Öykü

İnsanlığın Dirilişi

Yüzyıllardır bira bardaklarının üzerinde gezinen sinekler gibi, insanlığın aklında da tek bir hedef silsilesi durmadan dönüp durdu; Gelişmek, genişlemek ve tüketmek. Gelişmek teknolojinin hediyesiydi. İnsanlığın dünyaya getirdiği ve bir yerden sonra da tapındığı teknolojinin… Genişlemek yalnızca egonun ve barbarlık kalıntılarının dürtüsüydü. İnsanlık buna da boyun eğdi. Tüketmek ise bir farenin üzerinde koştuğu çember gibi sonsuz bir devinimdi yalnızca. Atadan toruna devredilen DNA’nın her iplikçiliği tüketime kodlanmıştı.

Bu yüzden insanlık her zaman teknolojiye bağımlıydı. Gelişmek, genişlemek ve tüketmek için. Refah başlığı altında en sıradan işlerini bile teknolojinin sırtına yükledi. İşte bu yüzden sıradanlaştı, tek tip hale geldi ademoğlu.

Ve bu sıradanlaşma aslında kıyametin ta kendisiydi. İnsanlık kendisi bile anlamadan içindeki insani duyguların ırmağını kuruttu. Geride kalan boş kabuk ise diğer kabukları ezmek için komplolar kurar hale geldi. Teknolojinin başı insanlığın sonuydu.

Teknoloji insana olanak sağladı, eline silahını verdi ve geriye çekildi. İnsanlığın kendisini yok edişini izledi mekanik kahkahasıyla. İşte bu yüzden teknoloji tanrıydı ve insanlar teknolojinin birasının üzerinde gezinen sinekler bile olamadılar.

Refah içerisinde yaşadıklarını düşündükleri anlarda teknoloji hep arkalarında karanlık bir gölgeydi.Ve bu gölge sonunda insanlığı aydınlatan güneşin önüne geçti ve çarklar kalp atışlarının yerini aldı. İnsan insanı boğazladı. Kendi içindeki insanlığı boğazladı.

********

Tak, tak, tak, tak. Sürerli bir ritimle devam eden taklamalar kadının ayakkabısının topuklarından yükselip bütün sokağı dolduruyordu. Sokak sessiz, kadın ciddiydi. Fazla boyalı yüzü, kısa, dar, kendince seksi olduğunu düşündüğü elbisesi ve yüksek ökçeleriyle ne olduğunu tahmin etmede çok da zorlanacağınız bir kişilik değildi.

Toplumun çarklarına bulaşan bir yağ damlası, gereksiz bir süstü o. Amacı sadece avlamak, köle etmek ve para kazanmak. Vücudunun yardımıyla her işin üstesinden gelebileceğini düşünen bir kabuk. İçi çürük ve boş. Zavallı.

Kadının tedirginleşen adımları sokakalar karanlıklaştıkça daha da hızlanıyordu. Mükemmellik denizinde gereksiz bir damla olmak onun için tedirgin edici olsa gerekti. Toplum mükemmeldi, kusursuz ve ölümsüz. O ise kusurluydu. Bu büyük bir sorundu.

Simetrik dizilmiş binalarda, simetrik kafalı insanlar belirli yazarların belirli kitaplarını okumaktaydı. Kadın ise yasak ve ölümcül sonuçları olan bir işi yaptıını bilerek, korkudan zevk alarak gece dışarı çıkmış ve yine aynı derecede yasak olan bir işi yapmak için kendisine ortak arıyordu. Suç zevki doğurur. Zevk ise suçu. Kusursuz döngü.

Fahişeler toplumun düşmanıydı, tıpkı uyuşturucu satıcıları ve alkolikler gibi. Bu insanlar düzensizlik ve karmaşanın tohumlarını eker, toplumu zehirlerlerdi. Bu yüzden yok edilmeliydiler. Toplumun bu insanlara verdiği ceza ağırdı. İdamdı.

Kadın birden durdu. Öylesine ani durmuştu ki az daha ayakkabısının uzun ince topuklarından biri dayanamayıp, bulunduğu yeri terk edecekti. İki devriyenin köşeyi dönmesi, kadının soluklarının sıklaşıp histerikleşmesine neden olmuştu.

Eğer devriyeler yanına gelip ne yaptığını sorarlarsa verecek bir cevabı olmayacaktı. Bu saatte kişisel konutunda oturmuş yarın gideceği iş için hazırlanıyor olması gerekirdi. Toplum o beş yaşındayken ona zekasıyla orantılı bir iş bahşetmişti. Fakat o hatalıydı. Bir şekilde üretim hatasıydı. Toplumun beyninin parçası gibi çalışamıyor, düzene uyum sağlayamıyordu. İşte bu yüzden topluma sırtını dönmüştü.

Kadın çabucak yanındaki sakağın gölgelerinin arasına karıştı. Devriyeler sesszice sokağın başında dikiliyorlardı. Adamlar kendi arlarında bir süre konuştular, fakat rüzgarın uğultusu bu sözcükleri de sonsuzluğun zindanına gönderdi. Devriyelerin konuşmayı bitirip kendisinin gizlendiği çıkıntıya doğru geldiklerini gören kadın, telaşla geriye doğru bir adım attı.

Birkaç dakika önceki ani duruşta yıpranmış olan topuklardan biri, bu gerilimli geri adıma da dayanamamış olacak ki, hüzünlü bir çığlıkla kırılıverdi. Kadın kendini bir anda büyük bir şamata kopararak devrilen çöp bidonlarının arasında bulunca, idam sehbasında son olarak ne söyleyebileceğini düşündü.

“Kısa ve boş bir hayattı, arkamda bırakmadığım insanlar benim için üzülmesinler.” ya da “Ölüm sonun başlangıcıdır.” gibi havalı cümleler kurardı belki. Belki de ağzını bile açmazdı bu faşist sistemi protesto etmek için.

Devriyeler gelip de karsisina dikildiğinde hala bunu düşünüyordu. İki adam bir süre hiçbir şey söylemeden ona baktılar. Birbirlerinden hiçbir farkları yoktu. Aynı tip giysiler, ayni tip ölü bakışlar, aynı tip ifadesiz suratlar. Sonra ilk devriye konuşmaya başladı. Sesi metalik, insanlıktan uzak bir tondaydı.

“Gecenin bu saatide burada ne yapıyorsun?”

Kadın alayla gülümsedi.

“Yıldızları izliyorum, bu çöplükten daha iyi görünüyorlar. Ama siz benim mazaramı kapatıyorsunuz memur bey.”

Soruyu soran devriye hiçbir şey söylemedi. Sadece arka cebinden dijital not defterini çıkarıp, bir şeyler not almaya başaldı. Onun yerine ikinci devriye konuştu.

“Adın nedir?”

“N666”

Kadın istemsizce söylemişti adını, daha doğrusu toplumun ona verdiği adı. Asabileşmişti yine fakat oturduğu yerden kalkmadı. Kolunun altında keskin bir acı hissediyordu. Cam kırığıydı herhalde. Poposunu altında da bir muz kabuğu olmalıydı. Kayıp duruyordu. Yine de kalkmadı kadın. Öylece oturdu çöplerin arasında oturdu. Kendini ait hissettiği yerdi burası.

Birinci devriye not aldığı şeylerden kafasını kaldırıp gözlerini kadının kıyafetlerine dikti.

“Üzgünüm ama bizimle gelmelisiniz.”

Kadın üzgünce içini çekti. Yapabileceği fazla bir şey kalmamıştı. “Peki, öyle olsun.” Yavaşça doğrulurken, kolunun altındaki cam parçası etinde derin bir yarık açtı. Kadın aldırış etmedi. Devriyelerin onu kollarından tutmalarına ve bileklerine elektomanyetik kelepçeleri geçirmelerine de ses çıkarmadı. İki adamın arasında yürürken çocukluğunu düşünüyordu.

Sessiz bir çocuktu. Beş yaşında kendisine zeka testi yapılırken bile yeterince konuşmamıştı.Susması aptallığıyla ilişkilendirilmiş ve toplum için yetiştirileceği göreve karar verilirken de buna göre değerlendirme yepılmıştı. Fakat onun suskunluğunun aptallığıyla hiçbir ilgisinin olmadığını kimse anlayamadı.

Susuyordu çünkü farklıydı. Yaşıtları gibi sürekli çalışmak ve beynine bilgi nakledilmesine izin vermek istemiyordu. O hiç görmediği yeşil çayırlarda koşmak, belki de kirlilikten arındırılmış rüzgarlara uçurmasını salmak istiyordu. Fakat toplum baskıcıydı, toplum katıydı. Kalıbına uyduramadığını parçalardı.

Kadının neden farklı olduğunu anlaması uzun yıllarını aldı. Fakat bunu kendi kendine keşfetti. Onun duyguları vardı, kusursuz kararlar alamıyor ve insanca hatalar yapabiliyordu. Diğer insanların aksine o kendini daha insan hissediyordu. Bu konunun üzerine gitti. Duygusuzluk hastalığının nasıl insan oğlunun paçalarına sıçradığını öğrenmek istedi.

Yatağına girdiği bazı büyük insanların işlerine burnunu soktu gizlice. Ve yıldızların bile gerçeklerden iğrenip yüzlerini bulutlara gömdüğü bir gece yıllardır aradığı şeyi buldu. Bir bilim adamının dijital kayıtları olarak somutlatmış gerçekler kadına çarptı.

Araştırma şu cümlelerle başlıyordu: Bazı epilepsi hastalarında beyindeki amigdala bölgesi çıkarıldığında bu hastalarda duygusal körlük oluşuyor. Böyle kimseler çok güzel cümleler kursalar da, robot gibi hiçbir şey hissetmeyen insanlar olup çıkıyorlar.”

Ve sonrasında insan ırkının nasıl kendi insanlığını yok ettiği ayrıntılarıyla anlatılıyordu. İnsan yavruları doğdukları hastanelerde anneden alındığı her seferde rutin bir katliam gerçekleşiyordu. Amigdalaları alınan bireylerin duygulara zaman harcayacaklarına, toplum için zaman harcamaları daha uygundu. Bu yüzden insanlar duygusuz makinelere dönüşüyorlardı.

Kadın ise amigdalasını bir kısmının hala sağlam olmasının, beceriksiz bir hemşire sayesinde duygularının tümünü yitirmediğini bilmenin kendisini daha mı iyi hissettirdiğiyle ilgili kuşkular içerisindeydi.

Bunları öğrendikten sonraki hayatı konusunda fazla bir şey anlatamazdı. Kendini toplumdaki artık olarak hissetmesi ona acı veriyordu. Ve acıyı hissetmeyen diğer insanlara imreniyordu. Fakat aynı zamanda içinde bir yerlerde insan olmanın getirdiği huzur da mevcuttu.

Bir gün kendisi gibi insanların çoğalacağına, daha fazla beceriksiz hemşirenin sağlık merkezlerinde çalışmaya başlayacağına dair ufak bir umudun filizleri hep yeşermişti içinde.

Belki o insanlığın dirilişini göremeyecekti, fakat damarlarında bir yerlerde buna katkıda bulunacağı için garip bir zevk duyuyordu. Yanında duran devriyelere baktı. Sorgu merkezinin önüne gelmişlerdi bile.

Sorguda kimseyi fazla zorlamadı. Çok gizemli bir kadın değildi. Ne olduğunu inkar da edecek değildi. Bir fahişe olduğunu itiraf etmesi toplumun kararının kesin ve çabucak verilmesini sağladı sadece.

İdam günü halka açık meydanda toplanan ifadesiz insanlar, bir ölümü izlemek üzere olduklarının farkında değilmişçesine sıradan davranıyorlardı. Meydanın ortasına kurulmuş ışın makinası, sessiz ve kansız bir ölümü müjdeliyordu. İşlem basitti. Seni sandalyeye bağlıyorlar, beyinciğine gönderdikleri sinyalle bütün hayati mekanizmalarını durduruyorlardı. Sade ve duygusuz bir ölüm.

Kadın, açık havaya çıkıp, makinaya doğru yürürken gökyüzünde güneşin parıldamasını izledi bir süre. Sonra da ardındaki Metropol’e baktı. Beton, üzerine beton, çirkin bir şehirdi. İlerisi, şehrin ötesi belki de çocukların özgürce uçurtmalarını uçurabildikleri çayırlarla doluydu. Fakat kadın bunları göremeyecekti.

Hüzünlü değildi. Ah, hayır hiç hüzünlü değildi. Umutluydu. Makinanın sandalyesine otururken de, elleri bağlanırken de umutla gülümsüyordu. Karşısındaki insanların acınası duygusuzluğu karşısında gülümsedi. Kendisine hakaret edecek “Geber pis fahişe!” diye bağırabilecek kadar bile duyguları yoktu.

Görevli karşısına geçip ona söylemek istediği bir şey olup olmadığını sorduğunda küçük bir kahkaha bile atacaktı neredeyse. Bir süre düşündü, sonra sessizce fısıldadı.

“Dirilişin uğruna ey insanlık!”

Görevli bunu yeterli bulmuş olacak ki makinanın düğmesine bastı. Kadın, kulaklarını yarasaların çığlılarına benzer bir uğultu doldururken, kalabalığın içerisindeki bir yüze bakıyordu gülümseyerek. Bu yüz acıma ve üzüntü ile kasılmış, hüzünlü gözlerle izliyordu olup biteni. Diğer ifadesiz, duvarımsı suratların yanında, adeta ışıldıyordu.

Kadın nefes alamadığını farkettiğinde bile hala gülümsemekteydi. Diriliş yakındı.

Beyza Taşdelen

1996 yılında İstanbul’da doğdum. Fransızca dilinde tamamladığım orta okul ve lise eğitimimin ardından kendimi Galatasaray Üniversitesi Karşılaştırmalı Dil Bilim ve Uygulamalı Yabancı Diller bölümünde Saussure ile didişirken buldum. Şimdilik sözcüklerin neden ve nasıl yan yana geldiğini incelemekten çok onları yan yana koyan kişi olmayı tercih ediyorum.

İnsanlığın Dirilişi” için 4 Yorum Var

  1. Yine yapmışsın yapacağını sevgili black helen 🙂

    Yazdığın hikaye okuyucuyu daha ilk satırlarından itibaren kendine esir ediyor. Kurgusunun güzelliği ve derinliği bir yana okurken insanı düşünmeye ve sorgulamaya sevk etmesi bile başlı başına hayranlık uyandıran bir şey.

    Böylesine güzel ve etkileyici bir hikayenin bu kadar çok yazım hatasıyla gölgelenmesi ise üzücü. Senden daha önce görmediğim kadar çok hem de… Aceleye geldi sanırım? Böyle zamanlarda Word’ün F7 tuşu her derde devadır 😉

    Buna rağmen çok sevdiğim bir hikaye oldu İnsanlığın Dirilişi. Kalemine ve zihnine sağlık…

  2. Bir olay hikayesi yerine tanıtımları az tutup kadının düşüncelerine ve anılarına yer vermen oldukça güzeldi. Böyle anlatımlarda genelde okuyucu ana karakterle kendini daha rahat özdeşleştirebildiği için çekici bir hikaye olmuş. Anlattıkları ve düşüncelerini güzel bir dille anlatmış olman da karaktere, dolayısı ile hikayeye olan saygımı arttırdı.

    Tek eleştirim şuna olacak. Hikaye, beklenti ve umut üzerine. Birgün herşeyin düzeleceğine inanan zeki bir kadının öyküsü anlatmış. Buna rağmen yazarımız baş kahramanı öldürmüş. Nerede umut nerede beklenti?

    Eline sağlık keyifle okudum.

  3. Kesinlikle çok düşündürücü bir öykü. Özellikle kadın ölürken duyguyla ona bakan insan müthiş bir umut unsuru olmuş. Muhtemelen kadın da yeni doğan çocukların beyinlerindeki o bölgeyi -beceriksizlikle- almayan hemşirelerden biriydi ha?

  4. @mit,

    Öncelikle olumlu eleştirileriniz için teşekkür ederim. Bilim kurgu tarzı ilk denemem oldu bu benim, o yüzden de böyle yorumlardan dolayı mutlu oldum. Yanlışlara gelirsek biraz aceleye geldiği için ve Open Office kullandığım için kontrol edemedim maalesef. Bunun için özür diliyorum sizden. Tekrar teşekkürler. 🙂

    @Malkavian,

    Size de teşekkür ederim yorumunuz için. Özellikle yazım tarzım konusundaki yorumunuz benim için önemli.Umut konusuna gelirsek, benim vermek istediğim umut biraz daha geniş zamanla ilgili. Ölmeden önce kendisi gibi bir insan görmenin de umut verici olduğunu düşünüyorum ben. Ölümü burada benim için bir şeylerin yoluna girmesi için ödenen bedelleri hatırlatıyor. Yorumunuz için tekrardan teşekkür ederim.

    @Eylem Yurtsever

    Hikayemi okuyup yorumladığınız için teşekkürler. O insanın gözünüze çarpmasına sevindim ayrıca 🙂 O kadının hayattaki rolünü hiç düşünmedim ama bu sizin hayal gücünüz o yüzden neden olmasın ? 🙂

Black Helen için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *