Öykü

Kızıl Tepe

“Kızıl Tepe Tuvar İmparatorluğunun merkezinde, Kızıl dağının yüksek ve erişilmesi zor bir noktasında yer alan, kendi halinde yaşayan insanların bulunduğu bir köydür. Tuvar İmparatorluğu burayı çok kereler kuşatmıştır. Nice kalabalık ordular, nice güçlü savaşçılar bu köyün direnci karşısında biçare kalmıştır. ‘Peki, kendi halinde insanların yaşadığı bir köy neden ulaşılmaz oluyor?’ dediğinizi duyar gibiyim. Burada köylülerin bakıp büyüttüğü ejderhalar devreye giriyor

Kızıl Tepe’ye yalnız sarp bir patika çıkıyor. Dar vadilerin ve engin zirvelerin arasından geçen yolu bir orduyla geçmek imkânsız. Yola en fazla iki at arabası koşulabiliyor, yolun bazı kesimlerinde tek arabaya bile düştüğü oluyor. En bateride köye yakın yerde yol iyice daralıyor ve tepenizde dev gibi yaratıklar beliriyor. Alev saçan, kadim zamandan kalma yaratıklar. “ dedi tüccar. Şömine başında masal anlatmayı seven dedelerin gözünde beliren mutlu parıltı gözlerinde yanıp söndü.

“Bize saldırmazlar değil mi Tahir?” dedi çelimsiz delikanlı.

“Ejderha diye bir şey yoktur Suat. Şu salağı korkutma sonra uykusunda altına kaçırıyor” dedi dağa toplu görünen delikanlı

“Bu sefer doğru söylüyorum, bu köye daha öncede gelmiştim.” dedi ihtiyar tüccar. Yol boyunca asılsız efsanelerden ve korkunç yaratıklardan bahsedip Suat’ı korkutmuştu.

“Ne zaman, bundan önceki yaşamında ejderha olup uçarak mı geldin.”

“Onların adını fazla anmayın.” Dedi Suat.

“Ne o korktun mu budala, sana söylüyorum şu ihtiyarın yalanlarına daha ne kadar inanacaksın.”

“Ama onları görmüş, doğru söylüyor olabilir.”

“Buraya bör madeni için geldim, yeterince börü alıp terk edelim.” diye kestirip attı Tahir.

Gece ulaşabileceği en karanlık ana ulaşmıştı, tek ışık kaynağı hilal bulutların arasına gömülmüştü. Issız yol daralmaya başlamıştı. Uzaklardan baykuş sesleri işitildi. Hafif bir esinti kulak memelerini yaladı.

Yolun iki yanında tek sıra halinde çam ağaçları bulunuyordu. Bunun haricinde sabah yağan yağmur yolu çamura bulayıp bırakmıştı. Yolcular kuytu bir kovuk bulana dek sırılsıklam olmuştu, elbiseleri yenice kurumuştu. Suat akşama doğru hapşırık nöbetine tutulmuş, Tahir’in ağır küfürlerine maruz kalmıştı.

“Yanık mı kokuyor yoksa benim burnumun ayarı iyice bozuldu mu?” dedi Suat burnunu kıvırarak

“Evet, sanki yanık kokmaya başladı.” dedi Tahir. Sesinde hissettirmemeye çalıştığı bir tedirginlik vardı.

“Ejderhalar zapt edilmeyince çamları yakmış. Köye yaklaşmış olmalıyız, bu saatlerde ejderhalar kafestedir diye umuyorum.”

“Kafes mi, ateşe nasıl bir kafes dayanır ki?”

“Börle kuvvetlendirilen demir kafesler zamanla ejderhaların yuvası olur.” dedi kır sakallı tüccar.

Konuşurken yürüme tempoları istemsiz bir şekilde hızlandı. Kokusunu aldıkları yanık çamlar omuz başlarının üçer adım yanında bulunuyordu artık. Yol boyunca manzara bu şekilde devam etti. Onlar yola devam ederken köz halindeki çamların arasından iki köylü çıkageldi.

“Kimsiniz ve Kızıl Tepede ne işiniz var.” dedi diğerine göre uzun duranı.

“Ben Tuvarlı bir tüccarım, bunlarda yoldaşlarım. Kızıl Tepeye bör almaya geldim. Yeterince altın getirdim.” dedi, yularını sıkıca kavradığı atı göstererek.

“Bu saatte bör bulamazsın bunu bilmiyor musun tüccar. Sizi köye almayabiliriz, ne yapmayı düşünüyorsunuz?”

Tüccar elini yemenisinin iç cebine salıp adamın istediğini verdi. Geceyi köyün merkezinde bulunan handa geçirdiler. Hanın ortak salonu geç vakit olduğundan boş sayılırdı. Yatmadan önce birer bira yudumladılar. Islanıp üzerlerinde kuruyan elbiseleri temiz pijamalarla değişip derin bir uykuya daldılar.

Sabah ilk uyanan tüccar oldu. O ilk keşfini yapıp döndüğünde sabah güneşi odalarını tamamen doldurmuştu.

“Haddddi kalkın sizi tembeller, yapacak çok işimiz var.”

“Kahvaltıda ne var, sabah çayımı içmeden yola çıkmam ben.” dedi Suat, gözlerini ovuşturarak. Ses tonu düne göre daha bir kalınlaşmıştı.

“Vaktimiz yok, bir parça ekmek alıp yola düşmeliyiz.” dedi tüccar. Telaşı her hareketinden sezilebiliyordu.

Suat’ın kendine gelmesi biraz zaman aldı. Alelacele giyinip hancının yenice pişirdiği somunlardan kapıp Kızıl Tepenin bahar sabahına kendilerini bıraktılar. Köyün yayılma alanı pek yoktu. Geldikleri yolun tam zıttında orman bulunuyordu. Köyün diğer iki yanı sarp kayalıkla çevriliydi. Ancak tek şanlı yanı güneşin ormanın üstünden doğup geldikleri yoldan batmasıydı. Köylünün temel geçim kaynağı bör madeniydi e birazda ormancılık vardı.

“Ormana gideceğiz, aradığım şey orada olacak, ne olursa olsun beni yalnız bırakmayacaksınız. Anlaştığımız gibi paranın kalanını köyden çıkınca alacaksınız.”

Köylü yenice uyanıyordu. Kimi bahçesindeki çiçekleri suluyor, kimi sabah güneşinin altında uykusunu açıyordu. Tek tük de olsa çocuklara denk geldiler. Köyün dar sokaklarında kendilerince eğleniyorlardı. Gece hiçbiri fark etmemişti ama doğuda çam ağaçlarının alabildiğine uzandığı engin bir orman bulunmaktaydı.

Yol boyunca yanlarında getirdikleri kır atı da alarak hızlıca ormanın içine yöneldiler. Köyde hissettikleri dağ esintisi etkisini tamamen yitirdi. Ağaçların gölgesi güneşin kavurucu etkisini kesti. Dün yakalandıkları yağmurdan da eser yoktu. Bu yolculuk en çok Suat’ı mesut etti. Yol boyunca somunu dişledi, neşeli bir ezgiyle ıslık tutturdu. Tahire göre çelimsiz duruyordu ama somunu ondan önce bitirdi. Ağaçlar neredeyse birbirine sarılmaya, orman iyice sıklaşmaya başladı.

“Bu bör madeni nerede çıkarılıyor.” dedi Tahir.

“Bör ormanın diğer tarafında sarp kayaların altında bulunuyor. çıkarılması çok zor, işlenmesi de bir o kadar meşakkatlidir. Ama şimdi biz o yöne gitmiyoruz. Belki fark etmişsinizdir, ne zamandır ormanın sağına doğru yolculuk ediyoruz.

O öyle deyince Suat irice olan kafasını kaşıdı ve aval aval etrafına bakındı. Hakikaten orman biraz öncekine göre seyrelmişti. Güneş tekrar tepelerinde yüzünü gösterdi. Öğlen olmak üzereydi artık.

“Peki, kahvaltıdan mahrum kalıp bu ormana niye geldik.” Dedi Tahir

“Size ejderhalardan bahsettim, hani bana dün gece inanmamıştınız. Bu gün bir yavru ejderhamız olacak. Kızıl Tepede uzun yıllardır uygulanan bir adet var. Köyden seçilen bir çocuk köyün son bebek ejderhasını yetiştirmekle yükümlüdür. Şu an bulunduğumuz yere yakın bir noktada bir kız ve köyün son ejderhası bulunmakta. Bör değerli olabilir ama bebek bir ejderha paha biçilemez.” İhtiyar tam sözünü bitirmişti ki çok yakınlardan şen bir ezgi ormanın yeşiliyle dans etmeye başladı.

Orman perisi, orman perisi

Ne olur duy benim şen sesimi

Bir elimde Altan, bir elimde baltam

Seni arıyorum daha sabahtan

Bu sesi işitince bir ağacın arkasına sinip pusuya yattılar. İşte karşılarındaydı. Saçlarını arkadan toplamış kumral tenli on iki, on üç yaşlarında bir kız şen kahkahalar eşliğinde şarkısını söylüyordu. Elinde yarı boyunda bir kafes vardı ama taşımakta hiç zorlanmıyormuş gibi duruyordu. Kafesin içinde ise kzıl pulları olan küçük bir ejderha vardı.

“Siz ikiniz kızı yakalayıp ağacın birine sıkıca bağlayın kafesle ben ilgilenirim” diye fısıldadı ihtiyar.

“Çok zarar vermeyelim tamam mı Tahir”

“Ben işime bakarım seni ahmak” dedi ve kendini açık etti. Hızlıca kızın karşısına dikildi.

“Ver o elindeki şeyi.”

“neyi, Alta’nı mı istiyorsun? Duydun mu Altan seni İzel’den ayırmak işitiyorlar.” Kızın kahverengi gözlerinde korku okunuyordu.

Altan kıpkızıl bir deriye sahipti. Güneş ışığında kızıl pullar daha bir belirginleşiyordu. Gözlerini açınca sanki orman daha bir aydınlandı. Kafesin içinde tembel bir dönüşe çabaladı ve ağzını ayırırcasına esnedi. Esnemenin ardından beceriksiz bir çığlık duyuldu. Ağzından birkaç kor parçası etrafa saçıldı.

Küçük kız sol elindeki küçük baltayı Tahire doğru gelişigüzel savurdu. Tahir kıvrak bir hareketle kendini sıyırdı ve İzel’in eline yapıştı sonra diğer elini kavrayınca kafes yere düştü. Düşmenin şiddetiyle kapak açıldı ve Altan serbest kaldı. Kızıl ejderha kanatlarını şöyle bir esnetti ve az önceki çığlığın benzerini tekrarladı. Ayağının altındaki çimin üzerindeki çiğ tanelerinin büyüsünü bozarak ilerledi. O sırada tüccar kapağı açık durumdaki kafese yöneldi. Bunu gören Altan adamın üzerine atıldı, pençelerini var gücüyle ihtiyara geçirmeye çalıştı. İhtiyar aldığı darbenin etkisiyle inledi, ama yaratığı yakalamak için kafesi sıkıca kavradı.

O sırada Tahir kızı bileklerinden kavrayıp yakındaki bir çamın gövdesine dayadı. Kayışından bir demet urgan ip çıkarıp kızı belinden ağaca bağlamaya başladı.

“Altan’a zarar vermeyin, onun canını yakmayın, o benim biricik ejderham.”

“Canını yakıyorsun, zor kullanmadan da yapabilirsin.” dedi Suat.

Ne olduysa o anda oldu. Tahir elinin tersiyle İzel’in suratına vurdu. Buna şahit olan Altan olanca kuvvetiyle Tahir’in karşısına uçtu ve var gücüyle suratına ateşini üfledi. Tahirin yüzü ve tuniği alev aldı. Çığlık atarak ağaçların arasında koşuşturdu. Kendini o ağaçtan o ağaca çarptı.

“ Suuuuu, suuu imdaaattttt…”

Altan sonrasında üzerine kafesle koşturan ihtiyara saldırdı. Onunda doğrudan yüzüne alevini saçtı. Adamın kır sakalı başta olmak üzere alev aldı ve oracıkta yere yığıldı. Tüm olanları gören Suat yanlarındaki ata binip hızlıca kaçtı.

Kızıl Tepe” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar,

    İsimlerin bizden olduğu fantastik öyküler oldukça hoşuma gidiyor. Öykünün başındaki dialogta karakterlerin kim olduğu biraz karışıktı ama sonradan toparladı. Betimlemelerinizi beğendiğimi de belirtmeliyim. Kaleminize sağlık.

    1. okuyup üstüne birde değerlendirdiğiniz için çok teşekkür ederim. isimleri olabildiğince bizden seçmeye çalışıyorum. itiraf edeyim başta karakterleri bende karıştırdım. hızlı bir giriş yapınca oldu sanırım. betimlemelerde fazla derine girmemeye çalıştım. beğenmeniz sevindim, tekrar teşekkür ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *