Öykü

Her Şeyin Başladığı Yer

Mağaranın tavanı en az beş adam yüksekliğindeydi. Genişliği uzunluğuna yakındı ve içerisine küçük bir ordu bile sığdırabilirdiniz. Kapı kabul edilen girişin tam karşısında üç basamakla çıkılan geniş bir yükseklik vardı. Bu kötüler kralının kendisine yer edindiği birçok yerden biriydi. Yurt edindikleri adanın için bu mağarayı bulduklarında çok sevinmişlerdi. Duvarlar ve zemin onlarca kişinin yüzlerce gün uğraşmasıyla düzeltilmişti. Üç basamağın üzerindeki yükseltide üzeri değerli kürklerle kaplanmış kırmızı damarlı mermerden oyulmuş geniş bir taht vardı. Tahta kurulan adamsa tüm bu görkemi tamamlayan bir unsur gibiydi. Kaslı iri bir vücudu vardı. Geniş omuzlar kalın ve uzun boyunda bitiyordu. Boynunun üzerinde taşınan başın güzel mavi gözleri vardı. Üzerinde kalın yün hırka ayaklarında yine kalın bir pantolon bulunuyordu. Kaba bir kılıç belindeki kemerden sarkıyordu. Yanında omuzuna dayanmış bir dişi, ortalığı yakacak kadar ateşli görünüyordu. Soğuk gülüşlü bu dişi yeryüzündeki diğer hemcinslerinin hemen hepsinden güzel ve daha alımlıydı. Üzerindeki yarı şeffaf ipek elbise, mağaranın güçlükle aydınlanan loşluğunda bile teninin beyazlığını arttırıyordu. Uzun sarı saçları çıplak omuzlarından dökülmüş, doğal bir aksesuar gibi göğüslerini gizliyordu. Tahtın hemen yanında ve basamaklarda oturmuş olan diğer kızları da sayarsanız soğuk ve yarı aydınlanmış mağaranın ne kadar yakıcı göründüğünü anlardınız.

Adam eğildi kendisine dayanan omuza bir öpücük kondurdu. Mavi gözlerinden doğan bakışlar önce kapıya ardından zemine, duvarlara ve tavana kaydı. Kimse böyle bir izbede bu güzelliğin saklandığını anlayamazdı. Çok emek harcanmış kan ter ve gözyaşı dökülmüştü ama uzak anakaradan getirilmiş onca kölenin uğraşmasına değmişti. Adam, hayal ettiği gelecekte bunun gibi çok daha fazla saraylar yaptıracağını biliyordu. İnsanlar, bu ilkel gezegenin iki ayaklı sürüngenleri kendileri için çok daha fazla muhteşem eserler yapacaklardı. Gücünün kaynağını oluşturacak ve asıl eserim diyeceği varlıklarsa ayaklarının bastığı zeminin metrelerce aşağısındaydı. Adam yerinde hafifçe kıpırdayınca merdivenlerde en uzakta duran esmer dilber yerinden doğruldu. Yanı başında ki kristal sürahiden koyu bir sıvı doldurdu pirinç kadehe. Adam içkisinden bir yudum almamıştı ki mağarada bir çocuk sesi yankılandı.

“Susturun şu piçi” dedi kalın ve öfkeli bir sesle. Merdivenlerde oturan afetlerden biri yerinden çevik bir hareketle doğruldu. Birkaç adımda nemli duvar kenarındaki eski ama sağlam görünen ahşap kutuya gitti. Kutu kalın ağaç dilmelerden yapılmış üzeri garip sembollerle süslenmişti. Başka işler için Aralık duran kutunun kapağını açtı. Ağlama sesi daha da çoğalmıştı. İlk bakışta farkedilmeyen küçük bir yan kapıdan kısa boylu tıknaz bir kadın çıktı. Bebeği kucağına aldı ve emzirmeye başladı.

“Eğer şu bela başımıza yağmasaydı bu velet çok işimize yarayacaktı ama şimdi yük olacak gibi” Adam bir an durdu. Kime yöneltildiği belli olmayan soruyu sordu. “Anası olacak fahişeden haber yok değil mi?” Cevap hemen yanından geldi.

“O uğursuz yerden kimsenin canlı kurtulamadığı söyleniliyor”

“O zaman bu bebekten kurtulun” dedi. Ayakta duran esmer tenli gözcü kadın beşiğin yanına oturmuş ve çocuğu emzirmekte olan kadını dürttü.

“Duydun değil mi? Emzirme işini bir an önce bitir” Kadın nemli gözleriyle acımazca başında dikilen güzel ama bir o kadarda zalim olan kadına baktı. Bakışlarını tekrar bebeğe kaydırdığında gözleriyle seviyordu kucağındaki yavruyu. Beş dakika sonra Tahta oturan adama dönerek

“Yüce Efendim izin verirsen çocuğu yolculuğa hazırlıyayım” dedi. Tahtın hakiminin yanında oturan kadın gelişen olayların yanlışlığı konusunda tedirgin olmuştu.

“Bir prensi öldürmemiz doğru olmaz. Üstelik bu bir koz” dedi. “Belki ileride kullanabiliriz. İzin verirsen bildiğim özel bir yöntemle derin uykuya alayım veledi.” Adam sadece başını sallamakla yetindi. Nedendir bilinmez ama yanındaki kadına hiç hayır diyemiyordu. Sarı uzun boylu gözde isteğinin kabul edildiğini görünce sözlerine devam etti.

“Üstelik gökyüzünden yaklaşan tehlike seziyorum”

Mağaranın efendisi onaylarcasına kafasını sallayınca tahta oturan kadın oturduğu yerden kalktı. Ağır adımlarla ve uzun elbisesinin eteklerini sürüyerek yürüdü. Bebeği sütannesinin kucağından aldı. Yaşını henüz dolduran yavru, kirpi gibi saçlarıyla ve şaşkın bakışlarıyla kendisini havaya kaldıranın yüzüne bakıyordu. Boynunda küçük bir parıltı oluştu, adını yazan minik kolyesi boynundan sarkmıştı. Mağarada şiddetli bir hava akımı oluştu. Duvara asılı bazı meşaleler söndü, ortam korkutucu bir hal almaya başlamıştı. Önce mırıltılarla başladı kadının duası. Ardından yüksek sesle söylemeye başladı kutsal kelimeleri. Sesinin tınısı mağara duvarlarında yankılanıyor güçleniyor tekrar kucağındaki masum yavruya varıyordu. Çocuğun iri gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Başını tutan zayıf boynu hafifçe eğildi ve önüne düştü. İlahi ve dua başladığı gibi alçaldı alçaldı tatlı mırıltılara dönüştü. Bebeği kendi yavrusu gibi seven kadın korkuyordu ama yapabileceği hiçbir şey olmadığını da biliyordu. Sarı kadın küçük bedeni beşik işlevi gören kutuya bıraktı. Kutunun bombeli kapağını yavaşça kapattı. Tatlı İlahisi ninni havasına girse de hala sürüyordu. Hafifçe ışıldamaya başlayan işaret parmağını kapakla kutunun birbirine değdiği yerlerde gezdirdi. Uzun parmaklarını önce kutunun yan yüzündeki garip işaretlerin üzerinde gezdirdi. Sonra avuçlarının içiyle tüm kutuyu efsunladı.

“İşte paketin hazır, rehinen yarı ölüm uykusunda. Biz veya başka birileri kutuyu açasıya kadar çocuk uyumaya devam edecek ve kalbi yeniden atasıya kadar yaşlanmayacak.”

“Bu uyku ne kadar sürer” Fark ettirmeden yanlarına gelen adam sormuştu soruyu.

“Biri açmazsa sonsuza kadar” Elele tutuştular, geri dönüp tahta yöneldiler. Önemli bir iş başarmışlardı ve kadın dudaklarını adamın yüzünde gezdirdi. Boynunu, çenesini, yanaklarını öptü. Sıra kulağına geldiğinde “tehlike iyice yaklaştı, harekete geçme zamanı” dedi. O an mağaranın kapısında pür silah bir asker belirdi.

“Yukarıda bulutların arasında bir gölge gördüm Sanırım davetsiz misafirlerimiz var” dedi. iriyarı adam bir rüyadan uyanmış gibi irkildi.

“Muran adasına gelmeye kim cesaret edebilir”

“Bilmiyorum ama gecenin karanlığında gökyüzünden kuş gibi süzülen dört kişi saydık”

“O zaman görev başına…”

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *