Öykü

Istıraplar Dünyası

Gözün göremeyeceği kadar siyah, o denli karanlık bir oda. İçeride onlarca ceset var: Kadınlar, erkekler ve çocuklar. Bazılarının üzeri tamamen siyah bir kumaşla örtülüyken aynı kumaş bir oğlanın boynuna kadar çekilmiş ve yüzü açıkta; morumsu bir beyaz; dudakları aralık ve çıplak vücudunun her yanı kadar soğuk. Odanın dışından gelen yürek burkan kadın sesi olmasa burası bir kitap kadar sessiz olurdu; ama dışarda ağlayan bir kadın var.

* * *

“Üzgünüm leydim. Ama onu daha fazla burada tutamayız.”

Ploria başını yavaşça kaldırırken ağlamaktan kızarmış gözlerindeki tüm damarlar seçiliyordu. “Parasını ödeyebilirim,” dedi. “Sadece bir gün daha.”

“Acınızı anlıyorum leydim ama onu zaten bir haftadır burada tutuyoruz,” dedi Ceor. Bunu söylerken koridorun karşısında uyuyan adama tedirginlikle baktı. Sonra Ploria’ya döndü. “Biliyorsunuz. Sadece ilk gün…”

Ploria, “Ben hiçbir şey bilmiyorum,” diye kesti adamın sözünü.

Acılı kadının yüzündeki ifadeden çekinen yaşlı adam onu baştan aşağı süzdü. “Leydim…”

“Bana doktoru çağır.”

“Doktor bey şu an…”

Ploria hızla ayağa kalktı. “Bana doktoru çağır dedim! Konuştuğum dili anlamıyor musun?”

“Burada bekleyin,” dedi Ceor sağ elini kaldırarak. “Çağırıyorum.”

Ceor beyaz koridorda yaşından beklenilmeyecek kadar hızlı adımlarla gözden kaybolurken Ploria morgun kapısına dayandı. Kaç gündür doğru düzgün bir şey yememiş ve uyumamıştı.

Beklediği morgun girişinde karşıda uyuyan adam haricinde yalnızdı. Sağ avucunda sıkılmaktan rengi açılmış mavi bir mendil vardı ve başında da siyah bir örtü. Tıpkı oğlumun üzerine örtükleri gibi, diye düşündü ve hızla çekti örtüyü. Örtü saçlarından kurtulurken beraberinde birkaç tel saçı da koparmıştı, geride küçük bir sızı kaldı. Başını ellerinin arasına aldı ve morgun metal kapısının önüne çöktü. Başörtüsü yere düşerken tekrar ağlamaya başladı. Burası ne kadar da soğuktu. İçerisi daha da soğuk. “Onu bana geri ver lanet olası. Oğlumu bana ver.” Morgun demir kapısına çarpan yumruğu geride boğuk ve çınlayan bir metal sesi bıraktı. Sonra gözlerini kapattı. Dünya artık olması gereken renkteydi; sonsuz koyu bir siyah.

* * *

Bir ses. Beyninde uğuldayan sonsuz bir tını. ‘L,’ sesi gibi ama tiz.

Tekrar aynı ses. Ne oluyor? Kara sislerin arasında, sonsuz ve bir o kadar boş bir hiçliğin ardında yükselip alçalan abes bir ses? Omuzunun üzerine baskı yapan bir şey. Benden ne istiyor?

“LEYDİM.”

Ploria gözlerini aralamaya çabaladı. Çok zordu. Biri sanki kara bir iplik ve paslı bir iğneyle birbirine dikmişti göz kapaklarını.

“Leydim, uyanın.”

Ploria hızla gözlerini açtı. Kanlı gözleri bir an için parıldadı. “Uyandı mı?” diye haykırdı. “O iyi mi?”

“Bayan Ploria,” dedi doktor. “Yorgunsunuz. Gelin beraber yukarıya çıkalım ve size sıcak bir oda bulalım.”

Ploria elini avucunda sıkılı mavi mendiliyle çenesine götürdü. “Burada kalmasına izin verecek misiniz?”

“Evet,” dedi doktor, Ploria’nın sol kolunu kavrarken. Düşmemesi için kadını sıkıca tuttu ve kaldırdı. Onu yavaş adımlarla koridorda ilerletti. Ploria doktorun omuzuna dayanmış koridorda ilerlerken bir ceset kadar kuruydu ve sendeliyordu.

* * *

Ploria gözlerini açtığında her şey, her yan, her yön beyazdı. Siyah olmalıydı, diye düşündü. Hastanelerde beyazın ne işi olur? İnsanların acısından şehvet duyan habis iblisler misali etrafını saran, kanını emmek isteyen beyazın tek ve kör edici tonu… Başlı başına adilik.

Ne kadar rahat uyumuştu. Kendinden utandı. Oğlu orada kuru metalin üzerinde, üstüne bürünmüş siyah bir örtüden başka hiçbir şeyle yatarken burada yumuşak ve beyaz yatağın üzerinde uyumak… Ben nasıl bir anneyim? Bir anne çocuğunu ölümün sanrısından çekip alamıyorsa başka ne yapar? Bir tanrı annelerden önce çocuklarını alıyorsa… Ölümün sırası olmalıydı. Anneler çocuklarını gömmemeli, çocuklar çocuklarını görmeliydi. Yoksa adalet neredeydi? Bir kuytuda çocuklar tarafından tekmelenen sokak köpeğinin yanındaydı adalet; onunla birlikte, onunla aynı, onun üzerinde. Adalet bizi ardı ardına tekmelerdi, tekmeleyecekti.

Yatağında doğruldu. Baş ucunda duran sehpaya bir göz attı: Üzerinde bir çorba kasesi ve iki dilim ekmek olan metal bir tepsi, yanında temiz cam bir bardakta su, yanında katlanmış beyaz bir peçete. Titreyen eliyle suya uzanırken kemikleri seçilen eline baktı. Zayıflamıştı. Önemli değildi. Suya uzandı ve bir yudum aldıktan sonra tekrar yerine koydu.

Oda sessizdi; karşı duvarda bıkmadan usanmadan çalışmaya devam eden, 07.42’yi gösteren beyaz saattin çıkardığından başka hiçbir ses yoktu.

Beyaz saat, beyaz perdeler, beyaz kapı, beyaz zemin, beyaz duvarlar, beyaz tavan, beyaz yatak, beyaz çarşaflar… Her şey beyazdı. Sessiz bir küfürü diline yaydı Ploria. Sonra kapıya baktı. Kapıyı açıp çıkarsa bu odadan, tekrar gerçek dünya onu yutacaktı; karanlık, simsiyah bir dünya. Yedi gün. Yedi gündür uyanmamıştı oğlu. Bu gün ise sekizinci gündü ve artık onu tutmak istemeyeceklerdi. Ne yapacağım? Çocuğunun uyanacağı yönünde bir umudu kalmamıştı artık. Ama izin vermeyecekti. Belki de o televizyondaki adam…

Yataktan yavaşça indi ve usul adımlarla odada ilerledi, beyaz kapının tam karşısında durdu. Güçlü olmalıydı. Kapı koluna uzandı, soğuk metali tuttu ve çevirdi. Kapı gıcırtılarla açılırken hastane koridorundan gelen boğuk bir uğultu kulaklarını doldurdu ve de keskin bir ilaç kokusu sızlattı burnunu. Koridorda yürümeye başladı. Sağ tarafta koridor koltuğunda uyuyan yaşlı bir adam vardı. Ploria geçerken de uyanmadı. Yürümeye devam etti Ploria. Biraz ilerde başka bir koltukta oturan genç bir kadın vardı. Eteğine sıkıca yapışmış üç-dört yaşlarındaki bir kız yanlarından geçerken Ploria’yı korkulu gözlerle süzüyordu. Ploria bakmadı kıza, yürümeye devam etti. Ve başka insanlar, onlarcası; hepsinin yanından bir ölü edasıyla geçti. Bu hastane denen, insanı iyileştirdiğinden çok hasta eden illetli yerde deva umanlar. Hepsini ardında bırakıp yazmanın karşısında durdu Ploria. “Bakar mısınız?” dedi kadına.

“Bayan Ploria,” dedi yazman kadın. Üzerinde beyaz bir üniforma vardı, saçları arkasında toplanmış, yüzü makyajlıydı. “Doktor Kreel, uyandığınızda odasına gitmenizi söylememi istemişti. Bu arada hiç iyi görün…”

Ploria konuşmaya devam eden kadını geride bırakarak doktorun odasının yolunu tuttu. Etrafında benzer dertler, benzer yüzler, benzer iniltiler vardı. Bu Dema denilen illet önce şehri sonra ülkeyi ve en sonunda da dünyayı günler içinde sarmış, nice canlar yakmıştı. Ölümler hızlı ve aniydi. Ölümlerin arkasındaki sebebin bulunması bile günler sürmüş, o günlerde binlerce insan ölmüştü. Hastalar önce öksürmeye başlıyor sonra nefes alamadıklarını iddia ederek oldukları yere yığılıyorlardı. Çaresizlik dört bir yanı sarmış, insanlar hastanelerden medet ummuştu ama boşunaydı; doktorlar da en az diğer insanlar kadar çaresizdi. Ancak bundan dokuz gün önce, yani oğlunun öldüğü günden bir gün önce, bir doktorun videosu tüm kanalları, tüm ağları sarmış, ardında küçük bir umut ışığı bırakmıştı.

“Gömmeyin,” diye haykırmıştı doktor. “Ya da yakmayın. Ya da ölülerinize ne halt ediyorsanız artık yapmayın.” Videonun aceleyle çekildiği belliydi. “Ben de ilk başta herkes gibi umutsuzluğa kapılanlardanım,” demişti doktor. “Gözlerimin önünde babam, ardından da eşimi aldı bu hastalık. Ne yapacağımı bilemedim. Kendimi iki cesetle birlikte bir odaya kapattım. Çalışmalarım sonuç vermiyordu. Günümüz tıbbının yeterli olmadığını düşünmeye, umudumu yitirmeye başladığım sırada… …dün bir mucize oldu.” Ardından kamerayı bir kadına çevirmişti. Kadın bir yatakta solunum cihazına bağlı bir şekilde, ölü edasıyla yatıyordu. “Karım,” demişti doktor. Dün bu saatlerde ölmüştü ama işte görüyorsunuz şimdi burada ve daha da iyi olacak. Sadece zaman gerekiyor; kısa bir zaman.” Doktorun akli dengesi yerinde değil gibiydi. Konuşurken gözlerini sonuna kadar açıyor ve ses tonunu kontrol edemiyordu. “Muhtemelen bana inanmıyorsunuz; ama ben şuan konuşurken bile ürettiğim ilaç çoğaltılmaya devam ediyor ve hastanelere dağıtılıyor. Ancak ne kadar uğraşırsam uğraşayım babamı hayata döndüremedim. İnsanları ölümünün ilk gününde büyük oranda hayata döndürebiliyoruz. İkinci gün ise çok düşük bir kısmı kurtulabiliyor. Ama daha önce ölenler için şuan umut yok. Ben bile onları döndüremiyorum… Üzgünüm.”

Video bu sözlerin ardından aniden son buluyordu. İnsanların çoğu daha video son bulmadan hastanelere akın etmişti. Ploria ise çocuğuna sıkıca sarılmış, hastalığın başlamasının ilk gününde kapandığı evinden dışarıya bir adım dahi atmamıştı ve eve kimseyi almamıştı. Dışarda hastalığa yakalanıp ölenlerin arasında eşi de vardı lakin onu gömmeye gitmemişti. Kocası Deawa’dan gelen telefonu açtığında dakikalarca süren bir öksürük silsilesini duymuştu Ploria. Adam belli ki son kez ailesinin sesini duymak istemişti. Ploria ise ağlamaktan konuşamamış, oğlu Lian duymasın diye yan odaya kaçmıştı. Muhtemelen kocasının cesedi, sokaklarda aniden ölen diğer insanların cesetleriyle birlikte görevliler tarafından toplanmıştı. Açılan devasa çukurlara yığılan binlerce ceset kireçlemenin ardından gömülüyordu, televizyonda verilen bazı yayınlarda.

İmkânsızdı, diye düşündü. Evimden hiç çıkmadım, içeriye kimseyi almadım, kocamın cesedini almaya bile gitmedim. Lian’ın hastalanması imkânsızdı.

Ama oğlu ölmüştü; babasının ölümünün ardından üç gün sonra o da can vermişti. Lian sonsuz bir anmış gibi gelen bir süre boyunca öksürürken gözlerinden yaş süzülmüş, Ploria ise korkma diyebilmişti sadece. Annen yanında, korkma. Başka hiçbir şey yapamamıştı.

Beyaz kapıyı yavaşça üç defa tıklatarak odaya girdi. Kreel, Ploria’yı görünce usulca ayağa kalktı; yorgun görünüyordu. “Bayan Ploria,” dedi. “Bende sizi bekliyordum. Buyurun oturun.”

Ploria doktorun gösterdiği koltuğa yerleşirken doktor da koltuğuna oturdu. “Sizinle açık konuşacağım,” dedi. “Acınızı anlıyorum demek isterdim ama anlayamam, sadece tahmin edebilirim. Bu yüzden size ölüm bir son değildir gibi saçma sapan teselli sözleri sarf etmeyeceğim. Ya da size iloralar gibi cennet cehennem nutukları da çekmeyeceğim. Ben bir doktorum ve benim işim insanları hayatta tutmak; öldükten sonra nereye gideceklerini düşünmek değil.” Bir an durakladı, sonra devam etti, “Ama artık ölüleri hayata döndürmek de işlerimden biri oldu.” Ploria’ya bir şey demesini bekliyormuş gibi bir bakış attı.

“Anlamıyorum,” dedi Ploria. “Benim buraya bunun için geldiğimi mi sanıyorsunuz? İşinizin ne olduğunun umurumda olduğunu mu sanıyorsunuz? Tek umurumda olan Lian ve şuan onun için hiçbir şey yapmıyorsunuz. Size nutuk çekmeyeceğim derken bile beni nutuklarınızla teskin etmeye çalışıyorsunuz.”

“Hayır,” dedi Kreel başını sağa sola sallayarak. “Beni yanlış anladınız. Söylemek istediğim ben bir doktorum ve işim bu. Oğlunuzun ölümünün üzerinden sekiz gün geçti ve geri dönmesi maalesef mümkün değil. Bunu biliyorum.”

“Mümkün değil mi?” dedi Ploria kaşlarını çatarak. “Daha düne kadar kaç tane ölüyü hayata döndürdünüz Bay Kreel? Hiç, değil mi? Bir haftadır ise tek yaptığınız bu ve gelmiş bana imkânsız mı diyorsunuz?”

“Bayan Ploria…” dedi doktor içini çekerek. “…hiç pencereden dışarıya baktınız mı? Dünyanın ne hale geldiğini biliyor musunuz? Ayağa kalktı, perdeyi sonuna kadar açtı. Oda güneş ışığıyla dolarken “Bakın,” dedi Kreel.

Ploria eteklerini toplayarak doğruldu ve pencerenin yanına kadar yürüdü. Pencereden baktığında ise gördüğü şey oğlu öldüğü günkü dünyayla aynı değildi. Hastane bahçesinde binlerce insan vardı ama çok azı ölüydü. Kalkanlı düzinelerce polis onları geride tutmak için çabalıyordu. Diğer manzara ise daha ürkütücüydü. Şehrin her yanından kara dumanlar ve alevler seçiliyor, gökyüzündeki onlarca helikopter etrafta daireler çiziyordu.”

“Bunlar da ne demek oluyor?” dedi Ploria.

“Artık insanlar ölülerini düşünecek lükse sahip değil,” dedi Kreel. “Onları hayata döndürmekten öte kendilerini düşünüyorlar. Hastane yakınlarında olmanın kendilerini kurtaracağı sonucuna vardılar sanırım; o yüzden büyük kısmı hastanelere akın etti. Tabii ki içeriye girmelerine izin vermiyoruz; onun yerine ölürlerse döndürüleceklerini vadediyoruz. Onlarsa sadece bekliyorlar. Tabii bazıları o kadar sabırlı değil. Ölenleri görevlilerle hastaneye aldırıyoruz ama tedavi için yeterli ilacımız yok maalesef. Dr. Yezzen’ın ürettiği ilaçlar kısıtlı; hastaneye gelen on insandan ancak birine yetecek kadar. O yüzden geçmişlerini araştırıyoruz. Kim olduklarına, toplumdaki sınıf sırasına ve yaşlarına göre eleyerek onları hayata döndürüyoruz. Sanırım en âdil olan bu.”

Hayır, bu hiç de adil değildi ama önemli değildi. Ploria doktora döndü. “Bay Kreel,” dedi. “Dr. Yezzen’ın video kaydını hatırlıyor musunuz? Son cümlelerini?”

Kreel başıyla onayladı.

Ploria “Daha önce ölenler için şuan umut yok. Ben bile onları döndüremiyorum. Üzgünüm,” diye hatırlattı doktorun sözlerini. “Şuan umut yok. Bu olmayacağı anlamına gelmiyor. Oğlum ölmedi. Bu hastalıktan ölenlerin hiçbiri gerçek manada ölmedi. Eğer gerçekten ölmüş olsalar bir gün değil bir saat sonrasında bile döndürülemezlerdi.”

“Belki,” dedi Kreel.

“Bir konuşmanızda Dr. Yezzen’i tanıdığınızı ima etmiştiniz,” dedi Ploria. “Onunla konuşmam gerek. Onu gerçekten tanıyor musunuz?”

“Tam olarak tanıdığım söylenemez,” dedi Kreel, bakışlarını Ploria’dan pencereye çevirirken. “Telefon numarasını bulabilirim sanırım.”

Ploria’nın gözleri parladı, “Karşılıksız bırakmayacağım,” dedi.

“Sizi biraz bekletmem gerekecek,” dedi Kreel kapıya doğru yönelirken. “Bu arada Ceor’dan size kahvaltı ve kahve getirtmesini rica edeceğim. Bu sefer yemeye çalışın lütfen.” Sonra odadan ayrıldı.

Bir saat kadar sonra doktor odaya girdiğinde Ploria’nın kahvaltı tepsisi neredeyse boştu. Doktor hafifçe tebessüm ederek, “Birkaç eski dostu aradıktan sonra size numarasını bulabildim,” dedi. “Ama ne kadar meşgul olduğunu tahmin edersiniz. Cevap vermesi bile pek mümkün değildir sanırım.”

Ploria hızla doğrulurken, “Denemeliyim,” dedi. “Umudun küçüğü büyüğü olmaz,” ve telefonunu çıkardı. Doktorun uzattığı kâğıt parçasında yazan numarayı çevirdi. Telefon çalmaya başladığında son iki haftadır yüzüne yabancı olan bir gülümseme Ploria’nın çehresini süslüyordu. Ancak sonuna kadar çalan telefonu açan olmadı. Pes etmedi Ploria; tekrar aradı. Sonuç değişmedi. Yedinci aramasından sonra Dr. Kreel “Belki mesaj bırakmalısınız,” dedi. “Size dönecektir.”

Ploria dönmeyeceğini biliyordu. “Hayır,” dedi. “Mutlaka açacaktır.”

“Peki…” dedi doktor. “…umarım açar. “Orada şarj makinası var,” dedi, bilgisayar masasını işaret ederek. “Eğer bir ihtiyacınız olursa çekinmeyin.”

* * *

Kreel’in odadan ayrılmasının üzerinden neredeyse yedi saat geçmişti ama Dr. Yezzen hala telefonunu açmamıştı. Kreel bu süre zarfında birkaç kez odaya gelmiş ve Ploria için yiyecek bir şeyler getirmişti. Hepsi masada olduğu gibi duruyordu. Ploria ısrarla denemeye devam etse de artık başı ağrıyor ve elleri titriyordu. Tekrar, diye düşündü Ploria. Aramaya devam etmeliyim. Ama vücudu izin vermedi. Telefon parmaklarının arasından usulca kaydı ve ahşap zemine düştü. Telefonla birlikte Ploria’nın başı da masaya düştü ve uykuya daldı.

* * *

Ploria çalan telefonun sesiyle uyandı. Bu hayatında duyduğu en güzel sesti. Hızla telefonu yerden aldı ve “Alo,” dedi.

“Buyrun,” dedi telefondan gelen kalın erkek sesi. “Kimsiniz?”

Bu oydu, televizyondaki adamın sesiydi. “Ben…” dedi Ploria halsiz ve titreyen sesiyle. “…bir anneyim. Lütfen kapatmayın ve beni dinleyin.”

“Dinliyorum.”

“Oğlum sekiz gündür uyanmadı,” dedi Ploria. “Tek umudum sizsiniz. Ne yapacağımı bilmiyorum.”

“Maalesef yapabileceğim bir şey yok,” dedi Yezzen. “Üzgünüm.”

“Sizden denemenizi istiyorum,” dedi Ploria. “Masrafları ve ücretinizi fazlasıyla karşılayabilirim. Bana sadece adresinizi verin ve onu size getireyim.”

Telefondan bir müddet ses gelmedi. Sonra “Artık paranın değeri kalmadı,” dedi Yezzen. “Dünya ölüyor. İnsanlar marketleri yağmalıyor, hastaneleri ateşe veriyor. Başkan istifa etti. Ordu kaosa engel olamıyor. Hükümetlerin geri kalanı da en az diğerleri kadar çaresiz ve siz bencilce kendinizi mi düşünüyorsunuz?”

“Bencilce kendimi mi düşünüyorum?” dedi Ploria hışımla. “Ben oğlumu düşünüyorum lanet olası. Senin gerçek yüzünü görmediğimi mi sanıyorsun? Benim de diğer insanlar kadar aptal olduğumu mu sanıyorsun? Durup dururken insanların başına bir hastalık musallat olur ve kahraman bir doktor çıkar ve devasını bedavaya dağıtır.”

Yezzen kıkırdadı, “Hayal gücünüze hayran olmamak elde değil,” dedi.

“Neyin ne olduğu umurumda değil,” dedi Ploria. “Bana oğlumu geri ver ben de karşılığını fazlasıyla ödeyeyim. Eğer denemezsen adresini bulur ve seni öldürürüm!”

Doktor tekrar kıkırdadı. “İşte…” dedi. “…şimdi gerçekçi konuşmaya başladık. Sekiz gün oldu demiştiniz değil mi?” Ploria’nın yanıtını beklemeden bir adres verdi. “Çocuğu bu adrese getirin,” dedi. “Oğlunuzu tekrar ayakta göreceksiniz.” Sonra telefon hızla kapandı.

Son Deyiş

Yezzen, masasındaki solunum cihazına bağlı oğlanı baştan aşağı süzdü. Yapılması gereken çoğu işlem bitmiş sadece birkaç adım kalmıştı. Annesi ne kadar da inatçıydı. İşlemi izlemek istemiş, Yezzen ne söylerse söylesin dışarıda beklemeyi kabul etmemişti. Önemli değildi.

Yezzen başındaki kadına küçük bir tebessüm gönderdi. Sonra masadaki şişeciğin içinden bir adet hap çıkardı. Eserine baktı. Ne kadar da güzeldi. Yıllarını almıştı ama artık bitmişti, parmaklarının arasındaydı; gerçekti. Yezzen bu küçük siyah şey sayesinde şimdi bir kahramandı. Dünyanın iflah olmaz hastalığına deva bulan kişi Ord. Prof. Dr. Yezzen Helfors; ama Yezzen unvanları ya da kahraman olmayı istemiyordu.

Oğlan sekiz günü aşkın zamandır hayatta değildi ve onun için hapın içeriğinde ufak değişiklikler yapmıştı Yezzen. Hapı eldivenli iki parmağının arasında ezdi ve yüksek dozda adrenalinin içine bıraktı. İlacın sıvıyla bütünleşmesini izledi. Tamamen renksiz hale gelene kadar bekledi ve büyükçe bir enjektöre çekti sıvıyı. Enjektörü oğlanın başucuna bıraktıktan sonra saatine bir göz attı. 23.51’i gösteriyordu. Dokuz dakika, diye düşündü. Sonra gülümsedi.

“Ploria neyi bekliyorsunuz,” diye çıkıştı.

“Zaman,” dedi Yezzen ivediyle Ploria’ya dönerken. Dudaklarını büzdü, gözlerini devirdi. “Zaman önemlidir Bayan Ploria. Zaman hakkında çok düşünürüm ben. Siz de düşünür müsünüz?” Sonra Ploria’nın yanıt vermesini beklemeksizin sürdürdü. “Zaman her şey midir Bayan Ploria? Hayır, hayır. Zaman çoğu şeydir ama her şey değildir. Güvenilmezdir. Eğer bir gün ölürseniz ardına bile bakmadan sizi terk edecektir. Öldüğünüz vakit sizin için işlemez olur.” Sedyede yatan oğlanı işaret etti. “Çocuklarımız bunun için var, değil mi? Kitaplarımız ya da diğer yapıtlarımız gibi? Peki onlar olmasaydı. Çocuklar, kitaplar, dinler, isimler, unvanlar ve niceleri. Bunların hiç biri olmasaydı. O vakit biz ne olurduk? Zamanın akmasını önemser miydik? İşte,” dedi, işaret parmağını kaldırdı. “Görüyor musunuz Bayan Ploria? İroniyi algılayabiliyor musunuz?” Kıkırdadı. “Bu karmaşık sanılan ama komik denecek kadar basit olan düzeni idrak edebilmek için delegasyonlar oluşturmaya gerek yok.”

“Kendinizi ne sanıyorsunuz,” diye çıkıştı Ploria. “Siz kibirli bir mahlûktan öte değilsiniz. Düşünebilen tek varlığın kendiniz olduğunu mu sanıyorsunuz? Diğer insanların aptal olduğunu? Çoğu öyledir ama hepsi değil. İnsanları tırmanmaya sevk eden şey zaman değildir Bay Yezzen. Zaman sadece kaygıdan ibarettir. Bizi iten şeyse duygularımızdır, daha keskin olanları: Keder, sevinç, yeis, acı ve nicesi. Kaygı hafif bir meltemden öte değildir.”

Doktor gözlerini kıstı. “Bayan Ploria. Ploria, ne kadar güzel bir isim,” dedi. “Neredeyse bir şiir… Hayır, hayır. Şiirlerden nefret ederim. Güzel bir koku gibi diyelim; şarap kokusu gibi. Neyse,” dedi elini umursamazca sallarken. “Sanırım size âşık oluyorum Bayan Ploria. Sizinle tartışmak, kendimle sevişmek gibi. Mümkün olsaydı kendimle sabahlara kadar sevişmek isterdim.” Muzipçe kıkırdadı. “Yani sizinle sabahlara kadar tartışmak isterdim; ama maalesef tanışmak için yanlış günü seçtik Bayan Ploria.” Kolunu kaldırdı, saatinin camına birkaç kez vurdu. “Zaman. Görüyor musunuz? Bizim küçük duygu kırıntımız yine yolumuza taş koyuyor. Ama birkaç kelamlık vakit var sanırım. Ne diyorduk? Ah, evet. Duygular. Size duyguları gerçek manada keşfettiğim günü anlatabilir miyim Bayan Ploria? Küçük bir hikâye?” Ploria’dan yanıt beklemeksizin devam etti.

“Bundan yıllar evvel ortalama sizin oğlunuz yaşlarında bir kız için ameliyata çağırılmıştım. Küçük bir operasyona ihtiyacı vardı ama acildi. Beni apar topar odamdan çıkardılar ve neşteri titreyen ellerime tutuşturdular. Sarhoştum; neşteri doğru düzgün tutmayı bırakın düşüncelerimi bile düzene sokabilecek durumda değildim. Zavallı çocuğu sedyeden kaldırdıklarında cansızdı. ‘Kibirli bir mahlûk,’ demiştiniz Bayan Ploria. Evet, ben tam olarak oyum. O yüzden sarhoş olduğumu, ameliyata girebilecek durumda olmadığımı söyleyememiştim. Ben Profesör Doktor Yezzen Helfors’tum ve bu bana yakışmazdı. Çocuğun annesini hatırlıyorum Bayan Ploria. Hastane koridorlarında yankılanmıştı çığlıkları; benimse hala zihnimde yankılanır. Böyle bir suç yüzünden meslekten ihraç edilmem gerekirdi ama edilmedim. Ben sustum, arkadaşlarım sustu, o kadın haricinde herkes sustu ve sorun çözüldü.”

“Hep cam bir fanusun içinde olduğumuzu düşünmüşümdür Bayan Ploria. Devasa bir şeyin fanusun gerisinden bizi izlediğini, sahte bir gerçekliğin içinde hapsolduğumuzu falan. İşte tüm bu sahtelikler içinde gördüğüm gerçeğe en yakın şey, o kadının acısıydı. Bu gerçeklik karşısında iki büklüm oldum, neredeyse kamburlaştım. Siz bana o kadını hatırlatıyorsunuz Bayan Ploria. Kibrim yüzünden o kadından özür dilemeyi bile kendime yedirememiştim ama gıyabında sizden özür dilemek istiyorum. Ama yetmez. Dünyanın kendisi ve tüm insanlar bir özrü hak ediyor.”

Tekrar saatine baktı doktor. “Neredeyse,” dedi. Gülümsedi. Sedyede yatan oğlanın başına bıraktığı enjektörü aldı ve oğlanın kalbine sapladı, sıvıyı enjekte etti. Sonra küçük bir düğmeyi çevirdi ve oğlan vücuduna giren yüzlerce voltluk cereyanla sarsılmaya ve kasılmaya başladı. Ploria ise korkuyla çarpılmış bakışlarını oğluna dikmişti.

Doktor birkaç adım geri çekildi ve Ploria’nın yanında durdu “Benim hiç çocuğum olmadı Bayan Ploria,” dedi. “Bunun için zamanım yoktu. Ama dakikalar sonra milyonlarcasının doğumuna şahit olacaksınız.”

Ploria konuşmadı, pürdikkat oğlunu izliyordu. Oğlanın parmakları hafifçe kıpırdadı, ardından da sol bacağı seğirdi. Sonra gözleri aralandı. Ancak o gözlerde bir gariplik vardı; üzerlerine beyaz birer perde peyda olmuştu ve açık bir mor renge bürünmüşlerdi.

Ploria’nın hiddetinden gözleri karardı. Yezzen’e döndü ve “Oğluma ne yaptın,” diye tısladı.

“Ona hayat verdim Bayan Ploria,” dedi Yezzen. “Döngünün son basamağını tırmanması için Lian’a amaç verdim.”

Ploria çocuğa koştu. Solunum cihazını söktü ve oğlana sarıldı. “Lian,” dedi. Sonra çocuğun yüzünü avuçlarının arasına aldı, “Yanındayım,” dedi. “Annen burada.”

Oğlan kendine sarılan kadını umursuyormuş gibi değildi. Başını sağa doğru çevirdi ve havayı kokladı.

“Oğlandan uzaklaşmalısınız Bayan Ploria,” dedi Yezzen. Şuan idrak aşamasında ama bu uzun sürmeyecektir.”

Ploria usulca Yezzen’e döndü. Adamı baştan aşağı süzdü. Sonra koltuktaki çantasına yöneldi ve ivediyle açtı çantayı. Sağ elini çantasından çıkardığında o elde bir silah vardı. Tabancayı Yezzen’e doğrulttu, “Onu bu hale sen getirdin,” dedi, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Oğlumu bana geri ver yoksa…”

Yezzen üzerine doğrultulan silahtan ürkmüş gibi görünmedi. “Üzgünüm Bayan Ploria…” dedi. …ama ben bir Tanrı değilim. Ona verebileceğim tek hayat bu hayattı, onu da verdim.”

Ploria’nın silahı tutan eli hafifçe titriyordu. “Sen…” dedi eli kadar titreyen sesiyle.

“Acı,” diyerek kadının sözünü kesti Yezzen. “Sizi ne hale getirdiğini görüyor musunuz? Size neler yaptırabileceğini kestirebiliyor musunuz? Tüm acılara son verebileceğinizi düşünün. Elinizden gelse bacağı kopuk bir hayvana bir kurşun hediye etmez miydiniz? Istırabına son vermek için? Benim yaptığım da bundan farklı değil emin olun. Bu dünyanın ıstırabına katlanamıyorum Bayan Ploria. Savaşlara, katliamlara, açlığa, sefalete, para ve mevki derdine düşmüş ahlaksızların hükmüne, yanlı politik hiyerarşiye ve nice pisliklere. Bir insan bunlara nasıl katlanabilir? Katlanıyorsa en adi pislik değil midir? Benden bile daha pislik? Bu dünyadan siz de tiksinmiyor musunuz Bayan Ploria? Tiksindiğinizi biliyorum; gözlerinizde ayan beyan görüyorum.”

Kanepede duran kumandayı aldı, karşı duvarda asılı duran geniş ekran televizyonu açtı. Karanlık sokaklarda insanüstü hızla hareket eden yüzlerce ceset vardı ekranda; etraflarındaki canlı olan her şeye saldıran yüzlerce yaratık.

“Çocuklarım…” dedi Yezzen kollarını yana açarak. “…bu dünyanın ıstırabına son verecekler. Acılar son bulduğu vakit ise onlar da yitip gidecekler.”

Ploria doktorun sözlerinin ardından derin bir nefes aldı. Ve çekti tetiği. Kurşun göğsünü delip geçtiğinde Yezzen yarasını eliyle yokladı, sonra başını kaldırdı ve insanlığa son bir tebessüm bahşetti. Ardından yere yığıldı.

“Istırabınız son bulsun Bay Yezzen,” diye fısıldadı Ploria. Sonra oğluna döndü. Çocuk başıyla daire çizerek birkaç kez havayı kokladıktan sonra aniden durdu. Yüzü Yezzen’e kilitlendi ve hızla atıldı. Yezzen’in cesedini boş gözlerle süzdü ve sağ eliyle yokladı. Ardından adamın kanlı göğsünden bir ısırık aldı.

Ploria ise iki dizinin üzerine düştü ve haykırarak ağlamaya başladı. Zihni paramparçaydı. Midesine bıçaklar saplanıyor, kalbi göğsünü tırmalıyordu. Saçlarını yolmak kendine gelmesine yetmedi. Neden sonra başını kaldırdı ve Yezzen’in cesedinden beslenen oğluna baktı. Onu bu halde bırakamazdı. Gözündeki yaşları silmeye yeltenmeden tabancayı yerden aldı ve yavaşça doğruldu. Silahı oğlunun başının arkasına yöneltti; titreyen elini bin bir zorlukla hizaya soktu. Ve çekti tetiği. Çocuğun bedeni Yezzen’in üzerine yığılırken elindeki tabancanın yere düşmesine izin verdi Ploria. Ardından kendini de yere bıraktı. Çocuğunun cansız bedenini kavradı, onu Yezzen’in üzerinden aldı ve göğsüne bastırdı. Bir müddet sol eliyle çocuğun saçını okşarken boş duvarı izledi. Ardından tabancaya uzandı ve silahı alnına dayadı. “Annen burada,” diye fısıldadı oğlunun kulağına. Ardından çekti tetiği.

-SON-

Osman Eliuz

Yazım sanatının her türünü okuyor, deniyorum. Hangi tür olursa olsun gerçeğin kıyısında gezen anlatıları seviyorum. Üslubum genel olarak karaktere yaslanır. Olaydan öte hikaye ediş ilgimi çeker. Sanırım bendeki sıradan bir öyküde renk bulma çabası, yahut ona bir renk uydurma çabası. Yazmanın yakamı bırakmayacağı besbelli, o açıdan direnmeye lüzum görmüyorum.

Istıraplar Dünyası” için 10 Yorum Var

  1. Merhabalar, güzel ve başarılı bir çalışma olmuş. Ellerinize sağlık beğendim. Yanlış anlamanızı istemem. Keyifle okudum. İzninizle birkaç şeye değinmek istiyorum;
    — “Sağ avucunda sıkılmaktan rengi açılmış mavi bir mendil vardı” mendil sıkılarak rengi açılır mı? Yıkanmaktan rengi açılmış desek sanki daha uygun düşüyor.

    — “Evet,” dedi doktor, Ploria’nın sol kolunu kavrarken. Düşmemesi için kadını sıkıca tuttu ve kaldırdı. Onu yavaş adımlarla koridorda ilerletti. Ploria doktorun omuzuna dayanmış koridorda ilerlerken bir ceset kadar kuruydu ve sendeliyordu. ” Birçok yerde bayan Ploria art arda geliyor ve bu durum öyküyü okurken rahatsızlık duymama neden oldu. Naçizane fikrime göre Mesela yaslı kadın, oğlu kaybetmiş hanımefendi vs gibi kelimeleri kullanabilirdiniz.

    — “Bir kuytuda çocuklar tarafından tekmelenen sokak köpeğinin yanındaydı adalet; onunla birlikte, onunla aynı, onun üzerinde. Adalet bizi ardı ardına tekmelerdi, tekmeleyecekti.” Bana göre cümle şu şekilde olsa daha güzel duracak; “Bir kuytuda çocuklar tarafından tekmelenen sokak köpeğinin yanındaydı adalet. Adalet, bizimle birlikte, aynı onun gibi bizi ardı ardına tekmelerdi ve tekmeleyecekti.” sanki daha uygun oldu gibi.

    — “Beyaz saat, beyaz perdeler, beyaz kapı, beyaz zemin, beyaz duvarlar, beyaz tavan, beyaz yatak, beyaz çarşaflar… Her şey beyazdı” Beyazı vurgulamak için mi kullandınız bu kelimeyi? bilmiyorum ama benim beyaz kelimesinden fazlasıyla nefret etmeme neden oldu. Belki de amacınız buydu bilemeyeceğim.

    Sonuç olarak, güzeldi sonu harikaydı, beğenerek okudum. Mantık hatası yoktu. Doktorun ağzından hikaye anlatmak da güzel olmuş. Kaleminize sağlık gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

    1. Merhabalar. Yanlış anlamadım elbette; her yorumun tabii seviyeli olan her yorumun başımın üzerinde yeri vardır. Zaman ayırarak okuyup yorumladığınız için de teşekkür edeyim evvela. Bu öyküyü yazarken bir şeylerden emin olamadım, kafamı kurcaladı, zorlandım, sildim, yazdım, ekledim, başa döndüm. Karakterlerin isimlerinde dahi sorun yaşadım. En sonunda, tamam artık dediğim anda bile kuşkuluydum. Pek becerebilmişim gibi değildi. İkilemler birbirini kovalarken öyküye isim vermediğimi anımsadım ve bu konuda da bocaladım. Onlarca isim arasından şuan en kötüsü olduğunu düşündüğüm ismi seçtim. Valla bilemedim yani. Eleştirileriniz için teşekkür ederek daha iyi seçkilere diyorum.

  2. Merhaba, aslında öykünüzü iki gün önce okudum ama yorum yazmak kısmet olmadı. Okumamın üzerinden iki gün geçmesine rağmen öyküyü gayet net hatırlıyorum ki bu da demektir akılda kalıcı bir öykü yazmışsınız. Öyle de.
    Öykülerde final sahnesi önemlidir. Burada da etkili bir final vardı. Öyküleri güzel bağlıyorsunuz, diğer okuduğum öykülerinizi referans alarak söylüyorum.
    Öykü gayet akıcı; merak ettiriyor.
    Öykülere seçtiğiniz konuları yaratıcı buluyorum; Tanrı’yı Öldürmek ve bundan bir önceki öykünüzdeki gibi mesela -hani çocuklu olan. Bu öyküdeki konuyu da sevdim, işleniş de güzeldi. Diyaloglar sorunsuz.
    Gözüme tek batan, hikayenin en başıydı: “Gözün göremeyeceği kadar siyah, o denli karanlık bir oda. İçeride onlarca ceset var: Kadınlar, erkekler ve çocuklar. Bazılarının üzeri tamamen siyah bir kumaşla örtülüyken aynı kumaş bir oğlanın boynuna kadar çekilmiş ve yüzü açıkta; morumsu bir beyaz; dudakları aralık ve çıplak vücudunun her yanı kadar soğuk.” Buradaki siyahı vanta siyahına benzettim; gözün göremeyeceği kadar siyah deyince. Çok siyah diyoruz ama akabinde hâkim anlatıcı ölülerin morumsu beyaz dudaklarından falan bahsediyor. Anlatıcı her şeyden haberdar olsa bile bunu okuyucuya mantık çerçevesinde vermeli. Fikrimce şöyle daha doğru olurdu sanki: “Karanlık bir oda. İçeride onlarca ceset var…” şeklinde; devamında ölülerin tasvir edildiği bölüm gelecekse.
    Daha önce de demiştim sanırım, fantastiğin hakkını veriyorsunuz. Umarım bu güzel öyküler bir kitapta toplanır.
    Kaleminize kuvvet.

  3. Merhabalar. Önce okuyup yorumladığınız için akabinde de güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Öykünün girişi için yakaladığınız ayrıntı ve yaptığınız tenkidin tamamen yerinde olduğunu düşünüyorum. Başka bir arkadaşın öyküsünde görsem kendimin de eleştireceği bir hususu gözden kaçırmışım. Düzeltileceğinden emin olabilirsiniz.
    Kitap konusu ise bu seçkiye yazan herkesin hayalidir sanırım. Umarım bir gün hepimizin isimleri kitap kapaklarını süsler. Diğer seçkilere görüşmek dileğiyle.

  4. Öncelikle yaratıcılığınızı övmek istiyorum. Hem farklı dünyalar veriyor, hem de her birini ilginç bir halde sunuyorsunuz.

    Gözüme pek önemli bir hata takılmadı. Zaten varolanların da düzeltme okumasıyla giderileceğini düşünüyorum. Sonuçta üç haftada bu kadar yazabildiyseniz düzeltmek için pek zaman bulamazsınız gibi. Oldukça başarılı.

    Romantik bir anlatımınız olduğunu düşünüyorum. Bu tarzın hakkını fazlasıyla veriyorsunuz. İsimler harikulade. Diyaloglar anlamlı.

    “Durup dururken insanların başına bir hastalık musallat olur ve kahraman bir doktor çıkar ve devasını bedavaya dağıtır.”
    Pek emin olmasam da görüşümü belirtmek istedim. Bu ifade günümüzde pek geçerliliği olmayan, ama herkesin dilinde olan, çok duyulan bir savdır. Bunu okuyunca, bir an için öykünüzün dünyasından çıkıp kendi gerçekliğimize geçtim.

    Elinize sağlık, gelecek seçkide görüşmek dileğiyle…

    1. Merhabalar. Zaman ayırıp okuduğunuz ve elbette güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Beğeninize ve iltifatlarınıza da ayrıca bir kez daha. Romantizm konusununda tespitiniz doğrudur. Hakkını fazlasıyla vermekse büyük bir iltifat. Estağfurullah diyeyim; henüz haddim değil. Eleştiriniz üzerine bahsi geçen satırları yapabildiğimce metne yedirmeye çalışacağım. Daha iyi öykülerde görüşmek dileğiyle.

  5. Merhaba;
    Ben biraz zaman karmaşası yaşadım. Bir leydi, uzun etek giyen ama video, telefon. Ben mi yanlış anladım bir şeye mi vurgu öyleyse yakalayamamışım demektir.
    Doktorun kadına aşık olmaya başlaması da tam oturmadı kafamda. Zayıflamış, acı içinde kıvranan, günlerdir uyumamış yememiş bir kadın. Gözümde darmadağın bir kadın. Orada bu konuşma tam oturmadı sanki ya da bana biraz garip geldi.
    Doktorun kıkırdaması(iki yerde kullanmışsınız) o kelimeyi de çok oturtamadım öyküye.
    Sonu biraz Türk filmi gibi geldi bana. Ben olsam “çocuklarımla” başlayan cümleden sonra bitirirdim öyküyü. Tabii yazar sizsiniz, bu sadece benim yorumum ve değerlendirmem.
    Akıcı bir öyküydü. Gizemliydi. Kaleminize, yüreğinize sağlık

  6. Merhabalar. Okuduğunuz ve güzel yorumunuz için teşekkür ederek tenkitlerinize biraz açıklık getireyim. Zaman karmaşası ben de yaşamıştım yazarken. İlk defa günümüze yakın bir öykü yazdım, bu sebeptendir. Giyim kuşam mevzusuysa yine ilk defa kadın bir baş karakterin gözünden anlattım öyküyü, belki gitmemiştir öyküye siz daha iyi bilirsiniz 🙂
    Aşk mevzusundaysa, ortada aşk yok. Hani deriz ya arada ‘Ağzını öpeyim, ne güzel söyledin,’ diye; onun gibi bir şeydi söylemeye çalıştığım.
    Kıkırdamak: Doğrudur görüşünüz. Bir erkeği betimlerken çok kullanılagelen bir kelime değil sonuçta. Benim sevdiğim kelimelerden biri, o sebeple -çok da dikkat etmeyerek hatta neredeyse refleks olarak- kullanmışımdır inanın hiç hatırlamıyorum. Yerine daha uygun bir sözcük bulmaya çalışacağım.
    Sonu sizin söylediğiniz şekilde de olabilirmiş. Hatta belki daha bile etkili olurmuş, bilemiyorum. Öyküyü devam ettirmemdeki sebep ise başından beri konu Lian ile ilgiliydi; onu hayata döndürmek, Ploria’nın acısının baş sebebi vs. Lian’ı ortada bırakmak istememiştim.
    Güzel yorumunuz için tekrardan teşekkür ederek daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  7. Merhabalar. Yine biz okurları fantastik bir dünyada maceraya çıkarmışsınız. Bu sefer ki biraz ıstıraplı 🙂

    Güzel bir öykü olmuş. Giriş kısmında tempo biraz düşük olsa da diyaloglar başlayıp olaylar ilerledikçe kendimi kurduğunuz dünyanın içinde buldum. Çılgın doktor karakterini sevdim. Zaman zaman acılı annenin hüznünü hissettim. Çocukcağıza acıdım. Gerçekten güzel diyaloglar yazmışsınız ve bu akıcılığı artırmış. Hikâyeyi de güzel bağlamışsınız.

    Gözüme takılan birkaç hususu da hoşgörünüze sığınarak ifade edeyim:

    – Atay’ın zaman, giyim-kuşam eleştirisine bir nebze ben de katılıyorum. Hatta belki isim bile kullanmayabilirdiniz. Sanki o zaman giriş kısmını zihnimde daha iyi canlandırabilirdim.
    – Birkaç yerde karakterlerin sert, keskin dönüşleri var. Örneğin anne ile Dr. Yezzen arasındaki telefon konuşmasında olduğu gibi. Karakterlerin ruhsal durumları her ne kadar dağınık olsa da okurken beni geçişler biraz rahatsız etti.
    – Öykünün finali sıkıntılı değil ama biraz klasik olmuş. Daha farklı ne olabilirdi derseniz aklıma gelen bir şey yok gerçi. Belki daha etkili olabilirdi. Bilemedim.

    Genel olarak, hayal gücünüzü başarılı bir şekilde yansıtmışsız. Elinize sağlık..

  8. Merhabalar. Öncelikle okuduğunuz akabinde güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Sayın Servet’e söylediğim gibi bu öyküm için kendim de pek olur vermemiştim. İlk ve son eleştiriniz için kısmen Sayın Nurdan için verdiğim cevap geçerli. İkinci eleştiriniz için ise şuan tekrar baktığımda pürüzlü gibi duruyor; ama Ploria’nın başından beri vermeye çalıştığım korumacı tutumunu -çocuğu için- yansıtabilmek adına yapılmış bir şeydir. Daha iyi hale getirebilir miyim bakacağım. Bu öyküyü baştan sona tekrar bile kurgulayabilirim ya da eleştiriler üzerine kalıbından biraz saptırabilirim. Tekrardan teşekkürlerimi sunarak gelecek ay sizden de bir öykü beklediğimi buraya not düşeyim. Daha iyi öykülerde görüşmek dileğiyle.

Osman Eliuz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *