ne var üzerinde?”

“Bir gezegen. Oyuncak galiba. Basılı bir fotoğraf bu. Hâlâ basılı fotoğrafların var olduğuna inanamıyorum.” Arkasını çevirdi. “Bir not var.”

“Ne diyor?”

“Gliese 581 c’den vazgeçin. Tek tek ölmek istemiyorsanız.”

“Şerefsizler. Şu Türk’ün işi bu.” Sam’e kükredi tekrar: “Hemen yok edin o şirketi. Merkezine gidin, yakın yıkın. Bize direnemezler.”

“Bunu tavsiye etmem. Gliese-bilmemkaç her ne demekse peşini bırakmanızı tavsiye ediyorum.”

“Stratejik kararları ne zaman sana sorar olduk!”

“Kendi hayatınızı stratejik bir karar için riske mi atıyorsunuz? Şirketin genel müdürünü öldürebilenler size neler yapabilirler, bir düşünün.”

“Kendini beğenmişin tekisindir sen. Bunlardan neden korkuyorsun?”

“Buraya kadar gelip şirketin başındaki adamı öldürebilen insanlara sahip oldukları içindir belki! Bunun farkına hâlâ varamadınız sanırım.”

“Benimle dalga mı geçiyorsun sen? Benim emrimde çalışıyorsun ve ne diyorsam onu yapacaksın.”

“Pek sanmıyorum.”

“Ciddi ciddi emrime karşı mı geliyorsun yani?”

“Kesinlikle. Geri zekâlılardan emir almak gibi bir huyum yoktur. Şimdiye kadar neden fark etmediğime şaşıyorum. Bunun için kendimi biraz eğitmem gerekecek.”

“Geri zekâlı mı dedin sen bana?”

“Üstelik muhtemelen yeni genel müdür siz olacaksınız. Geopec’e acıyorum. Muhtemelen şirketin birkaç senelik ömrü kaldı.”

“Bu ne cüret?”

“Dolayısıyla burada bir gelecek göremediğim için işi bırakıyorum.”

“Korkak!”

“Yerinizde olsam saçma bir inat için hayatımdan olmazdım. Benim yerime yenisini bulana kadar sizi yüz defa öldürürler.”

“Lanet olsun, buradan sağ çıkartmam seni.”

“Tüm ekibim bana sadıktır. Unuttunuz mu, hepsini kendim seçtim. Dolayısıyla şu an itibariyle tamamen korumasızsınız.”

“Efendim,” diye araya girdi Willy. Kulağını tutuyordu. “Birisi sizinle konuşmak istiyor.”

“Merhaba ortak,” diye bir ses doldurdu odayı.

Sam güldü: “Görünüşe göre elektronik güvenliğiniz de çökmüş.”

“Ortak mı?” dedi Nichols, Sam’in attığı lafı umursamadan. “Kimsin sen?”

“Geopec’i beraber yöneteceğin adamım. Adım Can Saygılı.”

* * *

ww7.cnn – 20.11.2064 – ekonomi haberleri – makale kodu:AEX109882

Altar Teknoloji’nin ihaleden çekilmesiyle, yaşanabilir olduğu düşünülen dünya dışı bir gezegen olan Gliese 581 c’nin 499 yıllık kullanım hakları Geopec Teknoloji&Madencilik şirketine satıldı.

İki şirket de son dönemlerde genel müdürlerinin şüpheli ölümleriyle sarsılmıştı. Geopec’in, Gliese yarışındaki sürpriz rakibi Altar Teknoloji’yi satın alacağı konuşuluyor. Geopec’in, Altar Teknoloji’nin yeni sahibi Can Saygılı’yı da üst düzey yönetici olarak transfer edeceği dedikoduları dolaşıyor.

Böylece Geopec, Güneş Sistemi’nden sonra diğer yıldız sistemlerine de açılmış olacak. Önümüzdeki yıllar neler gösterecek, hep birlikte göreceğiz.

Bu arada gezegenin yeni adının “Alderaan” olacağı açıklandı.

SON

Gökcan Şahin

Hem hayalperest, hem sayısalcı bir kafayla dünyaya geldim; hem mühendis hem yazar oldum. Başta bilimkurgu ve fantastik kurgu türlerinde olmak üzere pek çok öyküm, çeşitli edebiyat ortamlarında yayınlandı, ödüller aldı. Bir yandan mesleğimi yaparken bir yandan da yazmaya, hayal kurmaya ve yaratmaya devam ediyorum.

Gliese 581 c” için 5 Yorum Var

  1. Çok değişik bir olay beklerken sonradan oldukça farklı gelişen bir öykü. Yazım tarzınız sarıyor ama kurgu daha iyi olabilirdi. Katiller, ölümler ve diyaloglar duygusal ve mantıksal açıdan geliştirilebilir. Sonuna kadar daha farklı bir senaryo olabilir umuduyla soluksuz okudum. Elinize sağlık.

    1. Az önce öyküyü bitirdim. Düşüncelerinin tercümanı oldunuz. :). Sizinle aynı fikirdeyim. Ayrıca yazarın eline sağlık. Yazdıkça daha güzel çalışmalar çıkartacak bence. 🙂

  2. Çok güzel bir öyküydü. Bir nefeste okudum. Başta birbirine paralel ilerleyen iki hikaye çok iyi bağlanmış. Polisiye bilimkurgusunun çok başarılı bir örneği.

  3. Tüm yorumlar için teşekkürler. 🙂 Öykünün her bölümünde kurgu beklenmedik yerlere gitsin, okuyucu biraz allak bullak olsun istedim. Başardıysam ne mutlu bana. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *