Öykü

Kanguru Zamanıyla Bir ya da İki Zıp

Kaktüslerin arasına saklanmış onları izliyorum. Kangurular neşeli. Zıp zıp önümden geçen kâbus kaçkını yaratıklar. İşlerini tamamlamış olmanın huzuru yüzlerine hâkim. Bense dünyanın en yapay kaktüsünün dikenlerine sarılmışım. Ve elbette yapay kaktüslere alerjim var.

Kangurular şehri terk ediyor. Yaz sıcağında şehir merkezlerinde sık görülen yılan haberleri gibi. Depremin değil ama, devlerin gelişinin habercisi.

İlkel bir toplum sayılmayız. Ama bulutlarımızda yaşayan devleri tanrı kabul ediyoruz. Tanrılarımız vakti geldiğinde kurduğumuz şehirlere iniyor ve bacalarımızdan evlerimizdeki yaşanmışlığı tek nefeste çekip alıyorlar. Her şey onları mutlu etmek için. O yüzden baca temizliğine çok önem veriyoruz.

O yüzden evlerimizde yaşayabileceğimiz en güzel hayatları yaşıyoruz. Bir ödev gibi.

Kangurular, bacalarımızın en gözde bekçileri. Kafalarına geçirdikleri kırmızı boks eldivenleriyle bacalarımızı kurumdan ve pislikten arındırıyorlar. Böylece devler bacadan pipetleriyle evlerimizi içtiğinde, memnuniyetleri bizlere otuz yıl daha ömür veriyor. Otuz yıl, yeni şehirler kurup mutlu bir hayat yaşamak için yeterli bir süre.

İşaretler geldiğinde anlardık. Önce dolunay her zamanki kırmızı renginden yeşile çalıyor. Ardından bazı bulutlar kendilerini yere bırakıyor. Hayır, sisten bahsetmiyorum. Bir bulut bütün hacmiyle bam diye yere yapışıyor. Ağır. Kanlı ve aşırı derecede mesaj içeriyor: Sofrayı kurun ve evlerinizden def olun!

Söz dinliyoruz. Toparlanıp yaşadığımız her şeyi arkamızda bırakıyoruz. Tabii öncesinde bacalara son bir ayar çekmek için kanguruları çağırıyoruz. Her evin kangurusu ayrı. Bizimkisi gerçek bir artist. Parasını tam zamanında alır, arka bahçemizdeki bütün otları kemirir, annemin zambaklarını arsızca midesine gönderir ve asla memnun olmaz. Annem ve babam nedense onu çok sever. Allahsız sanki aileden biri. O zambakları ben yesem bir daha odamdan çıkmaya cesaret edemem. O bir haltlar karıştırınca her şey olağanlaşıyor.

Üç gün önce şehri boşalttığımızda ailemin yanından ayrıldım. Sonraki hayatlarında onlarla olmayacağımı duyduklarında epey sevindiler. Birlikte sayısız huzursuzluk yaşamıştık ve bu tatsızlıkların devlerin midesini bozacağından endişeleniyorlardı. Bana kattıkları için onlara teşekkür etmiyorum.

Şehir ahalisi evlerini terk ederken ben bacalar için şehre konuk olan kanguruların arasında dolanıyordum. Benden hoşlanmadıklarının farkındayım. Hele bizimki, bildiğiniz nefret ediyor. Onunla olan mazimiz yıllar öncesine dayanıyor.

Henüz dört yaşındayım. Saf, masum ve yalnız bir çocuğum. En büyük eğlencem şehir efsanelerine inanmak ve onları yaşatmak. Sonra o geliyor. Allahın belası kanguru. Bir gün mutfakta oyun oynarken üzerimden zıplayıp geçiyor. Sırıtarak bana dönüyor ve, “Boyun kısa kalacak,” diyor. Oysa ondan önceki kangurumuz dünyalar tatlısı bir amcaydı. Yeni kangurunun saldırgan tavrı gücüme gidiyor. Susuyorum. Boyum pek fazla uzamıyor. Yıllar yılları kovalıyor. Komik olmayan şakaları ve sataşmalarını aileme açtığımda kardeşini kıskanan çocuk muamelesi görüyorum. O ise altıncı yaş günümde bana unutamayacağım bir hediye vermekle meşgul. Karnına suni bir kese tutturmuş. “Atla biraz gezelim,” diyor. Atlıyorum. O kadar çok zıplıyor ki midem tersine dönüyor ve kusmaya başladığımda, kendimi durduramıyorum. Ben adamın kıllı ayaklarına midemi boşaltırken o iblislere taş çıkartırcasına gülüyor. Sebebi neydi bilmiyorum. On üç yaşına girdiğim gece odamın kapısını çarparak açıp yatağımın dibine zıplıyor. “Ergenliğe hoş geldin. Artık bazı konularda eğitime başlamamızın zamanı geldi!” diyor. Kanguruların cinsel hayatını böylesine yakından dinlemek beni neredeyse aseksüel yapıyor. Her sene midemi daha fazla bulandıracak hediyeler bularak karşıma çıkıyor. Yirmi dördüncü doğum günümün kavimler göçüne denk geliyor olmasına usul usul seviniyorum.

Artık şu şerefsizle yüzleşmenin vakti gelmişti. Aramızdaki haset her neyse buna bir son verektim. Öncesinde kahveye uğrayıp bir çay demleyeyim diyorum. Kahvehanenin bacasını temizleyen kanguru, beni görünce boks eldivenini çıkartıp masama oturuyor. Bir çay da ona koyuyorum. Bana kariyer planlarından bahsediyor. Baca işinden çok sıkılmış, çıkıp gidecekmiş ama bırakmıyorlarmış. Sözleşmeyi feshetmesi neredeyse imkânsızmış.

“Abi bilmeden etmeden niye imzalıyorsun öyle sözleşmeler,” diyorum, gülüyor. Önlüğünün üstünde silik harflerle Ubor Metenga yazıyor. Temizlik şirketi için fazla havalı bir isim. Nedense her gördüğümde tüylerim ürperiyor.

“Şirkette işler bildiğin gibi değil,” diyor. “Millet birbirinin gırtlağına çökmeye yer arıyor. İpin en ucunda da sizinki var. Valla arkasından konuşmak gibi olmasın ama onu da aşağı alırlar yakında. Anan baban hâlâ neden o alçakla çalışıyor, hiç anlamıyorum.”

Onu ben de anlamıyorum ama meselenin yeni boyutu ilgimi çekiyor.

“Bizimkinin nesi var ki? Tamam biraz artist ve başına buyruk ama…”

“Hem öyle hem de… Hem de patronun kızıyla görmüşler herifi.”

Kangurular arasında namus meselesi olması komiğime gidiyor. Yine de kıyamıyorum. Adamı uyarmak gerekir diye düşünüyorum. Çay arkadaşımdan müsaade isteyip evin yolunu tutuyorum. Bu herifi sevmemek için yeterli sebebim var ama istediğim baş başa bir hesaplaşma. Araya şirketin girmesine izin veremem.

Eve döndüğümde zat-ı âlilerini arka bahçede buluyorum. Şezlongda güneşleniyor. Etrafı tam anlamıyla savaş alanı. Bütün yeşilliği tek gecede bitirdiği aşikâr. Bacayı kontrol ediyorum, kurum dolu. Hayır şimdi devler gelse, şu bacanın halini görse, kimin ağzına sıçacaklar? Bizim! Elin kangurusu çoktan yarılamış temizliği. Bizimki hâlâ ot peşinde!

Salona geri dönüp etrafıma bakınıyorum. Masada açılmamış bir mektup zarfı var. Açılmamış zarflara bayılıyorum. Hevesle zarfı yırtıp okumaya yelteniyorum. Bilmediğim bir dili nerede görsem tanırım, okuyamıyorum. Zarfın üzerinde Ubor Metenga şirketinin amblemi var. Mektupta yazılanlarsa çoktan ölmüş bir dile ait olmalı. Mektubun bizim kanguruya bir çeşit ihtar olduğunu anlamam fazla uzun sürmüyor. Hayvan herif bahçeyi tarumar edip güneşlenmekten henüz çalışmaya fırsat bulamadığı için mektubu görmemiş.

Zarfı yanıma alıp çatıya çıkıyorum. İşlerini bitiren kangurular kahvehanenin önünde toplanmaya başlamış. Bizimki biraz daha gecikirse temizliği asla yetiştiremeyecek. Bu da ailemizin otuz yılına ve kendisinin canına mal olacak. Tablo tatsız görünüyor.

Çatımızdaki mancınığa çıkıp oturuyorum. Bu dev aleti zaman zaman tanrılarımızla iletişime geçmek için kullanıyoruz. Mektuplarımızı taşa sarıp göğe fırlatırdık. Eğer yeterince uslu bir aile olmuşsak dileklerimiz kabul olurdu. Ailemle aramızdaki gerilimin sebebi de onlardan habersiz fişeklediğim son dilekti:

“Şu kanguru işine bi el atsanız be,” demiştim. “Bizimkinden nefret ediyorum da.”

Gece yarısı mancınığın onca ses çıkartıp ev ahalisini uyandıracağını ön görememişim. Dilek ve dualar nadide parçalar. Hakkımızı olabilecek en rezil şekilde harcadığım için kendimden utanmalıyım. Öyle diyorlar.

Kendimden utanmıyorum. Mış gibi yapıyorum, yetiyor.

Mektubu açıp güneşe tutuyorum. İlk defa bir dileğim kabul oluyor.

Yazılanları anlayabiliyorum. Harfler usul usul yer değiştirip anlamlı bütünler oluşturuyor.

“Sayın beyefendi,

Size ihtar ediyoruz! Mektubu aldığınız andan itibaren evinizden hiç çıkmamanızı size kesinlikle bildiririz. Edebinizle bacanızı temizleyin ve orada kalın. Yenileceksiniz. Dikkat!

İmza: ÜSTÜN YOL”

Harika. Kangurumuzdan kurtuluyoruz. Ubor Metenga zavallı herifin ipini çekmiş. Ben dilediğim için mi, yoksa gerçekten kız meselesi yüzünden mi… Gerçeği öğrenmenin net bir yolu yok.

Sonra mektubun ansızın okunaklı hale gelişini düşünüyorum. İşlere ilahi bir boyut kattığı yadsınamaz. Suçluluk psikolojisinden nefret ediyorum. Mancınıktan atlayıp kahvenin oraya bakıyorum. Kalabalık iyice artmış. Kangurulardan biri yanındakini dürtüp beni gösteriyor. Telaşla salona iniyorum. Bizimki nihayet içeri girmiş, boks eldivenini kafasına geçirmeye çalışıyor. Beni görünce şaşkınlıkla zıplıyor.

“Hayırdır, sen niye topuklamadın sizinkilerle?”

Seninle görülecek hesabım var, demek istiyorum, arabesk kaçar diye susuyorum.

“Seni patronun kızıyla görmüşler?”

Duraksıyor. Başındaki eldiveni düzeltip iki zıplamayla dibime geliyor. Onunla bu mesafeden konuşmaktan nefret ediyorum.

“Kimden duydun?”

“Kahvede konuşuyorlardı.”

“Bu itlerin var ya, hepsinin ağızlarını tekmelemek lâzım.”

Bu itler senin ipini çekmiş, haberin var mı?” deyip mektubu uzatıyorum.

Hızla okuyor.

“Norgunk demişler.”

“Demişler valla.”

Gözleri doluyor. İleri geri sallanarak hırlamaya başlıyor. Koskoca kanguru gözümün önünde histeri krizi geçiriyor.

“Dur,” diyorum. “Sakin ol, bir yolunu buluruz.”

“Yoluna sokayım oğlum yol mu kalmış?”

Hak versem de çaktırmak istemiyorum. Elini omzuna atınca dökülüyor:

“O kız da nerden çıktı hiç bilmiyorum. Ben başkasını seviyordum. Evlenecektik lan. Sonra bi gece rüyamda patronun kızı gördüm. Afet. Beni yanına çağırıyordu. Hayatımda hiç kimse beni öyle çağırmamıştı. Rüyadayım diye bi heves gittim yanına. Meğer aynı zamanda gerçekmiş de. O sırada bizi gördüler. Adımız çıktı. Benim kız bana tekmeyi bastı.” Konuşurken belindeki tekme izini gösteriyor. “Öyle olunca da hırs yaptım. Durduk yere âşık tribine falan girdim. Şimdi olanlara bak.”

O konuştukça utançtan delirecek gibi oluyorum.

“Mancınık,” diyorum. “Mancınığı kullanırsın.”

“Ne mancınığı birader sen benimle taşşak mı geçiyosun ya? O mektubu bi kere yazdılarsa sonum geldi demektir. Kusura bakma sizinkiler de boku yedi. Ben o bacayı pırıl pırıl etsem de devler beni fondiplerken size de elbet çatarlar. Böyle olsun istemezdim.”

Dediklerinde haklı. Mektupta evden çıkmaması söyleniyor. Bacayı bir güzel temizleyip evden öyle ayrılsa bile Metenga’nın onu bulması saatler alır. Vakit iyice daralıyor. Mancınık dışında evden zamanında kaçmanın yolu yok.

“Denemekten zarar gelmez,” diyorum. Hayatımda ilk defa kendi kurduğum bir plana böylesine inanıyorum. Sonrasını düşünmemeye çalışıyorum. Dolaptan dedemin eski ve yamalı paraşütünü çıkartıp ona uzatıyorum: “Bu işini görür.”

Önce ofluyor. Sonra mektubu ikinci ve üçüncü defa okuyor. Boks eldivenine vurarak iyice kabartıyor ve bacaya yöneliyor. Bir yandan da sonu gelmeyen cümleler kuruyor. Duyabildiklerim şöyle:

“Sen şimdi toz ol. Ben burayı temizleyip olabildiğince çabuk yanına uçacağım. Neden bilmiyorum ama bana bir hayat borçluymuşsun gibi hissediyorum.”

Ne dese haklı. Herife duyduğum öfke bir paragrafla tuzla buz oluyor. Yine de merak hâlâ diri:

“Neden?” diye soruyorum. Yirmi küsur yılı kapsayan, devasa bir neden bu.

“Ne bileyim. Sende sinirimi bozan bir şeyler var.”

Daha fazla kurcalamayıp kangurumuza bol şans dileyerek evden ayrılıyorum.

O saatten beri kanyonun tam bu noktasında bekliyorum. Yapay kaktüsler ve çakma çöl kumu burnumu gıdıklıyor. Coğrafyalar temel özelliklerini kaybedeli çok oluyor. Tanrılar her göçten sonra daha özensiz fonlar çiziyor. Onların umursamazlığına alışalı çok oluyor. Sıradaki şehirde bizi neler bekliyor, oraları görebilecek miyim, gerçekten merak ediyorum. Dilediğim dilek hâlâ içimi sızlatıyor. Adamın bir de sevdiği varmış, onu da hiç etmişiz bilmeden.

Kanguru konvoyu seke seke akşamı getiriyor. Dolunayın ilk ışıkları kanyona vurduğunda son kanguru da kesesindeki mektuplarla önümden kaybolup gidiyor. İnfaz mektuplarını keselerinde taşıdıklarını biliyorum.

Şimdi bizim çocuğun sırası. Devler aşağı inmeden kendisini fırlatmalı. Gök titremeye başlıyor. Kaktüs dikenlerini içine çekiyor. Dolunay ambulans çakarı gibi renk değiştirip duruyor. Her şey çok hızlı gelişiyor ve ben bu finalin kaosuna ayak uyduramıyorum.

Sonra üstüme bir gölge düşüyor. Kafamı kaldırdığımda onu görüyorum. Hızla bana doğru yaklaşıyor. Paraşütün kolunu deli gibi çekmesine rağmen aleti çalıştıramıyor. Bir adım önüme düşüp patlıyor.

Dağılmış bedeninden dumanlar çıkıyor. Dişlerinin arasında bir mektup var.

“Bacayı pırıl pırıl yaptım. Hesap numarası altta. Korkma benim değil, sevdiğim kızın hesabı. Galiba dileğin kabul oluyor. Paraşütün çalışmasına izin vermeyecekler. Onca yıl sana kötü davrandığım için üzgünüm. Ama özür dilemeyeceğim.

Ve seni affetmiyorum da. Bu seneki hediyen biraz kanlı olacak.

Norgunk.”

Tüm bunları havada uçarken yazmış. Kanguru zamanıyla bir ya da iki zıp zıplık sürede. Sonra devler şehre iniyor. Korkudan bayılarak en güzelini yapıyorum.

Uyandığımda şehrin yerinde yeller esiyor. Yapay kaktüslere ve yeni dağılmış kanguru bedenlerine alerjim var. Doğum günü pastamın dumanı hâlâ tütüyor.

Tadına bakmak istiyorum, dişlerim kamaşıyor.

 

Onur Selamet

1993 İstanbul. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü mezunu. Çeşitli kısa ve orta metraj film projelerinde yer aldı. Öyküleri kimi dergi ve fanzinlerde yayımlandı. 2013'ten beri üç arkadaşıyla birlikte Marşandiz Fanzin'in makinistliğini yapmaya devam ediyor. İlk öykü kitabı "Ölü Dalgıcın Sonbaharı" ise Eylül 2018'de yayımlandı.

Kanguru Zamanıyla Bir ya da İki Zıp” için 4 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Onur Selamet öyküsünü nerede görsem tanırım 🙂 Baca temizleyen kangurular, yapay kaktüsler, mancınıkla göğe dua göndermeler, tanrıların gazapları ve çizdikleri özensiz fonlar ve temayı temizlik şirketi olarak kullanmak… Kimin aklına gelir, Onur Selamet’in 🙂 Gencecik yaşına rağmen oturmuş üslubun, benzersiz ifadelerin, hayal gücünün enginliği muazzam. Uykusuzluk Kulesi’ndeki tüm öykülerini okumuş bir okur olarak naçizane şöyle bir dileğim var: Karşına yetenek ajanı çıksın inşallah! Şöyle alsın seni, tüm öykülerini bir kitapta toplasın, reklamını yapsın, bol bol satsın kitapların. Satanlardan hiçbir eksiğin yok hatta fazlan olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bunlar methiye düzmek için yazılmış içi boş sözler değil. Tim Burton gibisin, farklı, yaratıcı ve zeki. Senaryo yarışmalarını takip ederim yazdığım için ve kısa film ödülü aldın sanırım geçenlerde, Özgürcan Uzunyaşa da aldı diye hatırlıyorum hafızam yanıltmıyorsa. İkinizin de yolu açık olsun, adlarınızı görünce çok sevindim.
    Öyküye döneyim. Temayı çok yaratıcı kullanmışsın. Başlangıç, final, kurgu, öyküleme, elbetteki dil çok güzel. Öykü başlığında yine yaratıcısın.
    Yolun açık olsun. Kalemine kuvvet.
    Bu arada, öykü yazma konusunda öykülerinle, algılarımı çokça değiştirdiğin için çok teşekkür ederim.

  2. Yani ne denir ki böyle bir öyküye? Aklımızı aldı, gökyüzünde dolaştırdı. Üstelik yere indirmedi inanın. Hayran kaldım.Tebrik ederim.

  3. Güzeldi, eline sağlık diyelim. Tuhaf kurgu okudukça sevmeye başladım. Bu da iyi örneklerden biriydi.

Ufuk Yasin Yurtbil için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *