Öykü

Kılıçbalığı

Rıhtıma yanaşan gemide, kaptanı ve mürettebatı saymazsak sadece bir kişi vardı. Alt kamarada kalan ve yaklaşık yirmi gün süren bu zorlu yolculuğun ardından bitap bir halde karaya ayak basan tek yolcu bendim.

Gerçi halimden memnundum. Kalabalık olsak, yolcuların arasında kaynayıp giderdim. Kimse farkıma varmazdı. Oysa yolculuk boyunca kamaramdan pek çıkmamış olmama rağmen bütün mürettebat yakın bir dostundan ayrılırmış gibi vedalaştı benimle. Baş kamarot çok ifadesiz bir yüzle el sıkıştıktan sonra dayanamayıp sıkı sıkı sarıldı. Çarkçı kendini frenlemeyi aklından bile geçirmeyip doğrudan üzerime atladı ve göz pınarlarından akan yaştan hiç utanmadı. Yalnızca kaptan soğuk bir biçimde elimi sıkıp “Güle güle… Umarım keyifli bir yolculuk olmuştur sizin için” dedi ve arkasını dönüp gitti. Olsun. Benimle vedalaşmak için kaptan köşkünden inmesi bile az şey değildi.

Sırt çantamı alıp gemiden indim. Arkama bakmamaya çalıştım çünkü çok iyi biliyorum ki, dönüp bakılan yer ruhunda iz bırakır. Gitsen de seninle gelir. Bu gemiyle ve mürettebatıyla ilgili hiçbir sorunum yoktu ama onlardan tamamen ayrılmaya, yani üstümde izlerini taşımadan ve ruhuma sirayet etmelerine izin vermeden ayrılmaya kararlıydım.

Rıhtıma iner inmez dümdüz yürüyüp sağdaki ilk sokağa saptım. Hemen kaldırıma oturdum. Bir yandan derin derin nefes alarak kara havasını ciğerlerime çekmeye çalışıyor, bir yandan da yirmi günün yorgunluğunu atabilmek için gidip yatacağım temiz bir otel var mı diye etrafa bakınıyordum.

Tabii önce karnımı doyurmam gerekecekti. Canım soğuk bir birayla yağda kızarmış karnabahar çekiyordu. Bol yoğurtlu. Kenarları hafif yanmış. Kekikli.

O kaldırımda ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum. Ayağa kalktığımda, kendimi eskisi kadar aç ve yorgun hissetmiyordum. Yemek yemeyi de, kalacak temiz bir otel bulmayı da pekâlâ erteleyebilir; çok daha önemli işlere öncelik verebilirdim.

Sırt çantamı alıp gerisingeri yürümeye başladım. Gemi hâlâ rıhtımda olmalıydı. Geriye dönmeyi, sadece dönüp bakmayı değil, dönüp geriye doğru yürümeyi göze almıştım. Ruhumun bir nebze de olsa ele geçirilmesinin, yaptığım yolculuğun izinin bir ölçüde de olsa ruhuma yapışmasının yükünü sırtlanmak artık o kadar da korkutucu gelmiyordu.

Geminin yerinde yeller esiyordu. Uçsuz bucaksız okyanusta, rıhtımdan henüz kalkmış, engin sulara açılmış bir gemi de görünmüyordu. Biraz ilerdeki üç dört balıkçı teknesi dışında, millerce uzaklıkta bile dalgaların köpüklerinden başka bir şey yoktu!

Tik ağacından yapılmış devasa kılıçbalığı heykeline sırtını dayamış, elindeki pürtük ağı yamamaya çalışan ihtiyar balıkçının yanına yaklaştım. Balıkçı gözünü ağdan ayırıp yüzüme baktı, uzun süredir çiğnediği tütünü en az üç dört metre ileriye tükürdükten sonra yeniden ağını yamamaya koyuldu.

Rahatsız etmemek için oldukça kısık bir sesle “Affedersiniz” dedim. “Sanıyorum uzun süredir buradasınız. Bir gemiyi arıyorum. O gemiden indiğime eminim. İleriye doğru yürüyüp şu sağdaki sokağa sapmış, kısa bir süre kaldırımda oturmuştum…”

Yalan söylemiş olma ihtimalime karşı hemen kendimi toparlayıp gerekli açıklamayı yaptım: “Bana kısa bir süre gibi geldi. Aslına bakarsanız, o kaldırımda ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum.” Gülümsedim. “Yani bir insan, ne kadar oturabilir ki kaldırımda?”

Balıkçı gözünü ağdan ayırmadan yamamaya devam ediyordu.

“Bir geminin gözden tamamen kaybolması için çok uzun zaman gerekir. O kadar oturduğumu sanmıyorum. Hayır, bundan eminim.”

Balıkçı yüzüme bile bakmıyordu.

“Benim o gemiden inmemiş olma ihtimalim… Daha doğrusu, o geminin buraya yanaşmamış olma ihtimali var mı?”

Kesin bir dille cümlemi tamamladım:

“Yok!”

Balıkçı sinirlenmiş olmalı ki, aniden yerdeki ağı toplamaya başladı. Ağı kucağına aldığı gibi, ağın ağırlığından dolayı zorlanarak da olsa yürüyerek devasa kılıçbalığı heykelinin yanından uzaklaştı.

Dönüp biraz önce girdiğim sokağa doğru yürümeye başladım. Sokağın başına geldiğimde, daha önce oturduğum kaldırıma göz ucuyla baktım. Küçük bir çocuk oturmuş, elindeki ketenpileri (*) sokağın başına doğru atıp sonra geri çekerek, dünyadan uzak, çocukça bir neşeyle oynuyordu.

Kendi çocukluğum aklıma geldi. Tuhaf bir gülümseme belirdi yüzümde. Sonra kararlı adımlarla ileride tabelasını gördüğüm restorana doğru ilerledim. İçeri girdim.

“Swordfish” temiz bir yere benziyordu. Henüz sabahın erken saatleri olduğundan içerisi boştu. Camın kenarındaki masaya oturdum. Sürahideki suyla bardağı ağzına kadar doldurup kafama diktim. Elimin tersiyle ağzımı sildikten sonra masaların örtülerini seren düzgün giyimli, kıvırcık saçlı gence seslenip “Önce şöyle koca bir bardak bira istiyorum” dedim. “Yirmi gündür denizdeyim. Karaya yeni indim. Buranın havası iştahımı açtı.”

Oralı olmadı. Beni duymadığını düşünüp sesimi biraz daha yükselttim.

“Önce yoğurtlu kızarmış karnabahar çekmişti canım ama şimdi fikrimi değiştirdim. Şöyle koca bir porsiyon enginarlı pirinç pilavına hayır diyemem.”

Yine oralı olmadı.

Bu esnada oturduğum masaya iyice yaklaşmıştı. Beni duymamasına imkân yoktu. Masaya eğilip biraz önce su içtiğim bardağı ters çevirdi, masanın kenarına koydu. Sandalyeleri düzeltti. Arkasını dönüp masadan uzaklaştı.

Sanıyorum yabancılara hiç dostça davranılmayan bir kıyı kasabasıydı burası. Gemi mürettebatının sıcak vedalaşmasının hemen ardından kasaba halkının soğuk tavrıyla karşılaşmıştım. Yine de genelleme yapmak, herkesi aynı kefeye koymak doğru olmazdı. Balıkçı bir, garson iki… Belki de tesadüfen kasabanın en yabani iki kişisiyle karşılaşmıştım. Diğerleri çok cana yakındırlar belki de; kim bilir!

Restorandan çıkarken kapıyı sertçe çarptım. Tamam, kibarlığı elden bırakmamış, o garsona haddini bildirmemiştim ama davranışının hiç de hoşuma gitmediğini bir şekilde belli etmem gerekiyordu.

Sokakta hastalıklı bir sessizlik hüküm sürüyor, biraz önce kaldırımda gördüğüm çocuğun yerinde de yeller esiyordu. Rüzgârın etkisiyle oradan oraya daireler çizerek sürüklenen birkaç kuru çınar yaprağından başka hiçbir şey yoktu ortalıkta.

Tekrar rıhtıma dönmeye karar verdim. Beni buraya getiren gemiyi bulabilmek umurumda bile değildi. Herhangi bir gemiye, olmadı bir balıkçı teknesine binip bu kasabadan uzaklaşmak istiyordum.

Gidebileceğim hiçbir yer olmaması, burada kalmam gerektiği anlamına gelmiyordu. Yıllar önce de tam tersi gelmişti başıma: Üniversitede okuyor, kalan zamanımda da bir restoranda part time garsonluk yapıyordum. Her şey yolundaydı. O şehri bırakıp gitmem için geçerli hiçbir sebep yoktu. Ama orada kalmam gerekmesi, gitmek zorunda olmam gerçeğini değiştirmemişti!

Hızlı adımlarla rıhtıma doğru yürüdüm. Başımı kaldırıp baktığımda, rıhtımın olması gerektiği yerde olmadığını fark ettim.

Rıhtımın yerinde geniş bir park uzanıyordu. “Herhalde yönümü şaşırdım” diye düşünerek geri döndüm. Sağımda biraz önce çıktığım sokak, ileride ise başka boş sokaklar vardı. Bütün sokaklar kasabanın içine doğru ilerliyordu. Rıhtımın o yönde olması mümkün değildi.

Kayıtsızca parka doğru yürüdüm. Çınar ağaçlarının altında uzanan yemyeşil çimenlerin üstüne, beşer metre aralıklarla ahşap banklar koyulmuştu. Parkta dolaşan ya da banklarda oturan hiç kimsenin olmaması dikkatimi çekti. Tuhaftı. Bu mevsimde bir parkın bomboş olması mümkün değildi. Hiç olmazsa yorgun bir ihtiyar nefeslenmek için bir banka otururdu; başıboş köpekler dolaşırdı ortalıkta… İşin tuhafı, kuş sesleri birle yoktu! En azından birkaç kuşun ağaç dallarına konup ötmesi gerekmez miydi?

Parkın içlerine doğru yürümeye başladım. Burada neler olup bittiğine dair bir ipucu bulma umuduyla etrafı dikkatlice süzüyordum. Ağaçların arasındaki bronz kılıçbalığı heykelini görünce oldukça şaşırdım. Ortalıkta deniz görünmüyordu. Biraz önce gemiden indiğim rıhtım, inanılır gibi değil ama; yoktu. Madem öyle, burası bir kıyı kasabası değildi. O zaman parkın ortasına bronz bir kılıçbalığı heykeli dikmek kimin aklına gelmişti? Ne anlamı vardı bu heykelin?

Kafamda sorulara cevap veremeyeceğimi biliyordum. Dönüp tekrar kasabanın içine gitmem, birileriyle konuşmam gerekiyordu. Konuşmaya yeltenmezlerse, zorlayacaktım. Bütün bu olan bitenlerin mantıklı bir açıklaması vardı muhakkak.

Tam dönmek üzereydim ki, bronz heykelin hafifçe gülümsediğini fark ettim. Açlıktan, yorgunluktan ya da kafa karışıklığından dolayı hayal görmeye başlamıştım herhalde. Bunca olayın üstüne sırıtan bir heykeli çekemezdim. Hiç oralı olmayıp yoluma devam ettim.

Parktan çıktığımda, ihtiyar balıkçının yerde sırt üstü yattığını gördüm. Elindeki ağ düşmüş, yere saçılmıştı. Ağı toparlayıp kenara koydum, balıkçıya doğru eğilip “Neyiniz var, iyi misiniz?” dedim. Cevap vermiyordu. Yüzü mosmordu. O anda karnındaki geniş yarığı fark ettim. Sanki birisi koskocaman bir kılıçla karnını boydan boya yarmıştı.

Midem bulanmaya, başım dönmeye başladı. Sendeleyerek yürümeye başladım. Tam sağdaki sokağa girmek üzereydim ki, tik ağacından yapılı devasa kılıçbalığı heykelinin yine eski yerinde, bütün azametiyle durduğunu fark ettim. Kılıçbalığının sivri ağzı kan içindeydi. Aniden “la prosta lim”** diye bağırdığımı hatırlıyorum. Koşar adımlarla oradan uzaklaşıp sokağa girdim, can havliyle sokağın solundaki “Swordfish Cafe”ye attım kendimi.

Garsonu görünce neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Garson, daha önce girdiğim restorandaki garsondu. Galiba bu lanet kasabadaki tek garson oydu!

Daha önce yaptığı gibi, yine yüzüme bile bakmıyordu. Çok sert bir ses tonuyla “Bana çatana kremalı double seatle coffee getir,” diye seslendim. “Yanında da…”

Umurunda bile değildi.

“Hey… Bana çatana kremalı…”

Herif dönüp yüzüme bile bakmadı. Başka müşteriler olsa, yoğunluktan benimle ilgilenmiyor diye düşünecek, biraz olsun rahatlayacaktım. Ama benden başka bir allahın kulu yoktu kafede.

Artık bu saçmalığa katlanacak gücüm kalmamıştı. Kalkıp, masaların üstüne kılıçbalığı şeklindeki mumlukları yerleştiren garsona doğru yürüdüm. Beni görmüyordu. Kesinlikle görmüyordu! Yoksa, büyük bir hışımla üstüne doğru yürüyen birine karşı bu kadar kayıtsız kalamazdı. En azından, kendini korumak için gardını alırdı.

Sağ elimle yakasına yapıştım. Sol elimi de yumruk yapmış, olası bir tepki karşısında suratının ortasına geçirmek üzere hazır bekletiyordum.

Yakasına yapıştım diyorum ama sağ elimde yaka falan yoktu! Elim garsona değmemişti bile. Karşımda bir insan değil, boşluk vardı sanki. Ona dokunuyordum ama dokunma eylemi ne yazık ki tek taraflıydı. O beni hissetmiyordu. Görmüyordu. Büyük ihtimalle duymuyordu.

Öyleyse tek taraflı bir ilişki içindeydik garsonla. O benim için vardı, ben ise onun için yoktum. Hiç var olmamıştım.

“Algılamadığın şey, yoktur” diye düşündüm. Demek ki ben bu kasabada yoktum. Bu kasaba vardı, basbayağı bir gerçekti. Ama ben bu kasabanın gerçekliği içine adım atamadığım ve algılanabilir olamadığım için, var olduğum halde yok sayılıyordum. Ne rezalet bir durumdu bu!

Kafeden çıkıp istasyona doğru yürüdüm. İstasyon da nereden çıktı, diye şaşırmayın. Bakın ben hiç şaşırmıyorum. Gayet sakin bir şekilde “İstasyona doğru yürüdüm” diyorum, çünkü bu kasabanın beni sürekli şaşırtmasından yoruldum artık. Sadece rıhtımın değil, o geniş parkın da yerinde yeller esmesini, eskiden onların bulunduğu yerde şimdi bekleme salonunda insan, raylarında tren olmayan bir istasyon olmasını gayet normal karşılıyorum.

Çok sakindim. İstasyona yanaşacak ilk trene binip buradan gidecektim. Ve bu macera da bu şekilde sona erecekti. Bu kasabayı, ketenpiler oynayan çocuğu, kılıçbalığı heykeli tarafından öldürülen balıkçıyı ve el değdirilemeyen garsonu; rıhtımı, parkı, hatta bu istasyonu bile aklımın ucuna getirmeyecektim bir daha. Çünkü tren düdüğünü çalıp rayların üzerinde hareket etmeye başladığında, asla dönüp arkama bakmayacaktım. Her geçen dakika, bu yaşadıklarımın tamamen hafızamdan silinip gitmesine ramak kaldığı anlamına gelecekti. Dakikaları sayardım belki, o kadar. Hepsi hepsi o kadar.

Çok geçmeden raylar kıpırdanmaya başladı. Hemen ardından bir tren düdüğü duyuldu. “İşte” dedim, “Tren geliyor. Bu kahrolası yerden kurtulacağım sonunda!” Sırt çantamı kaptığım gibi istasyona girdim, heyecanla yaklaşmakta olan treni beklemeye başladım. Rayların hareketine ve sesine bakılırsa, trenin buraya ulaşmasına en fazla üç dört dakika vardı.

Rayların ruhunu okumakta, verdikleri mesajı algılamakta üstüme yoktu. Çünkü üniversiteden atıldıktan sonra güneye, bir kıyı kasabasına yerleşmiş, kasabanın istasyonunda çalışmaya başlamıştım. Lojmanda kaldığım için, mesai bittikten sonra da trenlerden uzak kalmıyor, zamanımı, lojmanın bahçesine attığım sandalyede oturup yaklaşmakta olan trenlerin raylar üzerinde yarattığı hareketliliği inceleyerek geçiriyordum. En büyük hayalimse, istasyon memurluğundan emekli olduktan sonra küçük bir tekne alıp bütün vaktimi balığa çıkarak, ağ atarak, ağ toplayarak, ağların yırtılan yerlerini onararak geçirmekti.

Olmadı.

Tren düdüğü gittikçe daha güçlü duyuluyor, rayların hareketi artıyordu. Tren ha geldi ha gelecek diye beklerken hava kararmaya başladı. Bu kadar uzun sürmemeliydi. Sadece trenin gelmesi değil, şu kasabada geçirdiğim lüzumsuz vaktin de bu kadar uzun sürmemesi gerekiyordu.

Tren düdüğü gittikçe yaklaşır, raylar artık gözle görülür biçimde titreşirken gece olanca ağırlığıyla çöktü üstüme. Etrafta başkaca ses yoktu. Kimsecikler yoktu. Bu hayalet kasabada öylesine sıkılmıştım ki, o mendebur suratlı garsonu bile özlemeye başladım. Bari o dolaşsaydı ortalıkta. Beni görmüyor, duymuyordu ama en azından nefes alan birilerinin etrafta olması yalnızlık hissimi biraz olsun azaltırdı belki.

İstasyonda çaresizce beklemekten vazgeçtim. Tekrar kasabanın içlerine doğru gidip açık bir yerler olup olmadığına bakmalıydım. Kim bilir, belki bu sefer başka birileriyle karşılaşırdım. Beni görebilen, duyabilen birileriyle…

İstasyondan çıktım. Gecenin zifiri karanlığında zorlukla yürüyerek daha önce girdiğim sokağı aramaya başladım. Etrafta sokak yoktu. Etrafta hiçbir şey yoktu. Uçsuz bucaksız bir arazide, kör karanlıkta yürüyordum.

Artık dayanma gücüm kalmamıştı. Ulaşmaya çalıştığım yerlerin hepsi aniden ulaşılmaz oluyordu. Ulaştığım yerlerse, ulaşılmaması gereken yerlerdi hep. Bu işte bir terslik vardı.

İstasyona dönüp o kahrolası treni beklemekten başka çarem yoktu. Sesi geldiğine göre, kendi de eninde sonunda gelecekti.

Dönüp gerisingeri istasyona; daha doğrusu istasyonun olması gereken yere doğru yürümeye başladım. Çünkü uzunca bir süre yürüdüğüm halde istasyon binasını hâlâ görememiştim.

İstasyonun olması gereken yerde sadece servi ağaçları vardı. Hiç düşünmeden ağaçların arasından girdim. O karanlıkta, etraftaki mezar taşlarına takılmamaya çalışarak dikkatlice yürümeye başladım. Rıhtımın, parkın, istasyonun olduğu yerde bu kez de devasa bir mezarlık vardı. Artık dayanma gücüm kalmamıştı. Sırtımı bir mezar taşına yaslayıp oturdum. Nasıl olsa ölüler beni duyamaz diye düşünüp kendimi hiç kısıtlamadan, bağıra bağıra ağlamaya başladım.

Nasıl oldu da kendimden geçtim, o korkunç yerde, mezarların arasında nasıl uyuyakaldım, bilmiyorum. Gözümü açtığımda gün ağarmıştı. Hafif bir meltem esiyor, servi ağaçları hep birden hafifçe sağa, sonra hafifçe sola eğiliyordu.

İçim birdenbire hiç anlam veremediğim tuhaf bir sevinçle doldu. Ayağa kalkıp üstümü başımı silkeledim. Sonra bütün gece boyunca sırtımı dayayıp yaslandığım mezar taşına baktım. Mermerden yapılı koca bir kılıçbalığıydı. Üstünde de “ David Swordfish – 1836-1889” yazıyordu.

Gülümseyerek “Işıklar içinde yat David,” dedim. “Sayende temiz bir uyku çektim. Yerin sahiden rahatmış!”

Servi ağaçlarının arasından yürüyüp mezarlıktan çıktım. “Buralarda bir rıhtım olmalıydı,” diye düşündüm. “Rıhtıma ulaşırsam, beni buralardan uzaklaştıracak bir gemi bulurdum nasıl olsa…”

Hiç kimsenin beni görmemesini, bu civarlarda bir rıhtım falan da olmamasını umursamadan yürümeye başladım.

 


* Ketenpiler: Ucuna ip bağlanarak ileri doğru atılan, ip çekildiğinde dönerek geri dönen tahtadan bir oyuncak.

** La prosta lim: “Aman Allahım” anlamına gelen bir deyim.

Kılıçbalığı” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar;

    Çok güzel ve keyifli bir hikayeydi doğrusu. Severek ve bayağı da eğlenerek okudum. Yüzüme yayılan geniş sırıtışın da önüne geçemedim ayrıca. Her garsonun aynı kişi olması, rıhtım bölgesinin sürekli yer değiştirmesi ve kahramanımızın bu olaylara verdiği tepkiler aklımda en çok kalan kısımlar oldu. Bu güzel öyküyle seçkimizi şenlendirdiğiniz için çok teşekkürler.

    Kaleminize sağlık…

  2. Merhabalar,

    Güne bu öyküyle başladım geçen gün. Verdiği his harikaydı.

    “Benim o gemiden inmemiş olma ihtimalim… Daha doğrusu, o geminin buraya yanaşmamış olma ihtimali var mı?”

    Biraz Hasan Ali Toptaş’ı anımsattı bu sorgulama bana, çok keyifliydi.

    Elinize sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *