Öykü

Kim Olduğumuza Dair

ilham alınan eser

Marry Shelley – Frankenstein ve H.G. Wells – Dr. Moreau’nun Adası

Ölmeden önceki kaosu ve korkuyu sonsuza kadar hatırlamak ve hatırlatmak için yazıyorum. İnsan olarak doğduk, üretilen bir tür olarak sonsuzlaşacağız.

Bir ölüyü daha yaktılar. Bu yaşayanlarımızdan birine mal olacaktı, hepimiz biliyorduk…

Yeni tür, en çok bu anı beklerdi. Kendileri için diri bir avı hak ettikleri zamanları. Türlerinin sayısını artırmak için büyük kıyımlar gerçekleştirmeye gerek duymazlardı. Tüm türlerin en yırtıcısı haline geldiğinden beri insanoğlu korkusuna yenik düşmüştü. Karşı koymak için yaptığımız her hareket yeni türe güç katıyordu.

Korkularımız o kadar büyüktü ki her defasında arkamızı daha fazla kollamamız gerektiğini, o tok uyuşukluklarımızı artık eskisi kadar rahat yaşayamayacağımızı içgüdüsel olarak kabul etmiştik. Soylarımız tükenmeyecekti ancak varlık sebebimiz yeni bir türün başlangıcına hizmet etmek zorundaydı. Laboratuvar canavarları tarafından bir anda yakalanabilir ve sadece birkaç saat içinde laboratuvara taşınıp dönüştürülebilirdik. Yaşamın bizlere öğrettiği en önemli şey evrimin asla hızlı ilerlemediğiydi. Yaşama uyum sağlayamadığımız için kaybettiğimizi anlamamız geç olmadı.

Laboratuvar türü bütün türlerin en donanımlısı haline gelmesi 2117 yılında gerçekleşti. Doktor Moreau ile Doktor Frankenstein’ın yürüttüğü çalışmada henüz ölen insanoğlu tekrar tasarlanıyordu. Keskin kolları ile üç güçlü tırnaklı insanoğluna üstün gelmişti. Onlara vuramazdık. Çeliktendiler. Eğer denersek, bunu hayatımızla ödemek zorunda kalıyorduk. Onlar için ilk olarak çelik deri tasarlandı. Bu çelik o kadar sertti ki hiçbir güç karşısında eğilip bükülemezdi. Saldırganlıkları kedigillerinkinden de fazlaydı. Özellikle acıktıklarında onları durdurmak söz konusu değildi. Besin zincirinin en yırtıcısıydılar ve insan hariç her canlıyı tüketebilirlerdi. Yaşayanlar içerisinde birkaç kişi birleşip onları yok etmek için plan yaptılarsa da kendi kazdıkları kuyuya düştüler ya da ölmekten korktukları için başından pes ettiler.

Onları, dönüştürme fikri Dr. Frankenstein’a aitti. Eğer ölümüz yoksa her gün iki yaşlı insan aramızdan alınırdı. Organları henüz çürümemiş ve kemikleri parçalanmamış tüm ölüler de bu dönüşüme alınırdı. Doktor, bir baykuş gibi geceleri ölü avına çıkıyordu. Sonrasında sadece yeni ölenler değil, geliştirdikleri türün ganimeti olan insanoğlu da hızlıca laboratuvara taşınıyordu. Tıpkı kendisine benzeyen ve onunla aynı kökleri paylaşan bir tür geliştirmek için hayatını adamıştı. Öyle bir tür olacaktı ki, ölümsüzlük onlara bahşedilmiş olacaktı ve ağır ağır ilerleyen evrim onlara asla dokunamayacaktı. Herşey bahşedilmiş olmalıydı, evrimin getirdiklerine ihtiyaçları yoktu. Bu “bahşedilmiş beden” projesini Moreau’ya aktardığında Moreau önce tereddüt etti çünkü o dönemde insanların hayvanlaşma evriminin üzerine deneyler yürütmekteydi. Ancak sonrasında bunun yani evrime müdahale etmenin daha heyecan verici bir boyutu olduğuna ikna oldu ve projesini bir süreliğine rafa kaldırdı. Türler arasındaki hiyerarşik düzeni değiştirmek ve yeni düzen kurmak için harekete geçtiler. Yarattıkları tür, yaşamı tüm formlarıyla ele geçirmeliydi.

Doktor Moreau insan ırkının artık diğer türlerin varlığına hizmet etmesi gerektiğine ve bunun artık sonsuza kadar böyle devam edeceğine inanmaya başladı. Frankenstein ise bu bir kaos başlangıcıydı ve kaosun, düzenin gerçek anlamı olduğunu tekrarlayıp duruyordu. Kaos, devamlılık için gerekli görülmeliydi. Hiçbir düzen, kaosu bitiremezdi. Zaten hiyerarşik ortama düzen deniliyorsa bu sadece bir aldatmacadan ibaretti. Düzen denilen şey aslında kaosun kisvesiydi. Yeni Kaos, aynı kökten gelenlerin çarpışmasından doğacaktı ve ölümler de doğal olmayacaktı. Öte yandan, Yeni ırkı da yönetim altında tutmaya gayret ediyorlardı. Güç sınırlandırılmazsa tehlike yaratıcıyı da tehdit edebilirdi.

Yaşayanlar olarak biz evrimin getirdikleri kadardık. Üç uzun iri parmaklarımız güçlü tırnaklara ve sivri dişlere sahiptik. 4.Dünya Savaşı’ndan sonraki kıtlık bizleri atık bulabilmek için toprak deşmeye ve sert parçaları dişlemeye mahkum etmişti. Üstelik avlanmamız için de bu değişim gerekliydi ve neticede evrim bu gerekliliği gözardı edemedi. Yeni türün saldırganlığıyla birlikte birçok taktik denedik. Derin hendekler kazıp, pusular kurduk. Düşürdüğümüz laboratuvar türüne ait her bir yaratığı güçlü parmaklarımızı hızlıca kullanarak gömmeye uğraştık. Çelikten ağırlaşmış bedenler, üzerlerindeki toprak ağırlaştıkça boğuluyorlardı. Ancak bu hiyerarşik düzen bizleri yine de üstlere taşımadı. Ne kadar aldıysak kendimizden o kadar vermek zorunda kaldık.

Asla büyümek istemiyorduk. Ölüm için istediğimiz şey bencilceydi, Frankenstein’ın köpeği olmaktansa aslanlara yem olmayı diliyorduk. Sıranın kendisine geldiğini bilen birkaç yaşlı insan kendisini aslanların önüne atmayı düşünüyordu. Bu her ne kadar onların sonunu getirecek olsa da bir başkasını zamansız kurban etmek olacaktı. Bencilce davranmalı mıydı?

İçimizden bazıları yine de düşünmekten ve plan yapmaktan vazgeçmediler. Yeni türün içine sızmanın imkansızlığına ve bunu denediklerinde dönüştürülmek üzere öldürülmelerine  rağmen her fırsatta toplandılar, yeniden tartıştılar. Frankenstein ve Moreau hayattayken onlara karşı duramazdık. Ölenlerini Frankenstein’ın bulamayacağı yerlere gömmekten ve yeni türün avı olmamaları gerektiğinden bahsettiler. Bunun bizleri zafere götüremeyeceğini, yine de bir önlem olduğunu söyleyip durdular. Başka bir öneri ise Frankenstein’ın yakalanıp parçalanması üzerineydi, Moreau zaten ölümlüydü. Bir tırnak darbesi ile kolaylıkla öldürülebilirdi. Böyle bir durumda yaratıcıları ortadan kaldırmanın iki sonucu olacağı görüşüne vardılar. İlk olarak yeni türün -üretilemeyeceklerinden dolayı- nüfusları artamazdı. İnsanoğlunun soyu korkusuzca devam ederdi. Sonrasında onlarla iyi kötü uzlaşılabilirdi. Üstelik aynı kökene ait oldukları için duygusallık içerisinde barış anlaşması yapılabilir ve her iki tür de av hedefini aslanlara yöneltebilirdi (Belki ilerde toprağın altında kalan bir tür olarak tarihe karışabilirlerdi, kim bilir)

Diğer yandan, daha çok saldırganlaşacaklarını ve güçlerini intikam ve hakimiyet için kullanıp insanoğlunun kökünü kurutabileceklerini düşünüyorlardı. Bunun pek zekice olmayacağı da öne sürüldü. Yeni tür kendisini yaratabilme umudunu taşımaya elbette devam edecekti. Neticede üreyemiyor olacaklar ve bir avuç sayıları ile yeryüzünde tek başlarına devam ettirecekleri bir düzen kuramazlardı. Yine bir hiyerarşiye mutlaka ihtiyaç duyacaklardı. Eğer hakimiyet, insanoğluna karşı savaş açmama anlaşması üzerine onlara verilirse her iki tür de istediğini alabilirdi.

Ancak asla fikirler uygulamaya geçemedi. Kimse bu kadar cesur değildi. Toplantılar umut verse de sonraki korkularımız bizi sindirdi. Ölülerini yakmaya veya parçalamaya başladık. Korkumuzu bu şekilde cesarete dönüştürmek ister gibiydik. Yaptığımız farkedildiğinde ise derhal yaşayanlarından birisini borçlanmış olduğumuzu anladık. Döngü tersine işliyordu. Önce fethedilip sonra savaşılıyordu adeta. Ölenlerimiz dönüştürüldüklerinde zaten ne gibi taktikler belirlendiğini en ince ayrıntısına kadar çözmüşlerdi. Bizi tanıyorlardı. Ne yapacağımızı, neler hissettiğimizi, taktiklerimizi biliyorlardı. Onlar da bizdik. İnsanoğlu, laboratuvar türünü yok etmek için kendi türümüzün doğal olarak ölümsüz olması gerektiği inancına vardık. Yapacağımız hiçbir şey yoktu. Üretici kölelerdik.

Madem ki direnemiyorduk, son çareyi pes etmekte bulduk. Pes etmek bazen kazanmak da olabilir. Şimdi hepimiz birleşiyoruz ama yeni türü yok etmek için değil. En büyük darbenin teslim olmak olduğuna kim karar vermişti, hatırlamıyorum. Hala üreyebilenlerimizi durdurmaya ikna eden kimdi? Yeni türe verebileceğimiz yenilerimiz olmayacak. Yenik düşmedik, belki de daha başka türlerin de kökeni bizler olacağız. Tarihin sayfalarında yine de yer alacağız. Tek isteğim Frankenstein ve Moreau’nun denekleri olarak anılmamak. Ölümsüzlük tarihte yer almaktır. Biz türümüzü korumak için onurlu davrandık. Biz değil evrim, doktorlara karşı kaybetti.  Geri kalanlarımız şimdi ölmeyi ve öldürülmeyi bekliyoruz. Son doğan insan olarak benim biraz daha zamanım var. Başka bir tür olduğumuzu her zaman hatırlamamız gerekir.

Kim Olduğumuza Dair” için 2 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Seçkiye hoş geldiniz. Güzel bir öyküydü. Evrim konusu her daim taze konulardan. İki farklı karakteri bu konu üzerinden birleştirmek yaratıcıydı.
    Kaleminize kuvvet.

  2. “İnsan olarak doğduk, üretilen bir tür olarak sonsuzlaşacağız.”

    Şu cümleyi okur okumaz dedim ki tamam, bir solukta bitecek bir öykü. Öyle de oldu zaten. Biyolojik mühendislik, bilim ve teknolojik gelişmelerin hayatımızdaki direkt etkileri, içinde kaybolmak istediğim alanlar. Diyalog olmamasına rağmen son derece akıcıydı, şunun gibi güzel cümleler sıkça karşıma çıktı: “Madem ki direnemiyorduk, son çareyi pes etmekte bulduk. Pes etmek bazen kazanmak da olabilir.”

    Kısa bir öykü olması hasebiyle söyleyeceğim şeyin yaşanması normal fakat yine de belirtmekte fayda var, “yine de” kısa aralıklarla üç kere karşıma çıktı. Öyle aman aman kulak tırmalamadı, yanlış anlamayın, sadece belirtmek istedim.

    Genel itibariyle çok hoş buldum öykünüzü, Seçki’nin rengarenk bir hâl alması çok güzel. Ziyadesiyle karanlık, geleceğe göz kırpan, yaratıcı aklın akıcı bir üslûpla buluştuğu hoş bir öyküydü.

İhsan Çağatay Boz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *