Öykü

Harekât-ı Bûm

HAREKÂT-I BÛM

(16 Rebiülahir 616-1 Temmuz 1219, Bizans Takvimi: Annus Mundi 6727)

(Mylasa (Milas)-Mylasa Theması-İznik (Nikea) İmparatorluğu Mülkü)

Ay ışığının parçalanmış mermer sütunların ve bedenlerinden gayrısı zamanın rüzgârına kapılarak güne aşındığı kadim mabutlara adanmış heykelleri tuhaf bir beyazlıkla aydınlattığı toprak yolda Rum ahalinin görende “Kuman kılıklarından” kimliklerini çıkarabildikleri üç atlı dörtnala ilerliyordu. Üç Kuman kılıklı atlı daha vardı ki karşılıklı söyleşecek kadar yaklaşmışlardı. Önden gidenlerin yegâne silahı bellerinden sarkan Selçukî süvarilerinin kılıçları iken arkalarından takip edenlerin sırtlarındaki yayları ve taşıdıkları tirkeş tirkeş okları dikkat çekiyordu.

Atlı okçular atlarının sırtını kanatırcasına kamçılayarak öndekilere yetiştikleri sıra kendi lisanlarında haykırdılar: “Tur! Tur! (Dur! Dur!)” Beli kılıçlı üç atlı atlarını sanki bağıranlar tanıdıklarıymışçasına sakince onlardan yana çevirdiler. Tırıs bir şekilde diplerine kadar sokulmuşlarken kılıçlarının simasının Kumanları pek de andırmadığını gören öteki Kumanlar inceden şüphelendiler. Beli kılıçlılardan en iri yapılı görüneni korkunç bir sırıtmayla: “Tururmız! Tururmız ay sövüş! (Dururuz! Dururuz ey dost!)” dedikten sonra Kuman’ın gırtlağından tek eliyle yakalayarak atından çekip alarak boğmaya başladı. Diğer Kumanlardan biri tam okunu çekip iri olanı hedeflediği esnada beli kılıçlılardan biri kol yeninden çıkardığı bir ufak hançeri ona fırlatarak adamı omzundan vurdu. Yaralandığına sevinerek geri dönüp kaçacağı esnada vücuduna tez sirayet eden zehrin etkisiyle atının sırtından düştü. Sağ kalan Kuman öfkeyle bağırarak eğik kılıcını çekerek bıçak fırlatana hamle yaptıysa da, onlara göre daha kısa kalanı çoktan kılıcını sıyırarak hamlesini yarıda kesti. Ay ışığı altında can alıcı hamlelerle, ölümcül vızıldamalarla savrulan kılıçlar birkaç kez havada çarpıştıktan sonra, yeşil gözleriyle alıcı kuş tutan Selçukî kılıçlının şaşırtıcı bir karşı hamlesiyle Kuman savaşçısının deri zırhının koruyamadığı omuz noktasını buldu. Selçukî kılıçlı kılıcı omuzdan sertçe çektikten sonra sert bir vuruşla Kuman’ın başını omuzlarından ayırarak bedeninden önce toprağa yuvarladı. İri yapılı olan da ellerini serbest bırakarak cansız Kuman’ı toprağa bıraktı.

Bıçak fırlatan kafasını salladı: “Lisanlarını bildiğimiz adamlar boşu boşuna kıydık bence…”

Kılıçlı olanı atların terkisindeki tirkeşleri gösterdi: “Oklarını çekseler canımıza okurlardı. İyi hallettik bunları da…” Ardından hançer fırlatana döndü: “Ayrıca bir daha lisan deme Behram! Geçen sefer de lisanla hallederim dedin, zindanı boyluyorduk. Girmediğimiz bir Kuman kılığı kalmıştı…”

İri olan etrafı gösterdi: “Celaleddin hiç öfkelenme. İmparator akıllı! Türkmen taifesine göz açtırmamak için bu taraflara kalabalık bir Kuman grubu koymuş. Neyse ki tek bir taife, iskan edilmemişler. Kalabalık olsalar bu araziden zinhar geçemezdik…”

Celaleddin kılıcını kınına sokup atından indikten sonra adamları yol kenarında çalıların kapattığı bir hendeğe indirirken söylendi: “Doğru dersin Selman. Bu Rumlar da tabi bizle cenk ede ede iyi alıştılar, al Trakya’dan Kumanları getir Anadolu’dan Türkopolleri, Türkmen’i sınırda tutsun! Yardım edin de şunları hendeğe saklayalım. Handakilere yetişmemiz lazım…”

Aldıkları vazife gereği diyar diyar gezip Berid teşkilatı arasında haber getirip götüren, kılıktan kılığa giren Celaleddin, Behram ve Selman şimdi de İznik İmparatorluğu mülkündeki Mylasa şehrine gitmektelerdi. Behram ile Selman da yerdeki cesetleri tutarak yere düşen silahlarıyla birlikte hendek kenarına sürüklemeye başladı.

Behram öldürdüğü adamın cesedinden hançerini çekip kanını temizledikten sonra yeniden kol yenine yerleştirirken: “Beyhude yere cana kıyıyorsun. Kuman lisanı, Süryanice gibi değil ki adamlara açık verelim? Gürcü hududuna yolumuz düşer diye öğrettikleri lisan neticede. Bu tepelediğimiz ikinci devriye, öteki devriyeler gelmemesinden şüphelencek!”

Celaleddin hendeğe bulduğu çalı çırpıyı atarken kafasını salladı: “İlkini kıyafetler için, ikincisi de bizim geçişimizi gördükleri için. Buradan daha Ayasuluk’a yol var, haberi handan alıp tez vakitte çıkıp gideceğiz, eyleşmeyeceğiz. Selçuklu’da berid var da Rumlar’da yok mu sanırsınız? En ufak bir şüphede canımıza okurlar! Bu sefer Midyat’taki gibi kurtarmaya Sadeddin Köpek de gelmez!” Selman güldü: “Yahut başımızı belaya sokmaya!” Behram yolları gösterdi: “Sabaha kadar devriyelerin dönmeyişinden şüphelenmezler. Ama sabah oldu mu öteki devriye kesin bulurlar!”

Celaleddin, adamların atlarından birini hendeğe indirip ağzını bağladıktan sonra bir anda boğazını keserek yere devirdi. Kendisine şaşkınca bakan Selman ile Behram’a atın sağrısını gösterdi: “Atları da halletmeli! Kuman atları da Türkmenlerinki gibi tamgalı olur, başka devriyenin tamgalarını taşıyan atla bu taraflarda dolanmamız iyi olmaz. Haydi!” Öteki atları da sessizce öldürüp cesetlerin üstüne yıktıktan sonra hendeğin üstünü büyük dallar ve çalılarla örttüler. Yere dökülen kan izlerini de kırbalarındaki sularla sulayıp toprağa çamura buladıktan sonra atlarına binerek uzaktan burçlarındaki muhafızların meşaleleri ayan beyan seçilen Mylasa’ya doğru ilerleyişlerini sürdürdüler.

Behram, Celaleddin’e dönerek: “Yörük misali o kadar yer gezdik, düşman içinde dolaştık, sayısız haber taşıdık, eşkıyasından düşman kolcusuna sürü çeşit adam zayii ettik. Daha iflah olmayız biz! Midyat’taki o hadiselerden sonra (bkz. Mor Yakup’un Kamburu) bir tuhaf olduk…”

Selman’nın korkusu yüzünden anlaşılmaktaydı: “Gece gece hatırlatmayın yahu! Hele bu harabelerin, putların önünden geçerken! Haftalardır kâbuslarla boğuşmaktan uykudan tiksinir hale geldim!”

Celaleddin ona döndü hemen: “Bre sen dışarıda kaldın, aynadan giren biziz, o kadar boku bir gördük sana ne oluyor?”

Selman: “Kurdu gören bağırır, görmeyen daha ziyade bağırır! Benim rüyamda gördüklerim öyle acayip ki sizin gördükleriniz mi kendi muhayyilemden mi çıkar bilmem…”

Celaleddin, Selman’ın karnına vurdu hafifçe: “Yediğine içtiğine dikkat et ahi! Böyle acayip rüyalar gördürür adama! Hem heykellerden falan da korkma, bir vakitlerin dilberleri afetleri hep böyleymiş. O gözle bak, o zaman korkmazsın!”

Behram, yeni terlemekte olan bıyıklarını düzelterek müstehzi bir ifadeyle: “Hanidir biz de dünya gözü görmedik be Celaleddin! Şu haber işini halledelim de böyle heykeliyle falan değil hakikisiyle hemhal oluruz!”

Celaleddin gülerek karşılık verdi: “Ayasuluk’tan sonra Smyrna diye bir şehir varmış, haritalara göre. O yana gideriz, hanımlarını pek bir övüyorlar! Ama evvela şu haber alıp vermeyi temizce halletmeli…”

Selman’ın sesi ürpertiliydi: “Gayb perdemiz kalkalı beridir korkum büyük. Kim bilir ne acayip şeyler göreceğiz ömür boyu… Beridiyle ayrı uğraş ciniyle perisiyle ayrı!”

Celaleddin kılıcını göstererek karşılık verdi: “Biz onlara dokunabiliyoruz…”

Selman’ın yüzünde alaycı bir ifade belirdi: “Onlar da bize!” Selman’ın gözü bir ara uzaklardaki yükseltilere takıldı. Kayaya oyulmuş kadim haneler arasında bembeyaz bir siluet görerek ürperdi. Adı unutulmuş bir tanrıçanın suretini taşıyan bir kadın heykeli, sanki hareket ediyor gibiydi. İçinde kaynağı meçhul bir merak kabarmış, heykelin oraya doğru at sürmek istese de karanlıktan ürpererek bu isteği saçma buldu.

Mylasa şehrinin kuzey girişi olan, üzerinde “labrysa” dedikleri çift yüzlü bir balta kabartmasını kilit taşının her iki yüzünde de taşıdığından mülhem “Baltalı Kapı” denilen kapıya yaklaştılar. Behram kapının yan tarafındaki duvarlardan kendilerine bakmakta olan mızraklı, kalkanlı şehir askerlerinin boyunlarına astıkları sarımsaklarla, haçları gösterdi: “Tuhaf şey! Öldürdüğümüz Kumanların boynunda da bunlar vardı, putperest adetleri zannederdim. Bunlar anadan doğma şehirli Hristiyan, bunlar niye takmışlar?” Celaleddin bilmediğini gösterir bir jest yaptıktan sonra susmasını işaret etti.

Kapalı bulunan kapının önüne geldiklerinde, askerler bu üç Kuman’ın şehir garnizonuna mensup devriyelerden olduğunu zannederek uykulu gözlerle hiçbir şey sormadan kapıları açtılar. Celaleddin, kapıyı geçip gittikleri sırada fısıltıyla sordu: “Her biri sanki saldırı olacakmış gibi ayakta. Gözlerinden uyku aktığı halde bir tane uyuyan yok. İşin garibi gelirken Türkmen kolu falan da görmedik!”

Beridçiler, kapının biraz ilerisindeki Rum yapısı taştan su kemerlerinin dibinden geçerek uzakta ay ışığı altında tüm heybetiyle dikilmekte olan kadimden kalma bir mermer sütuna doğru ilerlediler. Tepesinde kocaman bir kuş yuvasının bulunduğu bu abidevi sütunun tam karşısında dikilmekte olan taş duvarlı, iki katlı bir binanın kapısına gelir gelmez atlarını ahır kısmına bağladılar; duvar diplerindeki boş küplerden ve civardaki yük hayvanlarından ötürü kervanların ve yolcuların inip konakladığı bir han olduğu belliydi. Bir an için Selman’ın gözleri sütunun tepesine kaydı. Haşmetli bir baykuşun koca koca gözlerini dikerek kendisini seyrettiği hissine kapılarak istemsizce ürperdi. Beridçiler hanın kapısından içeriye baktıklarında meşalelerle aydınlatılmış salonun tenha ve sedirlerin biri hariç diğerlerinin boş olduğunu görmüşlerdi; bir adam tek başına önündeki sinide duran bir testi şarap ile tuzlanmış balıktan mürekkep mezesinin karşısında uyuklar gibi durmaktaydı. Hancının bile odasında uyuklamaya çekildiği, hizmetlilerin sağda solda sızdığı kör vakitlerdi.

Tam içeriye girecekleri esnada taş duvarlarda çınlayan korkulu bir ses her birini durdurdu. İhtiyar gibi görünen ancak sesi gençmişçesine gür çıkan bir adam, Rumca olarak: “Lamia voltes! Lamia voltes! Meínete makriá apó ton táfo!” (Lamia yürüyor! Lamia yürüyor! Mezardan uzak durun!) diye bağırıyordu. Sesin geldiği tarafa dönerek baktıklarında boynuna Rum askerleri gibi istavroz ve sarımsak asmış, derisi çekilmişçesine gergin, soluk tenli ihtiyar bir rahibin bağıra çağıra elindeki değnekle yere vura vura yürüdüğünü gördüler. O esnada handaki dolu masadan bir adam Farsça kendilerine seslendi: “Gelin, gelin! Meczup rahibin tekidir, her gece çıkar dolaşır öyle…” Beridçiler hızla içeriye girip hanın kapısını kapattılar. Celaleddin şüpheli bakışlarla: “Ribatı bekleyen sen misin?” diye sordu. Adam kafasını sallayınca hep birlikte sedirin oraya gidip yanına yöresine çöktüler. Celaleddin öfkeli gözlerle adama bakıp fısıldadı: “Yavaş ol! Farsça konuşmak da ne demek ulu orta? Ya bir duyan olsa? Yerin kulağı vardır derler…”

Adam gülerek karşılık verdi: “O kulağı vaktiyle kestik tasalanma…”

Celaleddin: “Ne yaptın hancının kulaklarını mı dağladın?”

Adam bir anda ciddileşti: “Hancı benim. Geceleri Farsça sayıkladığımı bildiklerinden sarhoş deyip geçerler. Hanımda pek çok “kızım” bulunduğundan konaklayanlardan da uyanık olanların kalkıp burayı dinlemesi nâmümkün!”

Selman’ın içi sıkılır gibi oldu. Bir anda ayağa kalktı: “Çelebiler ben darlandım. Bir çıkıp hava alayım…” dedi. Celaleddin dışarıyı gösterdi: “Ben söyleyene kadar bir yere ayrılma nameyi alıp tez gideceğiz!” Selman dışarı çıkmaz gözlerini yıldızlara dikerek soluklandı. Gözleri bir anlığına sütunun tepesindeki baykuşa kaydığında olduğu yerde kaskatı kesildi. Baykuşun ışıltılı gözlerinde sanki o uzaktan gördüğü tanrıçanın büyülü bakışlarını görmüştü. Baykuş kanat çırpıp şehrin dışına doğru uçunca, Selman her şeyi unutarak baykuşun peşinden koşturarak şehrin güney kapısına doğru koşturmaya başladı.

O esnada handa Celaleddin, hancının uzattığı nameyi alıp, kendi taşıdıklarını hancıya verirken sordu: “Bu kadar rahat olmana sebep nedir?” Hancı yine sırıtarak karşılık verdi: “Dışarıdaki düşmanı kollamaktan içeriyi çok yoklayamıyorlar. Bir de Rum casuslarını tanıyorum, “kızlarım” haberleri bana söylüyorlar. Diyar-ı Uç’ta Türkmenler eğleşir diye sürekli diken üstündeler. Bir de bir-iki haftadır bir şeylerden daha korkuyorlar işte, Rumların acayip adetleri!”

Celaleddin sordu: “Biz de gördük. Boyunlarındaki istavroz neyse de sarımsak ne diye? Putperest gelenekleri gibi?”

Hancı: “İki hafta önce bu rahip çıkıp mezarlarda bir şey dolaşıyor diye geceleri çığırmaya başladı beridir korkuyorlar. İlkin sadece Rumlar korkuyordu. Daha sonra mezarların oradan sabaha doğru Kuman kolcularından birkaçının cesedi getirilince Kumanlara da sirayet etti, onlar da aynı kılıkta geziyorlar.”

“Tevekkeli değil, bu Kumanlar o yüzden yol tarafında kol geziyorlar tepelerde gezmek yerine. Mezarlar ne tarafta?”

“Şehre gelirken görmediniz mi? Tepelerin üstünde hanelere benzer…”

“Biz onları hane sandık ne bilelim…”

“Rumlardan evvel burada Karyalılar diye bir kavim yaşarmış. Onlardan kala kala bu mezarlar kalmış, kadimde kâfirler hep kayalara taşlara oyup hane gibi yapmışlar. Bana sorsan mezar uğruları (soyguncular) bir tane açılmadık mezar bırakmamıştır bu zamana kadar ya, bu gavurlara göre güya açılmamış mezarlarda hala uyuyanlar varmış. Cin peri, hepsi masal neticede…”

Celaleddin ile Behram birbirlerine kinayeli gözlerle bakıp geçmiş maceralarının anılarını hatırlayarak: “Ya ne demezsin!” diyerek bir hamlede sedirden kalkıp dışarıya çıktılar. Etrafa bakınıp Selman’ı göremeyince atların yanına gitmiş olabileceğini düşünerek ahıra doğru seğirttiler. Selman’ı orada da göremeyince endişelenip taş evlerin uzandığı sokaklara bakındılar.

Celaleddin, uzaktan parıldayan asker meşalelerini görünce bağırmak istemedi. Behram’a döndü: “Kaçırıldı mı acaba?” Behram müstehzi bir ifadeyle: “Selman’ı mı kaçıracaklar?” diye karşılık verdi. Bir anda arkalarından birinin Farsça: “Kaçırıldı sayın!” demesiyle dönüp baktılar.

Elinde sopayla gecenin köründe sokaklarda dolaşan meczup rahip tam karşılarında dikilmekteydi. Celaleddin adama açık vermemek için şaşkınlığını saklayarak Farsça sordu: “Arkadaşımızı gördünüz mü? İri yapılıdır, biraz önce çıktı dışarıya?” Meczup rahip şehirden dışarıyı, güneybatı istikametinde epey uzak bir noktayı gösterdi: “Uğursuz lamianın peşinden gitti. Ölüsü çıkar sabaha…” Celaleddin öfkeyle rahibin yakasına yapışarak sarstı: “Ne geveliyorsun ağzında? Lamia da ne?” Rahip: “Otuz iki yaşında beni bu hale getirendir!” diyerek başındaki kukuletayı tamamen açtı. Ay ışığı altında neredeyse iskelete dönmüş solgun bir yüze sahip ihtiyar görünüşlü bu adam kabir kaçkınlarını andırıyordu. Celaleddin nadiren de olsa ürpererek bir-iki adım geriledi.

Rahip iskelete dönmüş işaret parmağıyla korkunç bir siluet misali Celaleddin ile Behram’ı işaret ederek konuştu: “Kumanlar! Cahil Kumanlar! Putperest Kumanlar! Hazine bulacakları ümidiyle kaya mezarlarına çıktılar! Kadim Karyalılara musallat olmuş bir şeyi uykusundan uyandırdılar! Lamia! Büyücülerin ve cadıların mabudesi üç kafalı Hekate’nin kızlarının en korkuncu! Hekate’nin habercisi baykuşlara hükmeden, kan somuran bir cadı! İnsanın hayatını, gençliğini, soluğunu içip tüketen bir hortlak! Bana da musallat oldu. Şehirden dışarıya çağırdı, kadim kaya mezarlarından birine! Nefesim kesildiği halde koşturarak gittim peşinden cadının.” Rahip boynunu açarak tuhaf bir yara izini gösterdi: “Bir hafta öncesinde böyle ihtiyara dönüştüm işte! Bu lanetli mührü sonsuza dek taşıyacağım! Canımın zerresini ancak kurtarabildim! Arkadaşınız da onun peşinden koşturmuş olmalı!”

Celaleddin bir rahibe bir de güneybatı doğrultusundaki belli belirsiz fark edilen tepeye baktı. Başkası olsa rahibin söylediklerine güler geçerdi ancak yaşadığı onca şeyden ve cinler âlemine dahi gelip gittikten sonra zerre sorgulayamıyordu. Behram’a dönerek atları çıkarmasını emrettikten sonra rahibe döndü: “Onu bulup kurtaracağız. Sen de bizimle geleceksin!” Rahibin söz söylemesine fırsat vermeyerek kolundan tutup çekip Behram’ın dışarıya çıkardığı atların yanına götürdü. Atlara binerken rahip: “Arkadaşınız gerçekten iriyse hızlı koşamaz, tez yetişiriz!” dese de Celaleddin ile Behram: “O hızlı koşabilir!” diyebildiler. Selman’ın çocukluğunda Alamut fedaileri arasında yetiştiğini ve o cüssesine rağmen neler yapabildiğini rahibe söylemediler. Celaleddin, rahibe bir an dönüp sordu: “Farsçanız ziyadesiyle iyi. Ne yanda öğrendiniz?” Rahip bir an durup şaşaladıktan sonra gözlerini kısarak: “Bir ara yolum İconium (Konya) tarafındaki Silena’da (Sille) bir manastıra düşmüştü, Aya Eleni’ye. O vakitlerde alıştım!”

Atlara bindikten sonra dörtnala şehrin sokaklarından geçip güney kapısına vardılar. Kapının etrafındaki askerler korkuyla mızraklarını doğrultup onlara bakındıkları sıra atları durdurup Rumca kapıdan herhangi birinin çıkıp çıkmadığını sordular. Askerler iri yarı bir adamın koşa koşa şehrin uzağındaki bir tepeye doğru koştuğunu söyleyince askerlere çekilmelerini emrederek hızla şehirden çıkıp tepeye doğru at sürdüler. Ay ışığı altında denk geldikleri her çalı karaltısının Selman zannederek bir o yana bakınsalar da, Halikarnassos (Bodrum) yolu üzerinde, ay ışığı altında belli belirsiz parıldayan kadim mezarlara doğru ilerlemekte olan bir karaltıyı ayan beyan görünce o mıntıkaya doğru ilerlediler. Selman’ın arkasından bağırıp çağırsalar da Selman arkasına bile bakmadan kaya mezarlarına doğru deli gibi koşturuyordu. Alamut’un kayalıklarında çocukluğunda talim görmüş bu azman, altlarındaki attan bile hızlıydı şimdi.

Güç bela kaya mezarlarının oraya ulaştıklarında, beyaz taşlarının kapı ağzıyla birlikte kurukafayı andıran siluetini görerek Selman’a bakındılar. Selman’ı bir deliğin önünde uyur gibi yattığını görüp seğirttikleri sırada rahip kâh Rumca kâh Farsça haykırmaya başladı: “İşte orada! Üç kafalı Hekate’nin gözcüsü! Uğursuz musibet!” Rahibin bağırmasının müsebbibini o an fark ettiler; Selman’ın yanı başında bir kaya üzerine konmuş, ateş kızılı gözleriyle insanın gözüne dikerek bakan korkulu bir baykuş…

Beridçiler ve rahip atlarından inerek Selman’a doğru koşturdukları esnada baykuş kanatlarını huzursuzca kabartarak korkulu bir çığlık koyu verdi. Rahip bağıra çağıra “kyrie eleison” okuyarak boynundaki istavrozu çıkarıp baykuşa doğrultunca baykuş kayadan havalanarak karanlık mezar kapısından içeriye daldı. Rahip, Celaleddin ve Behram, yerde yatan Selman’a koşar adım yaklaştıkları esnada mezar odasının içinden gelen dehşetli bir sesle irkildiler: Taşın taşa sürtülmesinden mülhem açılan lahit kapağının ürkütücü yankısı ve lahitten kalkan şeyin davetsiz misafirleri kaçırmak isteyen böğürtüsü!

Bu ürkütücü sesleri takip eden taşa çarpan pençe seslerinin akabinde üzerine kurumuş kan lekeleri bulaşmış kadim zamanlardan beyaz elbisesiyle, gece karası saçları havada uçuşan bir dehşet kaya mezarının kapısında göründü. Uzun ve kararmış tırnaklarıyla zamanın tozuyla aşınmış taştan geçidin kenarlarını kavrayarak sallana sallana dışarı çıktığında ayaklarının yerinde bulunan dev kuş pençelerini de ayan beyan gördüler. Dehşet tamamen dışarıya çıktığında boyca kendilerinden daha uzun, ateş kızılı gözleri ve dudakları parçalanmış ağzından belli belirsiz görülen çarpık çurpuk sivri dişlerini fark ederek korkuyla gerilediler.

Kadim Karyalıların lisanında kendilerine bağıra çağıra bir şeyler söyleyen hortlak Selman’ın üzerine eğilince rahip ile Behram korkmalarına rağmen varlığa yaklaştılar. Kadim dehşet lamia, rahibi eline pençe misali korkutucu ellerinden biriyle vurup istavrozu düşürünce rahip yere düşerek korkuyla gerisin geri sürünmeye başladı. Behram, belinden çektiği hançerle lamiaya hamle yapmak istese de o da hortlağın bir el vurmasıyla bir-iki adım öteye fırlayarak yere yıkıldı. Lamia muzaffer bir sırıtışla Celaleddin’e meydan okur gibi baktıktan sonra yeniden Selman’ın üzerine eğilerek korkunç dişlerini meydana çıkardı.

Celaleddin korkuyla geri geri gideren atlardan birine çarpınca korkuyla irkildi. O esnada rahibin boynundaki sarımsakları görünce aklına korkunun tesiriyle bir fikir geldi. Üzerinde çok fazla düşünmeden atlardan birinin terkisine uzanarak yiyecek çıkınını karıştırmaya başladı. Aradığı şeyi bulur bulmaz çıkından çıkardı; yol için hazırlanmış konargöçerlere has pastırma! O korkulu anda aklından geçen düşünce şuydu: “Eğer sarımsak bu varlığı ürkütüyorsa, içinde ziyadece sarımsak bulunan çemen de aynı etkiyi yaratabilir!” Saçmalığını düşünmeden bir çıkış yolu bulmanın verdiği heyecanla sarımsağı ipinden tutarak boşlukta zincirli gürz misali sallamaya başlayan Celaleddin bir anda lamianın üzerine atıldı. “Âl-i Selçuk gulamıyız ulan biz!” diyerek sarımsağı lamianın suratının ortasına indiriverdi! Adamın hareketine bir anlam veremeyen korkulu mahluk suratına ve dişlerine bulaşan şeyden yayılan ürpertici ve ölümcül sarımsak kokusunu fark ettiğinde çığlık çığlığa mezarın girişine doğru geriledi. Celaleddin, kaya parçası misali iki eliyle kavradığı pastırmayı çığlık atmakta olan hortlağın ağzına sıkıştırarak ittirdi. Lamia kafasını korkutucu biçimde sağa sola sallayarak pastırma yığınını yere tükürdükten sonra mezarın karanlık gölgeleri arasına karışarak gözden kayboldu.

Tam o esnada yerde yatmakta olan Selman bir anda kendisine gelerek başına ne geldiğini sorarak olduğu yerde doğruldu. Behram ile Celaleddin yaşadıklarını kısaca anlattıktan sonra ayağa kalkmasına yardım ettiler. Rahip mezarın içini işaret ederek: “Henüz ölmedi…” deyince Celaleddin kafasını salladı: “Bu zehir ona epeyce yeter. Şimdi gecenin bu uğursuz vaktinde kör karanlıklarda arayıp bulamayız hortlağı, kurtuldu sayılır.”

Selman: “Demek ecelini bizden bulamayacak, başka birisinden gelecek ölüm… Nasip!” diyerek yerdeki pastırma kalıntısına bakarak yüzünü ekşitti: “O kadar pastırma da ziyan oldu be!”

Celaleddin omzuna vurdu Selman’ın: “Boş ver! Hem kokusu günlerce çıkmıyor. Ayasuluk’tan sonra Smyrna’ya gideceğiz, hatun kısmı pek hoşlanmaz bunun kokusundan!” Celaleddin bir anda rahibe döndüğünde yüzündeki alaycı gülümseme ay ışığı altında ürpertili, tehditkâr bir sırıtmaya dönüşmüştü: “Rahip efendi! Farsça konuşan, gulam olduğunu ve Smyrna’ya gideceklerini ağzından kaçıran bu Kuman kılıklı askerleri sağda solda anlatmazsın umarım?” Rahip korkuyla kafasını iki yana salladığında, Celaleddin elini Behram’ın omzuna koyarak rahibi gösterdi: “Acı çektirmeden yap işini!”

Behram, Celaleddin elini omzundan iterek rahibi gösterdi: “Adam bize o kadar yardım etti, şimdi gırtlağını mı keseceğiz?”

Celaleddin: “Farsçayı çok iyi konuşan, ata askerler gibi binebilen bir rahip. Geceleri sürekli hanın etrafında geziniyor, bu yüzden hortlak ona tesir edebildi. Hem de şehrin kapıları sürekli açık tutuluyor, gelen rahatlıkla gelsin der gibi. Acaba şehrin strategosuna (askeri vali) bağlı bir casus olup, şehre gelmesi muhtemel Selçuklu beridçilerini beklediği için olabilir mi?”

Rahibin sesi titredi: “İftira etmeyiniz! Ben kendi halinde bir rahibim! Asker içerisinde gezindiğimden ömrüm sefer yollarına geçtiğinden Farsça’yı da bilmem ata binmeyi de bilmem gayet tabii!”

Celaleddin muzaffer bir edayla: “Atlara bineceğimiz sıra, eğer Farsça’yı nasıl öğrendiğini doğrudan böyle anlatsaydın senden şüphelenmezdim rahip efendi. Ama bizim gibi yolu Sille’ye düşmüş adama hem manastırda kaldım deyip hem de Hagios Khariton Manastırı yerine Aya Eleni kilisesinin adını verirsen elbet şüphe çekersin!”

Rahip, Celaleddin’e yalvarır gözlerle baktı: “Yemin ediyorum sizi gördüğümü söylemeyeceğim! Strategosun en güvendiği casus benim! Evet, beridçi kovalıyordum ama ona yalan söyleyebilirim. Acıyın bana, siz de benim durumuma düşebilirsiniz! Sizi ele vermek istesem şehirde ele verirdim!”

Celaleddin öfkeyle haykırdı: “Yapmadın çünkü üçüncü beridçiyi de ele geçirmek adına kuzu kuzu bizimle geldin! Behram! Düşmanımız da olsa bize yardımı dokundu acısız olsun…”

Behram kafasını iki yana salladı: “Bize yardımı dokunanı öyle öldürmek yakışı kalmaz!” Bir anda rahibin arkasına geçerek kol yeninden çıkardığı bir iğneyi rahibin omzunda bir noktaya saplayarak geri çekildi. Belindeki hançeri çekmeye niyetlenen rahip bir-iki adım atar atmaz kasılıp kaldı. Ne yüzünü oynatabiliyor ne de bağırıp çağırabiliyordu. Yere yıkılarak kaskatı kesilince Behram sözlerine devam etti: “Yine de istihbaratta işi sağlama almamak olmaz. Başkasının öldürmesine müsaade etmemizde hiçbir sakınca yok. Bu iğneyle birkaç saat felç kalacaktır, ölmeyecektir. Ölmez sağ kalırsa söz verdiği gibi bizi söylemeden yaşar gider. Ancak etki geçene kadar kendine gelen lamia buraya geri gelip kalan birkaç damla kanı ve hayatı da somurursa o başka!”

Celaleddin atları göstererek yürüdü: “O halde buralarda fazla eğlenip vuslatlarına mani olmayalım. Hem tez vakitte buralardan kaybolmalı ki bu casusu da lamianın leşi sanıp Kuman kılıklı adamlardan şüphelenmesinler. Haydi!”

Beridçiler atlarına binip tepeden aşağıya inerek şehir surlarının uzağından geçip Ayasuluk yolunu tutmuşlarken hiçbir tepki veremeyen rahip beyhude yere kıpırdamaya uğraşarak felç etkisinden kurtulmaya çabalıyordu. Gecenin ilerleyen bir vaktinde ayak parmaklarını hisseder gibi olduğunda sevinerek takatinin kalan kısmıyla tamamen eski haline dönmeye çabaladı. Lakin kaya mezarın derinliklerinden yaklaşmakta olan dev kuş pençelerinin taşa sürtünme sesi sevincini kursağında bıraktı…

SON

Not: Murat Başekim’in “Demir Dövme Öyküleri” adlı kitabından ilham alınarak yazıldı. (MBY)

Mehmet Berk Yaltırık

Tarihçiyim ve yazarım. Tarihi korku hikâyeleri yazıyorum. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, çeşitli inceleme yazıları ve hikâyelerim yayınlandı. “Anadolu Korku Öyküleri-2”, “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler”, “Güçoburlar” ve “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1” çalışmalarında yer aldım. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ adlı bir akademik makalem de mevcut.

Harekât-ı Bûm” için 3 Yorum Var

  1. Okumaya henüz başladım. Okudukça bir şeyler yazacağım. Şimdiden çok güzel bir öykü olacağını seziyorum. Benim alışık olduğum tarzın dışında olmasına rağmen sevdiğim bir formatta yazılmış gibi görülüyor.

    “Ay ışığının parçalanmış mermer sütunların ve bedenlerinden gayrısı zamanın rüzgârına kapılarak güne aşındığı kadim mabutlara adanmış heykelleri tuhaf bir beyazlıkla aydınlattığı toprak yolda Rum ahalinin görende “Kuman kılıklarından” kimliklerini çıkarabildikleri üç atlı dörtnala ilerliyordu.” Buradaki bazı yerlere gelebilecek virgüllerin okumayı kolaylaştıracağını tahmin ediyorum. Cümleyi ilk okuduğumda, bu kadar ustaca bir betimlemeyi yapabilecek kadar yetkin bir yazarın virgül konusuna dikkat etmiş olacağını ve böylesi bir cümleyi tercih etmesinde “teknik” sebepler olduğunu düşünmüştüm. Elbette, gözden kaçmış da olabilir. Yine de, öykünün kalanında benzer bir durum yok sanırım?

    “Beli kılıçlı üç atlı atlarını sanki bağıranlar tanıdıklarıymışçasına sakince onlardan yana çevirdiler. ” Hımm. Yukarıda bahsettiğim durum özellikle tercih edilmiş galiba? Yine de (şimdilik) “Beli kılıçlı üç atlı, atlarını, sanki bağıranlar tanıdıklarıymışçasına sakince onlardan yana çevirdiler” şeklinde yazılmış olmasını okuma rahatlığı anlamında tercih ederdim sanırım.

    Başlardaki dövüşü hoş betimlediğini düşünüyorum. Genelde, bu tarz şeylerin anlatımını “yorucu” ve “sıkıcı” bulurum. Gereksiz ayrıntılar, anlatımın şiirselliğini baltalayan mekanik betimlemeler olur. Seninki güzeldi(daha güzel olabilirdi belki. Ama güzeldi) Zaman Çarkı’nı okumuş muydun? Oradaki dövüş betimlemeleri, gördüğüm en güzel betimlemelerdir. Belki hoşuna gider ve hatta işine yarar?

    “Bıçak fırlatan kafasını salladı” Burada da bir virgülsel anlama sıkıntısı var. İlk ve hızlı olan bakışta bıçağı fırlatanın ne olduğu pek anlaşılmıyor. Açıkçası “bıçağı bir tür cihazın kafasından mı fırlatmış? Arbalet mi vardı orada?” diye düşündüm bir an. Böyle bir yazımı özellikle tercih ettiğini varsayıp gördüğüm başka virgülsüz yerlere dğeinmeyeceğim. Özellikle böyle yazdıysan ve sebebine öykü içinde yer vermiyorsan, neden öyle yaptığını sorabilir miyim? Öğrenmek isterim.

    Gördüğümüz ilk görece uzun süreli diyalog biraz… Dizi telefon konuşması gibi kaçmış sanırım? Bahsettiğim dizilerde de karşı tarafın sesini duymayız fakat kamerada görünen karakter, diğer kişinin söylediklerini izleyiciye aktarmak için “ne? Kendi kendisini mi yaralamış? Hem de evde?” gibisinden cümleler kurar ya… Öyküdeki durumu anlatmak için güzel bir yöntemdir elbette tüm mevzuyu bilen kişileri mevzu hakkında konuşturmak fakat bu kadar “kesin” ve”tek solukta” pek çok önemli şeyin anlatılması biraz… Rahatsız etti beni. Nedendir, bilemiyorum.

    Tarihsel öykülerde muhtemelen en çok sevilen şey, öykünün anlatımının ve karakterlerin konuşma-hareket-algı üçgeninin de o döneme uygun olmasıdır. Bunu çok hoş bir şekilde yapmışsın. İhsan Oktay Anar’ın da güzel yaptığını düşünüyorum. Fakat bazıları, onun kullandığı dilin akıcı okumak için biraz ağır olduğunu söylüyor. Seninkinde o “ağır”lıktan eser yok. Diğer öykülerinin de ne tarzda olduğunu merak ettim şu an.

    Hımm. Başka bir öyküye referans vermişsin sanırım? Bir tür dip not olarak eklenmesi ve dip notta link olması daha kullanışlı olabilirdi fakat bu öykünün başka bir mecrada da yayımlanmasına zorluk çıkartabilirdi galiba :/ bilemedim.

    “Selman: “Kurdu gören bağırır, görmeyen daha ziyade bağırır! Benim rüyamda gördüklerim öyle acayip ki sizin gördükleriniz mi kendi muhayyilemden mi çıkar bilmem…”” Bu cümlede bir anlatım hatası mı var? “sizin gördüklerinizden mi kendi muhayyilemden mi çıkar bilmem…” gibisinden bir şey olması gerekmiyor mu? Emin olamadım.

    Selman’ın baykuşu gördükten sonraki “kafa bulanıklılığı” hoş aktarılmış fakat araya giren “hana giriş” kısmı, Selma’ın onu görmesi, iç bunaltısıyla handan çıkması arasındaki bağı birazcık örselemiş. “Keşke o arada da Selman’ın rahatsızlığına dair bir cümle olsaydı” demekten alamadım kendimi.

    Öyküde pek çok “günümüzde pek de kullanılmayan” kelime varken “mezar uğruları” nı parantez içinde açıklaman birazcık rahatsız etti beni. Öykünün düzenini bozuyor. O noktaya kadar muhteşem bir FRP oyununa tanıklık ediyormuşum gibi hissediyordum.

    Günlük hayat işlerinden ötürü okumaya şu an ara vereceğim fakat öykü çok hoş. Devamını da okuduğumda buraya bir şeyler yazmaya çalışırım.
    Teşekkürler.

    1. Merhabalar,

      Detaylı eleştirin için çok teşekkür ederim. Öncelikle bir husustan bahsetmek isterim, çalışmalarımın yoğunluğundan ötürü hayli zaman sıkıntısı çektiğimden geç cevap yazıyorum. Bu mesele öykünün neden bunca hatayla dolu olmasıyla da alakalı tabi zira daha iyi bir öykü yazabilecekken zaman sıkıntımdan ötürü yazamıyorum. Yetiştirmeye çalışınca böyle öyküler çıkıyor mecburen, olduğu gibi göndermek durumunda kalıyorum. Zaten imla benim öykülerimde hep sorunludur ki bunu çözemediğim için muhtemelen belki internette daha az öykü yayınlarım.

      Öykünün yazılış üslubu, konuşmalar ve espriler modern döneme göre çünkü ilk hikaye serisinden beri böyle yazıldı. İnsanlar farklı dönemden insanların kendi dönemlerindeki gibi espriler yapıp konuşmasını ilgi çekici buluyor. Bu yüzden böyle yazıyorum. O dönemdeki gibi konuştursam çok düz ve ruhsuz kalabilmesi muhtemelen (sınırlı kaynaklara binaen).

      Savaş sahnelerinde kurgudan ziyade tarihi kaynaklardaki tasvirlerden faydalanıyorum, bununla bağlantılı olarak gerçek detaylar da (tamamen değil kısmen) kullanıyorum ama daha çok hikayeye tat vermesi için.

      Neyse ki internet öykülerini azaltmayı düşünsem de Beridçiler bir süre daha devam edecek. Anadolu Selçuklu coğrafyasının ve muhtemelen dünyanın farklı çehrelerini de görmek mümkün olacak. Taslak dosyam şimdiden dolu.
      Açıkladığım kelimeler, açıklamadığım kelimeler hususundan bahsedeyim bir de; günlük dilde kullanılmayan kelimeler kendi çevremde (mesleğimden ötürü) hayli kullanıldığından ben bunlar arasında daha az, terim mahiyetinde olanları açıklıyorum. Tarzımla bağlantılı olduğundan araya bu tip kelimeler serpiştirmemi okuyucu genelde hoş karşılıyor.

      Yorumun için çok teşekkür ederim sağ olasın 🙂

  2. Öykünün okumakta olduğum ikinci yarısında, yer yer anlatım sıkıntılarıyla karşılaştım ki Selman’ın kayboluşunun ardından ardakaşlarının verdikleri tepkiler buna hakkıyla dahildi. Bazı yerlerde yoğunlaştı bu sıkıntılar. Uzun uzun gösteremeyeceğim o yerleri. Sadece, şu cümleyi örnek olarak göstermekle yetinebiliyorum. Kusuruma bakma lütfe. ” Askerler iri yarı bir adamın koşa koşa şehrin uzağındaki bir tepeye doğru koştuğunu söyleyince askerlere çekilmelerini emrederek hızla şehirden çıkıp tepeye doğru at sürdüler. ” Yine de, bahsettiğim “sıkıntı”ların çok sık olduğunu düşününce, özellikle tercih edilmiş bir teknik olduğunu var sayacağım.

    Öykünün Lamia ile karşılaşılan bölümü civarındaki yerler birazcık fazla aceleye gelmiş izlenimi uyandırdı bende. Değinilebilecek çok fazla şey vardı sanırım.

    Temayı böyle güzel bir şekilde uyarlamış olmana sevindim. Baykuş ile ilgili çok hoş bir bağıntı kurmuşsun. Hayal Et Hikayeleri’ni okumuştum fakat henüz Demir Dövme Öyküleri’ne başlayamadım. İlham aldığın öykünün nasıl bir şey olduğunu merak ettim. En kısa zamanda o kitaba da göz atacağım.

    Kusura bakma, ikinci yorumum birazcık geç ve bir hayli eksik oldu.
    Öykünün içerisindeki “macera” duygusunu çok tatlı şekilde yaşadım.
    Devamını dagörmek isterim 🙂

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *