Öykü

Kayıp ve Kaçak

“Şşş şşş, sessiz ol!Sus biraz sus. Çok pata küte yaptın sen çok. Sus biraz.” yerde inildeyen adama doğru konuşuyordu çömelmiş olan diğeri. Elini adamın kalbine koymuş bir şeyler fısıldıyordu. Yerde yatansa durmadan bağırıyor kırık olan kolunu kopartıp atmamak için kendini zor tutuyora benziyordu. Aldığı uyarı da fayda etmemişti. En sonunda yarasız olan, elini adamın kalbinden çekip ağzına götürdü ve sımsıkı kapatmaya başladı. Adam şimdi iyice çılgına dönmüştü. Acının yanına bir de korku karışmıştı. Karşısında kocaman gözlerle ona bakan, saçı sakalı birbirine karışmış kir pas içindeki yarı çıplak bu adamın, ne halt edip de başında durup ağzını kapattığını anlayamamıştı. Mağara sakini izlenimi veren adam yaralının yalnızca ağzını kapamakla kalmıyor bir yandan da kesik kesik cümleler sıralıyordu.

“Bak susman gerek. İyiyim ben iyi. Yakmam canını. Ama öbürü yakar. Sen susmazsan ikimizi de acıtır. Sakin olsan konuşuruz. Bak iyiyim ben. Üzmem seni.” Yerde uzanmış olan sırf ağzındaki el çekilsin diye sakinlemeye çalışmış ve bunu başarmıştı. Yavaş yavaş nefesi düzene giriyor çığlıkları da içine doğru kaçıyordu. Sağlam olan eliyle güçlükle doğruldu ve karşısındaki adama yerine getirdiği görev karşılığında

ödülünü almak isteyen bir köpek gibi bakmaya başladı. Bu imayı zar zor anlayan diğeriyse elini yavaşça adamın ağzından çekti ve dizlerinin üzerine rahatlamış bir halde tekrar çöktü. Bir süre karşılıklı bakıştılar. Ama çok karanlıktı etraf ve çok karanlıktı zihinleri, o yüzden anlaşamadılar. Sonra inildemelerini kesen adam sol koluyla yukarıyı işaret etti. Kafalarını boşluk olan tavana diktiler. Koskoca ve düzgün bir

delik vardı tepelerinde ve konuştu kolu kırık olan

“Oradan düştüm. Karanlıktı etraf malum. Görmemişim önümü.” dedi. Başını salladı pasaklı olan.

“Anladım.” dedi.” Adın var mı senin?”

“Var tabi, olmaz mı hiç?Ama sana söylemeyeceğim. Sana yeni adımı vereceğim olur mu?Bin de sen bana, Bin.” dedi yaralı olan. Artık betimlemelere ihtiyacı kalmamıştı. Bir ada sığardı tüm bedeni. Anlatana da anlayana da kolaylaştırmıştı işleri. Ama kendi pek sığmazdı bu üç

kelimenin hacmine de bilmezdi bunu, bildiğini sandığı onca şey içinde.

“Tamam Bin. Tamam. Ben de Koypol. Ben de kendim verdim ismimi. Yıllar önce daha farklıydı. Ama söyleye söyleye değişti. Koypol’um ben Koypol. Anlatırım sonra. Koypol de sen bana tamam mı?” dedi Koypol sanılan adam. Ya da kendini Koypol sanan adam.

“Tamam Koypol diyeceğim. Peki şu koluma baksan anlar mısın ne olmuş?Kırıldı galiba. Bakma sustuğuma sırf sen sus dedin diye. Yoksa hala çığlık çığlığa yanıyor canım.” dedi Bin. Biraz düşündü Koypol. Üzüldü ardından.

“Ben anlamam ki. Hiç anlamam. Acımadı benim hiç bir yerim. Hep güçlüydüm ben. Annem derdi sen çok iyisin çok güçlüsün diye. Bilmem o yüzden yaraya ne yapılır. Bilmem ben.” dedi. Bin sızıyla

“Aslında ben biliyorum ne yapmamız gerektiğini ama malzemem yok. İki tane ince tahta lazım bana. Ya da sert olan başka bir şey bulabilir misin?” dedi. Koypol hevesle başını salladı ve saniyeler içinde gözden kayboldu. Bin şaşkınlıkla oturdu yerinde. Zaten oturmaktan ve şaşırmaktan başka yapacak bir şeyi de yoktu. Çok geçmeden belirdi Koypol karşısında. Elinde küflenmiş iki adet çubuk tutuyordu. Çubuklar

tam da Bin’in istediği gibiydi. Hevesle eline aldı çubukları ve bacaklarının üzerine bıraktı. Üzerindeki bir köşesi yırtılmış gömleği iyice söktü ve kısa bir kuşak elde etti. Koypol’un da yardımıyla çubukların arasına kolunu koydu ve kuşağı da bir güzel sıktırdı. Mükemmel bir tedavi olmamıştı ama en azından idare ederdi. Koypol ne yaptıklarını anlamadan adamın sözünü dinlemiş olsa da şimdi hevesle bir açıklama

duymayı bekliyordu. Bunu fark eden Bin

“Kolumun içindeki kemikler kırıldı. Ben de kaynaşsınlar diye onları iki sert cisim arasına koydum ve sabitledim. Tabi senin de yardımınla.” dedi. Koypol kafasını kaşıyarak

“Kemikler mi var bunun içinde?” dedi kolunu göstererek. Sonra elini göğsüne koydu ve “Peki burada, burada ne var Bin?Anlatsana burada ne var?” dedi. Koca gözleri şimdi hafif hafif bulanmıştı ve her an boşalmaya hazır bir vaziyette gözüküyorlardı.

“Asıl sen anlat elini neden burama koymuştun ben bağırırken?” dedi Bin. Karşısındaki adam gittikçe merakını cezbediyordu. Koypol

“Annem oraya koyardı elini. Ben ağlayınca oraya koyardı. Dedim ya canım yanmaz hiç diye. Yanardı eskiden. Küçüktüm o zaman küçük. Bu kadardım.” dedi ve ayağa kalkıp bacak mesafesinin biraz üstünü gösterdi. Sonra tekrar oturdu olduğu yere. “Küçücüktüm ama daha çok acırdı canım o zaman. Annem hep burama koyardı elini. Burama . Acı burada olurmuş öyle derdi. Aslında buradan gelirmiş her şey. Bir de burayla severmiş insan. Öyle derdi annem. Annem.” dedi. Artık gözleri berraktı. Yanakları da ıslak.

“Burada kalp var Koypol. Ama annenin dediklerine bakma sen, acı buradan hissedilmez tam buradan hissedilir.” dedi ve elini Koypol’un başına koydu.” İnsanlar her zıkkımı bu kalbe bağlarlar. Ama onun kan pompalamaktan başka yaptığı bir şey yoktur. Her şey zihninde gerçekleşir. Acı da sevgi de.” dedi. Koypol hayal kırıklığına uğramışa benziyordu. Başını önüne eğerek bir şeyler mırıldanmaya başladı

“Yalan söyledi anne. Yalan dedi. Zaten gitti anne gitti.”

Bin duyduğu lafları duymamış gibi yaptı ve Koypol’un kafasını eliyle dikleştirip, gözlerini suratında gezdirmeye başladı. Yakınlaştıkça şaşkınlığı daha da artıyordu. Sonra

“Senin yüzüne ne oldu Koypol?” dedi. Koypol büyük bir sakinlikle

“Ne olmuş ki?Bilmem ki ben hiç görmedim. Hem görür mü ki insan kendi yüzünü?Göremez di mi? Nasıl görsün ki?” dedi. Bin yerinde doğruldu ve

“Görür tabi ya . Bir aynası varsa görür. Sen de kendini görmek ister misin?Benim bir aynam vardı. Cebimde olacaktı.” dedi ve elini koca ceplerinden bir birine soktu bir diğerine. Normal pantalonlara göre fazla cepliydi Bin’inki. Ama sonunda buldu ve Koypol’un suratına tuttu. Koypol uzunca bir müddet inceledi kendini. Sonra bir Bin’e baktı bir kendisine.

“Şimdi sen beni böyle görüyorsun demek?” dedi. Evet dedi Bin. Daha söyleyecek sözleri olduğunu düşünerek Koypol’un konuşmasını bekledi.

“Ama senin yüzün düz benimki nokta nokta. Değil mi nokta nokta?Bir de gözlerim böyle kırmızı gibi. Seninkiler çok parlak, çok”dedi. Bin başını salladı.

“Onu dedim ya ben de her tarafın lekelerle dolmuş. Rengin de bir garip. Neyin var acaba?” dedi. Koypol umursamaz bir tavırla

“Belki ben hep böyleydim ne belli?Yoktur bir şeyyim benim yoktur. Dedim ya ben hep güçlüydüm hep iyi. Annem derdi öyle. Yoktur bir şeyciğim.” dedi. Bin bu sözlere inanmasa da üstelemeyecekti. Her şey gelebilirdi burada insanın başına. Üç beş lekeyle kurtulurlarsa iyiydi. Etrafına bakındı bir süre Bin. Her köşe pas ve rutubet içindeydi. Uzunca bir koridorun ortasında oturuyorlardı. Koridorun duvarları küflü

demirdendi ve altlarındaki beton nem yüzünden tahriş olmuştu. İnce ince kablolar duvarları bir ağ gibi sarmalamaktaydı. Tepelerindeki çatlaklardan sızan üç beş ışık hüzmesi sayesinde aydınlanıyorlardı . Koypol Bin’in etrafını izlediğini fark etti.

“Ne oldu Bin?Sen nereden geldin buraya söylesene?Gelmez kimse buraya. Ben bilmezdim hatta annemden başkasını. O da gitti çoktan. Kimsin sen Bin?Kimsin?” dedi. Bin bir süre öylece baktı karşısındaki yarı çıplak, bir iskeleti andıran kara kuru adama. Anlatsa anlar mıydı bilmiyordu. Kendi dahi sıkışıp kalmıştı beynindeki kıvrımlara. Bu adamın zihni daha berrak olabilir miydi kendisinden , bu borular içinde yaşamaya çalışırken. Kim bilir dedi. Başladı konuşmaya

“Ben huysuz adamın tekiydim Koypol. Yaşardım yaşardım da hissetmezdim aldığım nefesi. İşten eve, ha arada bir de poligona uğradığım bir hayatım vardı. Çocukken de böyleydim. Ne annem vardı senin gibi, ne de babam. Bir başıma yaşadım ömrümü. Ha elbet girdi arkadaş denen mahluklar hayatıma, ama hiçbiri düşüncelerime tutunacak kadar uzun yaşamadı benim hikayemde. Ama bir gün oldu birisi çıktı Koypol. Birisi. Ama sanırsın hem geçmişimi avuçlarıma bıraktı hem de geleceğime fener yaktı. Belki sadece bir kadındı Koypol ama bana anne de oldu baba da arkadaş da. Ömrümde ilk defa mutlu oldum Koypol. İlk defa tutundu biri zihnime, ilk defa tutunduğumu hissettim. Ama yoktu pek tecrübem birisi nasıl sevilir, birisi nasıl bilinir. Belli ki yanlış anlamışım. Zaten hep yanlış yaşadım. Bu otogara getirdi beni Koypol ve beraber çekip gitmeye karar verdiğimiz bu memleketten beni bir başıma yollamaya kalktı. Bin dedi bana bin ve git. Dinlemedim onu Koypol. İlk defa karşı çıktım. Sonra o da beni dinlemedi. Ben konuşmamama rağmen sözsüz bir komut aldı ve çekti gitti. Ben de kalakaldım Koypol. Baktım artık gidecek bir Evim yok, kendimi bu garın diplerine attım. Zaten o günden beri beyaz bir lahitin kıyısında sırtıma bir

tekme yemeyi bekliyorum. İşte böyle, şimdi de sen anlat bakalım.” . Koypol karşısındakini dinlerken hiç tepki vermemiş yalnızca arada bir gözlerini daha da büyütmekle yetinmişti. Şimdiyse ağzı yarım santim açılmış öylece duruyordu. Bin’in hafifçe dürtmesiyle kendine geldi.

“Ben anlamadım çok seni. Ama bir şey anladım. Söz dinlemedin sen. Oysa ben dinledim. Söz dinlediğim için buradayım. Annem vardı benim. Küçücüktüm ben. Burada doğurmuş beni. Yalnızmış öyle dedi. Hep sevdi beni annem. Çok sevdi. Ama bir gün oldu ben biraz küçük biraz büyükken annem bana git dedi, git başımdan Kaybol. Ben dinledim annemin sözünü. Kayboldum. Koştum durmadan, unutmak için geldiğim yeri

hep koştum. Hep de kaybol dedim kendi kendime. Kaybol kaybol. Sonra bi daha dinleyemedim annemi. Gitmişti annem. Ama ben hep tuttum sözümü. Kayboldum. Hala kayboluyorum. Adımı da ben koydum. Görevimi adım bildim. Ama hiç gelmedi annem. Ben hep konuştum kendi kendime. Bağırdım bazen. Ama duymadı kimse. Sonra bir anda sen çıkageldin. Tabi bir de canavar var. Annemin masallarda anlattığından daha korkunç. Daha gürültülü. Canavar var Bin. Canavar, yiyecek hepimizi. Ya da sadece ikimizi.” dedi Koypol. Şimdi hafif hafif titriyordu. Bin merakını bastırmaya çalışmadan konuştu

“Ne canavarı Koypol? Ne gezer burada canavar?” dedi. Koypol dediğinden emindi. Hiç tereddüt etmeden

“Var Bin var. Duyacaksın sen birazdan. Çok korkunç. Görmedim ben hiç ama hep duydum. Korkunç Bin korkunç sesi var.” dedi. Bin telaşla birazda inanmazlıkla etrafını dinlerken bir gürültü bir anda etraflarını kuşattı. Tangır tungur eden seslerin yanında bir de duman çevrelemişti dört bir yanlarını. Hafif hafif patlama sesleri de geldi gitti ve gürültü saniyeler içinde azalarak yitip gitti. Sessizlik yeniden tahtına kurulmuştu. Koypol titriyordu.

“Dedim ben sana, canavar işte canavar. Nasıl bilmez sen geldin buraya da. Yiyecek hepimizi. Saklanmamız gerek Bin saklanmamız.” dedi Koypol ve kolundan tuttuğu gibi Bin’i koşturmaya başladı. Birkaç metre yolu hızlı adımlarla gittikten sonra ufak bir kovuğun yanına gelmişlerdi. Koypol hızla başını eğdi ve kendini kovuğa attı. Arkasından Bin’i de sağlam kolundan tutup içeri çekti. İçerisi garip gurup çer çöple doluydu. Bir köşede boy boy çiviler duvara takılmış, bir diğer köşedeyse sarı sarı kağıtlar intizam içinde istiflenmişti. Bunun dışında daha bir ton saçma alet vardı. Son olarak ufak bir kutudan ince çığlıklar ilişiyordu Bin’in kulağına. Merakla elini kutuya uzattı. Koypol sıkıca kavradı uzanan eli.

“Dur dur, dokunma. Tanımıyor seni. Isırır. Dur ben göstereyim.” dedi. Bin sabırla kutunun açılmasını bekledi. Koypol kutudan ufacık bir fare çıkarmıştı. Fare kaçmak için ne bir çaba gösteriyor ne de hareket ediyordu. Arada bir nefes alırken vücudu kalkıp iniyor bir de durmadan inildiyordu. Koypol gülümseyerek

“Çok olmadı bulalı. Çok olmadı. Baksana küçücük çok da sevdi beni. Hiç kaçmıyor. Çok sevdi o beni.” dedi. Bin anlayışla başını salladı. Koypol ise tekrardan fareyi kutuya yerleştirdi ve Bin’in suratına bakmaya koyuldu. Sonra merakla

“Sende başka ilginç şey var mı?Neydi o ayna di mi. Var mı öyle şey başka?” diye sordu. Bin

“Var bir şeyler. Aslında daha çok vardı ama çantam yukarıda kaldı. Oraya da nasıl çıkacağız belli değil. Cebimdekileri göstereyim istersen.” dedi. Koypol hevesle başını sallıyordu. Fakat canavarı duyduklarından bu yana vücudunda süregelen titreme geçmemiş, başıyla birlikte düğer tüm uzuvlarını da tesiri altına almıştı. Bin elini ilk cebine attı. Bir kalem çıkarmıştı.

“Bununla yazı yazarsın, resim çizersin. Yazmayı biliyor musun?” dedi. Koypol hayır anlamında başını salladı. Bin bu sefer merak ettiği başka bir şeyi çekinerek dile getirdi

“Peki elindeki o siyah lekeler kalem lekesi değilse ne Koypol?” dedi. Koypol şaşkınlıkla ellerini inceliyordu.

“Çok iyi gözükmüyor burada. Keşke ışık olsaydı.” dedi. O sırada Bin cebinden ufak bir el feneri çıkarmış Koypol’un ellerine tutmaya başlamıştı. Koypol meraktan deliye dönmüş halde ufacık kovukta zıplıyordu. Dikkatini fenerden çekip zar zor ellerine çevirdi ve elinden başlayıp koluna da uzanan siyah lekeleri şaşkınlıkla izledi.

“Bilmem ki ne olmuş. Kirlendi galiba. Kirlendi. Yoktur bir şey.” dedi. Sonra gelecek yeni nesneleri görmek için Bin’i izlemeye koyuldu. Bin her şeyi göz ardı ederek küçük küçük nesnelerle Koypol’u şaşırtmaya devam etti. Son olarak cebinden ufak bir tabanca çıkardı. Tabancanın gümüş kaplı sapı ışığa lüzum duymadan parıldıyor, göz kamaştırıyordu. Koypol en çok bu nesnede şaşırmıştı. Öncekiler gibi eline almak isteyince Bin

geri çekildi. Koypol kırılmışa benziyordu. Ardından Bin

“Bunu sana veremem çünkü bu tehlikeli bir nesnedir. Bu kadar tehlikeli olmasına rağmen onu korunmak için yanıma aldım. Böyle de tutarsız biriyim, böyle de tutarsız bir nesne işte. Ama istersen senin canavarı bununla öldürebiliriz.” dedi. Koypol’un nefesi kesilmişti. Bir anda deli gibi öksürmeye başladı. Her öksürükte etrafını kırmızı ve yeşil lekelere boyuyordu. Kan kokusu bu lağım deliğinde bile duyulmuştu. Bin tedirginlikle elini Koypol’un kemikli sırtına dayadı

“İstemezsen öldürmeyiz Koypol. Tamam sakin ol. Neyin var senin böyle. Al biraz su iç.” dedi ve matarasını çıkarıp güçlükle Koypol’a bir iki yudum içirdi. Koypol gülümseyerek

“Ne güzelmiş tadı. Ne güzel. Benim içtiğim çok acıydı bu ne güzel.” dedi. Bin

“Sen nereden içiyordun bana göstersene.” dedi. Koypol ürkek bakışlarla başını kovuktan dışarı uzattı ve

“Ya canavar çıkarsa yeniden?” dedi. Bin güven veren bir sesle

“Tabancamız var ya Koypol. Korkma o bizi korur.” dedi. Birlikte dışarı çıktılar ve ağır ağır yürümeye başladılar. Koypol elini rutubetli duvarlara sürüyerek ilerliyordu, bir noktaya gelince olduğa yere mıhlandı ve Bin’i yakasından tutup çekti. Bin önünü fenerle aydınlatmış ince bir ip gibi akan suya bakıyordu. Su yerde ufak bir birikinti oluşturmuştu. Yırtık bir kablodan süzülüyordu. Koypol ağzını suyun altına koydu ve birkaç

yudum içti. Ardından Bin’e de içmesini söyledi. Bin ağız ucuyla suyu tattıktan sonra hızla geri çekildi.

“Bunu içip nasıl yaşadın Koypol. Kim bilir nereden geliyor bu su?” dedi. Koypol umursamaz bir tavırla

“Dedim ya bana hiçbir şey olmaz.” dedi. Ardından yürümeye devam ettiler. Geldikleri yönün zıttına çevirmişlerdi adımlarını. Koypol tabancaya güvenmişti, Bin ise başından beri umursamazdı. Sessiz adımlar attılar. Koypol’un uzun boyu hafifçe eğilmesine neden oluyordu. Bin ise kısa olmasa da Koypol’dan bir baş aşağıdaydı. Alnı dik yürüyebiliyordu fakat büklüm büklümdü düşünceleri. Bir ömrün bu labirentlerde geçtiğini

düşündü. Hiç verilmemiş bir emre amade olmayı. Sonra kendi yaşamı geçti gözlerinin önünden. Yıllardır bir başına dolanıp durmuştu şehirlerde. Güneşte ısınmayı bilmiyordu ki bu denli soğukken yüreği. İlla küflü bir tavan mı gerekirdi ruhunun kararmasına. Koypol’dan daha siyahtı duvarları. Ve uymak bir emre, bir söze can suyuymuş gibi bağlanmak, muhtaç olmak. Giden ve dinlemeyen onun emiriydi, tek itaatsizliğinde bırakmıştı ellerini. Farksızdı bu pasaklı adamdan. Sadece bir baş kısaydı o kadar. Yürürken sessizce

“İstersen sana dışarıyı gösterebilirim Koypol.” dedi Bin. Bu cümle ağzından çıkar çıkmaz olduğu yerde duruverdi Koypol. Fark etmeden bir iki adım atmıştı ki Bin, arkası dönük bir cevap beklemeye başladı.

“Ne olacak ki dışarıda?” dedi Koypol. Sesi ilk defa bu denli donuktu. Bin

“Gökyüzü olacak Koypol. Güneş olacak. Sonra bizim gibi insanlar olacak. Annen olacak.” dedi. Bu sözler ikisini de uzunca bir sükunete sürükledi. Bin artık arkasını dönmüş Koypol’un donuk bakışlarına odaklanmıştı.

“Ben hiç insan bilmem ki. Gökyüzünün de bir tek rengini bilirim. Ama onun da sadece adını. Ben renk de bilmem. Bir tek siyah. Şimdi öğrensem ne olur ki?Ne olur?Hep böyle yaşadım. Hep. Hayallerim de renksizdi benim Bin. Onlar da siyahtı. Öğrenemem ki ben aydınlığı. Güneş ısıtmaz artık beni. Buz gibi oldum ben. Alıştım üşümeye. Anlamam ki ben.” dedi Koypol. Bir anda hüzünlenmişti Bin. Ama pes etmedi

“Ama annen Koypol. Özlemedin mi onu?Hem yorulmadın mı kaybolmaktan?” dedi. Koypol

“Dışarı çıksak da kayıp olacağım ben. Evi olmayan, bekleyeni olmayan her zaman kayıptır Bin. Annem gitti benim. Kaybol dedi kaybol. Demedi bul beni. Ben ancak ölürsem bir yere ulaşırım. Ben hep kayıbım. Evim yok benim Bin. Yok.” dedi. Bin ne desem diye düşünüyordu. Ömrü boyunca annesinden başka kimseyi tanımamış bu adamın nasıl oluyor da tüm insanlığı tanıyormuş gibi konuştuğunu anlayamamıştı. Belki de kapalı kapılar, nemli duvarlar yaşatırdı insanı. Daha önce denenmediği için olmaz diyemezdi ya. Olmazların olduğu bir yerdeydi. Bunu hissetmek için alim olmaya da gerek yoktu.

“Ama sen ölmezsin ki Koypol. En azından bu kadar çabuk değil. Demedin mi benim canım hiç yanmıyor diye. Ölene kadar kim bilir ne kadar zaman geçecek. Usanmayacak mısın bu duvarlar içinde hapsolmaktan?” dedi Bin. Koypol bir anda yere çömeldi. Gözleri dolmuştu. Kısılmış sesi, söylediği kelimelerin anlaşılmasını güçleştiriyordu. Neyse ki ölümüne sessizdi ortalık

“Ben yalan dedim galiba Bin. Ben yanlış yaptım. Benim de acırmış canım. Az zaman önceydi. Çok az. Başımda bir şeyler oldu. Böyle gözümün önü kamaştı. Sonra canım yok gibi Bin. Kalpti di mi o. Sanki atmıyor gibi. Çok yoruldum bin. Bir de boğazım Bin. .” dedi ve kovuktaki gibi delicesine öksürmeye başladı. Bu seferki kan kokusu çok daha yoğundu. Koypolun çıplak bedeni de kırmızılara boyanmıştı.

“Baksana Bin. Çok acıyor boğazım. Bir şey istesem Bin. İstesem yapar mısın?” dedi Koypol. Bin’in gözlerinde yaşlar çöreklenmişti. Koypol’u üzmemek için kendini sıkıyordu ama her an kabından taşacak gibiydi.

“Söyle, Koypol söyle tabi ki yaparım.” dedi Bin. Artık Koypol’un başını dizlerine koymuş, saçlarını okşamaya başlamıştı. Koypol fark etmeden Bin’in sargılı kolunu sıkıyordu. Ama çıtını bile çıkartmadı Bin. Koypol nefes nefese kalmış bir halde

“Elini kalbime koyar mısın Bin?Dedin acı zihindeymiş. Ama benim zihnim çok boş Bin. Ben bilmem hiçbir şey. Sen kalbime koysana elini Bin. Koysana.” dedi. Bin titreyen elini güçlükle Koypol’un yavaş yavaş inip çıkan göğsüne koydu. Koypol ve Bin gözlerini birbirlerine kenetlemişlerdi. Koypol yarım ağız bir şeyler mırıldandı

“Kayboldum di mi Bin. Kayboldum?.” Bin gözünden akan birkaç damla gözyaşını silerek

“Kayboldun Koypol. Bak Canavar bile bulamadı seni.” dedi. Ve koypol’un göğsü bir kalktı bir indi. Bir daha da hareket etmedi. Bin öylece durdu bu çıplak adamın yanında. Koypol’un Kirli saçları dizlerine saçılmıştı. Her yanı siyah lekelerle boyalıydı. Ağzı ve burnunun kenarlarıysa kırmızı. Elini o göğüsten çekmek gelmedi Bin’e. Öylece kalmak istedi. Saniyeler geçerken bir gürültü ilişti ufaktan kulağına. Sonra yavaş yavaş arttı ses. Ve bir süre sonra kulakları yırtan bu patırtı ayağa fırlattı Bin’i. Koypol’un bedeni toza toprağa bulanmıştı. Ufak deliklerden sızan toz ve ışık boruların içini savaş alanına çevirmişti. Dimdik dikildi Bin ayağa. Sesi canavarın sesini bastıracak derecede kuveetliydi

“Senin korkundu Koypol’u sindiren. Beni kaçıran sendin. Bizi sen bitirdin. Kulağımıza yapıştı tedirginliğin. Ben senden kaçtım o ise senin onu bulabilme ihtimalinden. Öldüreceğim seni. Ne Koypol’u bulabileceksin ne de sana binmemi sağlayabileceksin. Asıl sen öleceksin bugün. Geçmişim ölecek. Beni yaşatan o kadın ölecek. Koypol’un annesi ölecek anladın mı beni. Şimdi öleceksin!”diye haykırdı Bin. Ve elini arka cebine atıp gümüş saplı korumasını çıkardı. Hem kendi çığlığını hem de canavarın hırıltılarını un ufak eden bir patlama duyuldu. Üç eldi bu patlama. Ve tekti ölüm. Demir tavana çarpıp seken bir mermiyle yığıldı yere Bin. Tam göğsünden girmişti mermi. Hissetmediği yerden son acıyı tattı Bin. Ve yığıldı Koypol’un bedeninin üstüne.

Kayıp ve Kaçak” için 4 Yorum Var

  1. Merhaba,
    İlk öykünüzü beğenmiş bir okur olarak bu öykü için aynı şeyleri söyleyemiyorum maalesef.
    Öykü biraz uzatılmış geldi bana. Nasıl desem çok dolu ama bu doluluk cümle fazlalığından. Ve bu fazlalık akıcılığı ciddi oranda azaltmış. Bir de Koypol karakterinin konuşma şekli ve o konuşma şekliyle uzun cümleler kurması…
    Öykünün eksiltmeye ihtiyacı var fikrimce. Açıkçası bu sebepler dolayısıyla öykünün ne anlatmak istediğini anlayamadım ben.
    Umarım kırıcı olmamışımdır.
    Kaleminize sağlık.

  2. Vakit ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkürler. Öncelikle elbette ki kırılmadım gerçek düşünceleriniz benim için çok kıymetli. Yazarken çok daha farklı hissetmiştim bu nedenle okuyana da aynısını aktarabilirim sandım ama ikisi çok farklı şeyler. Anlam kapalı olsun istemiştim ama kapattığım yerler okuyana bu ne demek istiyor şimdi sorusunu sordurdu. Bu durumun farkındayım ama niyeyse yollamak istedim. Burada okuyup yazıp eksiklerimi görüyorum. Bu öykü biraz benim kalemimin dışında oldu bir de gereksiz uzun oldu. Artık olan oldu 🙂 Tekrar teşekkür ederim,görüşmek üzere

  3. Merhabalar. Yukarıdaki yoruma da katılarak öykünüzü beğendim. Hatta bilgisayardan okuyor olsam buraya ekleyeceğim, metinde çok hoşuma giden yerler vardı. Ama öykü diyaloglar üzerine kurulmuş, sonuna kadar birbirini tekrar eden benzer konuşmalardan teşkil olduğu için araya heyecan katacak birkaç olay da serpilmediğinden çok ilgi çekmiyor. Duygusal öyküleri severim, o yüzden hoşuma gitmedi dersem de yalan söylemiş olurum.
    Metnin tekrar bir gözden geçirilmeye ihtiyacı var. Paragraflar alt satıra kaymış durduk yere ve birkaç imla kusuru; göz atarsınız.
    Bu arada sondaki canavar tren miydi? Yahut otobüs? Sanırım Koypol (Kaybol kelimesinden türetmeniz güzel olmuş ismi) istasyon gibi bir yerde yaşıyor.
    Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

    1. Öncelikle yormunuz için teşekkür ederim.
      Metinde kaymalar olmuş ama sebebini anlayamadım yollarken sorun yok gibi gözüküyordu.Belki iki kez aktardım ondan olmuş olabilir.Farkli bir şeyler denemeye çalıştım,ama şu olay katma işini nedense bir türlü tam olarak beceremiyorum.Daha fazla bu yönde okursam gelişir umarım.Ve dedikleriniz doğru canavar otobüstu.Koypol da otogarın çok fazla ugranmayan unutulmuş kısımlarında yaşıyor .Esenler otogarında çokça vakit geçirdikten sonra bu atmosfer gözümde canlandı o nedenle mekandaki kusurlarim affola.Her şeye rağmen beğendiğiniz kısımlar olduysa ne mutlu.
      Diğer seçkilerde görüşmek üzere.

Osman Eliuz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *