Öykü

Gümüşhokka

Havanın vaziyeti yolculuk için oldukça müsaitti. Uzun yol kervanları, evvelsi gecenin kendilerine miras bıraktığı su birikintilerine bata çıka yollarına devam ederken, yorgun vücutlarındaki teri kurutacak kadar hafif bir rüzgâr da onlara eşlik ediyordu.

“Kervan seyrini neden değiştirdi hala anlamış değilim, Gedik Höyükü’ü doğumuzda bırakıp Kıkırdak Dağları’na doğru ilerlememiz gerekirdi oysa,”

Sözlerin sahibi, daha ömrünün çeyreğini doldurmamış, cılız bir delikanlıydı. At üstünde olmasına rağmen soluk soluğaydı ve geçirdiği uzun yolculuk toyluğuyla birleşince herzamankinden daha çekilmez olmuştu.

“Sen bir gök tayincisi değil misin, ya da yıldız bakıcı: yön senin işin değil mi, söylesene?”

Otuzlarındaki adam, çelimsiz delikanlının sözlerini kulak ardı etti. Tüm meşguliyeti elindeki kitaptaydı.

“Sana söylüyorum! Kafanı o kitaptan kaldırmazsan bineğinden düşmen an meselesi…”

“Sus be çocuk! Arkadan esen rüzâr ağzından mı çıkyor senin? Sus da bi kafa dinleyelim yahu! Zaten defalarca anlattım sana, kervanın eski güzergâhı Kırık Tepeden geçiyor, bu devirde Kırık Tepenin tehlikeli olduğunu bilmeyen kaldı mı?”

Cılız delikanlı, orta yaştaki adamın haşin yüzünü görünce somurtup önüne döndü. Sessizliği fırsat bilen adamsa eski hevesinden uzak, kitabını okumaya devam etti.

…Ahkaf Yanıkayak seyahatnamesinin bir kısmında kadim medeniyetten şöyle bahseder;

Medeniyetin süvarileri öylesine büyüleyicidir ki, onlar gecenin karanlığına doğru beyaz atlarıyla sefere çıktıklarında: ardlarından mendil sallayan eşleri, mehtabın sadece süvarileri aydınlattığına inanır. Çünkü askerlerin zırhları ayna kadar parlak, atlarıysa mehtap kadar kusursuzdur… ama şu günlerde anlatılanların hepsi, ihtiyarların dişsiz ağızlarında yer etmiş hikayelerden ibarettir. Medeniyet, tüm ihtişamını ‘O’ nun dönüşüyle kaybetmiştir…

“Söylese ne okuyorsun?”

Gök tayingeri kafasını kaldırdığında hayatındaki en meraklı bakışlarla karşılaştı. İçinde kabaran öfkeyi bastırıp söze sakince girdi. Bu akordu bozuk çocuktan ne kadar sıkılmış olsa da ilime olan merak, cevaplandırılmalıydı.

“Ahkaf Yanıkayak isimli eski çağlardan kalma bir seyyahın kaleme aldığı kitap. Tabi kitabın aslı yıllar önce kayboldu, benim elimde yalnızca parçalardan bir araya getirilen nadir nüshası mevcut.”

“Ben de okuyabilir miyim?”

Kitabı almak için elini uzatan delikanı, adamın tasvip etmeyen bakışlarını görünce geri çekildi.

“Araştırmalarımı devam ettirebilmem için kitabı okumam gerek ama istersen sana başka bir tanesi verebilirim.”

Tayinger, atının iki yanına yüklediği kitapların arasından kırmızı kaplı olanı çıkarıp delikanlıya uzattı.

“İşte, tam sana göre!”

Cılız çocuk tüm merakıyla kitabı tayingerden alıp sayfaları karıştırmaya koyuldu. Konuştuğu zaman bile gözlerinini sayfalardan ayırmamıştı.

“Kitap neyi anlatıyor?”

Tayinger, özleminin ona verdiği burukluk hissini harlayan bir iç çekti

“Yanan bir kütüphane, yıkılan bir medeniyet ve iki felaketin de baş kahramanı olan Cahl’ın öyküsünü.”

Cılız çocuk kitabı hevesle okumaya koyulurken, tayinger de taşlık araziyi örtmeye çalışan bodur ağaçlara baktı.

* * *

… “Beyaz atlılar!” ihtiyar ses, karanlık ormanın derinliklerinden geliyordu. “Göğün altında unutulmaya yüz tutmuş şu yere sizi getiren nedir?”

“Halkımızın onuru ve çocuklarımızın geleceği, mehtabın yol gösterdiği bizler de olmasa nice olurdu haliniz. Kim sizi korurdu Cahl’ın ateşi ve de gazabından!”

Ağaçların arasından çıkan ihtiyar, meşaleli onlarca askerin arasında ilerleyip kibirli liderin yanına değin sokuldu. Kirli yüzü öfkeli, çalı gibi kaşlarıysa çatıktı.

“Siz, kendi gücünüzün derdine düştüğünüz için kütüphanedeki tüm kâtipleri öldürdünüz,” yaşlı adamın komutana doğrulttuğu titrek parmağı sesiyle beraber yükseldi.

“Siz Cahl’ın ateşini bizden uzak tutan, efsununlarıyla tüm göğün altını koruyan kütüphaneyi düşman bellediniz gün Cahl’ın dönüşünü dört bucağa bildirdiniz. Lakin kibriniz, kalbinizi öyle kara bir kuyuya düşürdü ki Cahl’ın geceden kara derisi, sizin yüreklerinizin yanında pak kalır! Cahl’ın alev tükürdüğü medeniyetin beyaz taşları da öyle! Kara kalbiniz gerçekleri göremeyecek kadar kör!”

Komutanın kabaran öfkesi yüzünden okunuyordu, fakat ihtiyar içinde birikenlerin hepsini söylemekte kararlıydı.

“Öyle ya, mehtap bile ışığını sizinle kirletmek istemezken Cahl dan farkınız nedir? Ateş tüküremiyor ve ölümcül pençelere sahip olmayışınız mı? Bizi böyle bir felaketten kurtaracak olan siz zavallılar mısınız? Cahl’ı ellerinizdeki birkaç meşaleyle mi korkutacaksınız yoksa korku dolu naralarınızla mı? Belki onu da arkadan bıçaklarsınız, tıpkı size dostça yaklaşan kütüphaneye yaptığınız gibi. Defolun! Defolun! Umarım başımıza getirdiğiniz bu lanetin gazabında boğulursunuz!…”

“Yeter!” Kibir kalkanı kırılan komutan, hakimiyetsiz öfkesini kızgın bakışlı ihtiyara yönelti.

“Yeter, asın şunu! Hemen şuraya!”

İhtiyar, kollarına giren iki piyade karşılık vermedi, ne bir söz ne bir lanet ne de bir çırpınış. Zaten o kara geceyi özetleyen yegane şey buydu: son doğruların sessizliği.

Rivayet olunur ki ihtiyarın asıldığı o gün, Cahl’ın üstündeki son efsun da ortadan kalkmış ve insanlık asırlar boyunca rahat yüzü bulmamıştır. Bu yüzden, göğün altındaki toprakların doğusunda; insanlar hala aysız geceleri lanetli, beyaz atları da uğursuz kabul ederler.

* * *

Havanın kararmaya başlamasıyla beraber konaklayacak yer arayan kervanın eline taşlık araziden fazlası geçmemişti. Evvelsi gece yağan yağmurun yanısıra çetin kışın yaklaşmasından dolayı rüzgâr oldukça sert ve soğuktu. Geceyi geçirmek için son hazırlıklarını tamamlayan kervan, soğuk geceyi küçük ateşlerle geçirmek zorundaydı.

Bir yığın bodur ağacı ateşin yanına yığan tayinger, çocuğun sözleriye irkildi.

“Sanırım bitti! Tam da hava kararmaya başlamıştı!”

Gök bilimci, şaşkınlıkla çocuğa baktı. Verdiği kitabın onu en az birkaç gün oyalayacağını ummuştu.

“Oldukça hızlı okuyorsun delikanlı, söylesene; senin gibi biri kendi başına neden böylesine uzun bir yolculuğa çıkar ?”

Çocuk ne söyleyeceğine karar verememiş gibiydi. İç çekti, kitabın kapağını kapatıp konuşmaya başladı.

“Doğuştan gelen bir heves diyelim. Boynundaki kolye… Yakından bakabilir miyim?”

Tayinger yarı şaşkınlıkla kafasını eğip kolyesine baktı.

“Ha? Tayingerlik kolyemi mi? Amma meraklı çıktın.”

Gök bilimci kolyesini boynundan yavaşça çıkarıp çocuğun küçük avcuna koyarken açıklamada bulunmayı da ihmal etmedi.

“Gördüğün gibi ayı temsil eden yuvarlak, gümüş bir kolye. Ayın üstüne işlenen yıldızlar ise hangi okulda okuduğumu ve derecemin ne olduğuna dair bilgiler veriyor. Kolyemin: üste bulunan yıldızı kırmızı, alttakiyse mavi. Yani üst düzey gözlemcilik derecem var ve öğrenimi mi Şafak Yıldızı’nda tamamladım.”

Çocuk yuvarlak kolyeyi merakla inceledi.

“Benim babamda da aynısı vardı.”

Tayinger merakla konuştu.

“Öyle mi… tayinger bir babanın oluşu yönlere olan hakimiyetini açıklıyor sanırım?”

“Sanırım öyle ve kitaplara olan merakı mı da tıpkı senin gibi… Aslında babama oldukça beniziyorsun?”

Tayingerin sessiz kaldığını gören çocuk devam etti.

“Sır tutabilir misin?”

Otuzlarındaki adamın yüzüne merhamet dolu bir gülümseme yayıldı.

“Onlarca yıldızın yerini aklımda tutabiliyorum delikanlı, senin gibi tayinger evladı birinin sırrını tutmak benim için zor olmaz.”

* * *

“Soyumuzun, Kadim Medeniyet yıkılmadan önce oldukça kudretli olduğunu söylerdi babam ve soyum hakkında daha fazla bilgi öğrenmem için bana sürekli yeni kitaplar getirirdi. Ölüm döşeğinde de sürekli bunu sayıkladı: Git ve daha fazlasını öğren. Bana soyumu unutmamamı, göğün altındaki düzenin tekrar sağlanması için buna ihtiyacımız olduğunu söylerdi hep. Cahl’ın yıkımını onarmak bize düşermiş, tıpkı onun dedesi ve de babasının yaptığı gibi. Şimdi meşale bendeymiş ve görevim oldukça önem arz ediyormuş. Tabi bunların gizli kalması gerekiyordu ama siz dürüst birine benziyorsunuz bu yüzden…”

Tayingerin gözleri bir anlık umutla parladı. Çocuğun yanına çömeldi.

“İsmin ne.” Sesinde heyecanla karışık öfke vardı.

Çocuğun yaşadığı korkuyu gören tayinger sesini yumuşattı.

“İsmini söyler misin, soyunun ismi nedir?”

Çocuk bir anlık tereddütün ardından konuştu.

“Gü.. Gümüşhokka”

Tayingerin yüzüne yayılan koca gülümse çocuğun bir nebze rahatlamasına yardımcı oldu.

* * *

Soğuk rüzgar, ateşten kıvılcımlar söküp yoluna devam ederken, delikanlı da tütün saran tayingeri izlemekteydi. Gözlerini adamın mahir ellerine odaklamış olsa da düşünceleri belli belirsizdi. Soyunun neden yabancı bir insanı bu kadar alakadar ettiğini anlamamıştı. Tayinger sardığı tütünü yaktı, konuşmadan önce bir nefes çekti.

“Ağzının bu kadar gevşek olmasınsa sevinsem mi üzülsem mi bilemedim delikanlı, soyunun adını benden önce başkasına söylemiş olsaydın genç yaşta ölmüş olman muhtemeldi.”

Ateşin başındaki çocuk korkudan buz kesildi.

“Neden?”

Gök bilimci ağzında unuttuğu tütünüyle çocuğa hayret dolu bir bakış attı. Tayingerin alçak sesi rüzârın uğultusuna karıştı adeta.

“Gümüşhokka soyu, Kadim Medeniyett’in kütüphanesini kuran ilk ailedir. İlk kitaplar kütüphaneye senin ailen tarafından gizlice getirilmiştir.”

Tayinger sesini iyice alçatmasına rağmen kelimelerin üstüne basa basa konuşuyordu.

“Cahl’ın asırlar önceki hükmünü yıkan, kara çağı kapatıp aydınlık çağı açan senin ataların delikanlı! Mürekkebin gücü adına! Seni benden başka biri bulmuş olsaydı…”

Delikanlı gözlerini ateşe sabitledi.

“Peki neden beni öldürmek istesinler ki, beni onlara düşman kılan ne?”

Tayinger tütününden bir nefes daha çekip geri kalanı ateşin içine attı. Sözleri aceleciydi.

“Biliyorum, bu biraz garip olacak ama… Cahl’ın hükmü hâlâ devam etmekte… Yani onu gözlerimizle göremiyor oluşumuz hükmünün devam etmediği anlamına gelmez. Kırık Tepe’de yaşanan onca karışıklık, seyahat yolları üzerindeki haydutlar, gizli mağaralara yuvalanmış sayısızca kan efsungerleri… Araştırmalarım senelerimi aldı fakat giden senelerim bana yeni fikirler verdi.”

Gök bilimci ellerini çocuğun omuzlarına koydu.

“Cahl’a güç veren bu: kargaşa ve dağınıklık… Ne dediğimi anlıyor musun? Ne demek istediğimi?”

Çocuk belli belirsiz bir şekilde kafa salladı.

“Şu an herşey onun istediği gibi gittiği için kendi köşesinde zaferini izliyor… Eğer biz..”

Tayinger çevresine bakındı kimsenin olmadığını görünce sözlerine devam etti.

“Eğer biz senin ataların gibi bir kütüphane kurarsak eğer, bu Cahl’ı oldukça rahatsız eder. Anlıyor musun?”

Çocuğun bakışları şimdi daha anlamlıydı. Tayinger konuşmasına devam etti.

“Babanı hatırla evlat! Gökteki yıldızlar adına! Baban sana bir kütüphane kurduğunu öylece anlatmış olamaz çünkü bu bilginin oldukça gizli kalması gerekiyor. Sana şifrelediği bir mesaj, bir kitap ya da sürekli tekrarladığı herhangi bir şey…”

“Evet… Bana küçükken öğrettiği bir tekerleme vardı.”

Tayinger ciddiyetle kafasını salladı.

“Güzel, tekerlemeler güzeldir Kolay unutulmazlar ve çocuksu bulunurlar. Söyle bakalım.”

Çocuğun gözleri boşluğa daldı, sanki eskiden tanıştığı bir insanın ismini hatırlıyormuşçasına gözlerini kıstı.

İzle izle parlak güneşin doğuşunu

Beyaz süvarilerin utançla kayboluşunu

Geceden karanlık bir yaratığın

Kara mürekkeple boğuşunu

Dinle dinle rüzgârın güz yolunu

şündün mü hiç eski yolun sonunu

Mürekkep dolu taştan bir kuyu

Susadıysan git iç onun suyunu

Tayinger ve çocuk, tekerlemeden sonra ateşe sabitlenmiş gözleriyle rüzgârı dinlemekteydiler. İki yolcu, asırlar sonra defalarca anlatılacak şu geceyi, kafalarındaki fırtınayı durultmak için sessizlik içinde geçirdiler.

-SON-

Sefa Tursun

Gümüşhokka” için 8 Yorum Var

  1. Öykü müydü yoksa bir romandan alınmış satırlar mıydı çözemedim zira çok profesyonelce yazılmış, başı ve sonrası olan bir romandan alınmış gibi.
    Sondaki tekerleme farklı bir tat katmış öyküye, güzel olmuş. Ben de başka bir oluşumdaki yarışmaya gönderdiğim öyküde finali bu tarz bir tekerlemeyle yaptım. Sizin öykünüzde de finali tekerlemeyle görünce hoşuma gitti açıkçası.

    Ezcümle, ejderhaları sevmem o ayrı konu ama anlatım çok başarılı. Varsa diğer öykülerinizi de okuyacağım.

    1. Selamlar,

      Cömert değerlendirmenizden dolayı teşekkür ederim, beğenmeniz beni oldukça mutlu etti 🙂

  2. Öncelikle tekerleme çok başarılı 🙂 Ejderha’nın adının Cahl olması cehalet kelimesi ile alakalı sanırım. Bilgi ile cehalet arasındaki savaş, güzel bir konu. Beyaz süvariler gibi imgeler öyküye renk katmış. Şiir yazıyor musunuz bilmiyorum ama şiir seven birisi olduğunuzu düşündüm öyküye bakarak. Emeğinize sağlık. 🙂

    1. Değerli yorumunuz için teşekkür ederim 🙂
      Şiir yazmayı istemişimdir ama benim için şiir; kör düğüm olmuş bir ipi çözmeye çalışmak gibi, şansım yaver gittiğinde yazıya dökebiliyorum aklımdakini lakin çoğu zaman ipi karıştırmaktan öteye geçemiyor çabalarım 🙂

  3. Akıcı şekilde yazmışsınız. Cahl ile alakalı kısım öyküye gizem katmış, ilgimi çekti. İlk paragraf giriş için güzel olmuş, betimlemeyi başarılı buldum. Tekerleme ve diğer ayrıntılar güzel bir hava katmış. Bu tarz seyahat hikayeleri çok macera içerdiğinden biraz hareket beklemiştim. Son kısım yarıda kalmış hissi verdi. Daha devamı olsa okumak isterdim. Ellerinize sağlık. 🙂

    1. Okuyup değerlendirmede bulunduğunuz için teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Dediğiniz gibi seyehat hikayeleri bolca macera içerir genelde fakat bu biraz durgun bir öyküydü, daha hareketli öykülerde buluşmak üzere 🙂

  4. “evvelsi gecenin” evvelsi kelimesi öyle yerinde olmuş ki, açtığın pencere daha bir genişledi.

    “At üstünde olmasına rağmen soluk soluğaydı.” Kabullenemedim bir türlü burayı. Ben atın yerinde olsam üzerimden atardım adamı, ben koşuyorum, sahneyi sen kapıyorsun diye. Ya da ben anlayamadım adamın neden soluk soluğa olduğunu.

    “kervanın eski güzergâhı Kırık Tepeden geçiyor, bu devirde Kırık Tepenin tehlikeli olduğunu bilmeyen kaldı mı?” Bilgi verici bir diyalog olmuş. Delikanlı, Gök Tayingeri ve ben varmışım gibi. Yıldız bakıcı çaktırmadan bana bilgi veriyormuş gibi.
    Dolaylı yoldan anlatılabilir diye düşünüyorum.
    “Hiç gözü oyulmuş bir adam gördün mü, görmedin tabii, görseydin hak verirdin o zaman, görseydin o zaman sormazdın neden Kırık Tepeden geçmiyor diye.” gibi

    “Ahkaf Yanıkayak isimli eski çağlardan kalma bir seyyahın kaleme aldığı kitap. Tabi kitabın aslı yıllar önce kayboldu, benim elimde yalnızca parçalardan bir araya getirilen nadir nüshası mevcut.” Harika bir detaylandırma

    Tayinger, atının iki yanına yüklediği kitapların arasından kırmızı kaplı olanı çıkarıp delikanlıya uzattı.
    “İşte, tam sana göre!”
    Şimdi karakterlerinize karışmak istemem, fakat aldığım bir diyalog dersinden bahsetmek istiyorum. İki karakter de karşılıklı konuşuyor. Buna “Pinpon” tarzı deniliyor(muş). Sanırım yukarıdaki “İşte, tam sana göre!” sözünü kaldırırsanız, hem diyalog Pinpon tarzından kurtulacak, hem de sessizlik içinde çalışan, (göğü incelemek) sessizlik içinde kitap okuyan birisi olarak mümkün olduğunca az konuşması daha uygun düşecek gibi. Dediğim gibi sadece bana verilen bir bilgiyi sana aktarmak istedim, belki zaten biliyorsunuzdur.

    “Onlarca yıldızın yerini aklımda tutabiliyorum delikanlı, senin gibi tayinger evladı birinin sırrını tutmak benim için zor olmaz.” Bu cevabı sevdim, mantık olarak yanlış olsa da, bunu genç delikanlıya bir oyun ettiği yönde algıladım. Daha ustaca buldum.

    Ateşin başındaki çocuk korkudan buz kesildi.
    “Neden?”
    Gibi noktalarda,:
    Ateşin başındaki çocuk korkudan buz kesildi: “Neden?”
    derseniz eğer, paragrafların kuş bakışı görünüşü daha zarif hale gelecektir. Öykünün kapladığı yer de azaldığından, öyküne göz atıp uzunluğu nedeniyle kaçacak olanları azaltacaktır. 🙂

    Özellikle, her ay farklı bir tarz kullanmanızı takdir ediyorum. Zor yoldan ilerliyorsunuz, elbet sık çalılar kolunuzu bacağını çizecektir.

    Elinize sağlık.

  5. Selamlar, okuduğunuz ve değerlendirmede bulunduğunuz için çok teşekkür ederim.

    Çocuğun soluk soluğa oluşunun nedeni, durmaksızın konuşması aslında ama bunu öyküde daha anlaşılır şekilde belirtmeyince olan oldu. Sizin söylediğinizi düşününce atın da öyküde en az birkaç kişneme hakkı olduğunu düşünmedim değil 🙂

    Dolaylı anlatım , karşılıklı konuşma, paragraf zarafeti hakkında verdiğiniz önerileri aklımın bir köşesine not ettim, var olun 🙂

    Başka seçkilerde buluşmak üzere, esen kalın.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *