Öykü

Kötürüm

Uyarı: Okumak üzere olduğunuz öykü 21 yaş altı için uygun değildir. Uygunsuz cinsellik içerir.

-Giriş-

“Geriye çekilin,” diye haykırdı arka saflardan kardeşi Ager.

Bayer çekilebilseydi çoktan yapardı. Elindeki çivili gürzü karşısındaki Akçığlının omuzuna gömdü. Adam acılı bir nidayla devrilirken ikinci darbeyi de yüzüne yedi ve sesi kesildi.

“Koruyun beni!” diye kükredi Bayer, elindeki gürzü başka bir düşmana savururken. “Ne boka yararsınız?”

Muhafızları, anlaşılan sesini duyacak kadar yakında değillerdi. Kaybediyoruz, diye düşündü, bu aşikârdı; kayalıklara yığılan cesetlerin çok azı kırmızı giyiyordu. “İlerleyin,” diye bağırdı, “ilerleyin ve safı kırın!”

Gelen tek yanıt çeliğin çeliğe, kalkana yahut ete çarpma sesiydi. Etrafındaki keşmekeş kümese girmiş bir tilkinin yaratabileceği türdendi.

“BAYER, ARKANA BAK!” Gerilerden gelen bu ses yine Ager’e aitti. Bayer döndü ve baktı. Gördüğüyse koyu bir bulanıklığın arasında üzerine savrulan bir baltaydı. Refleksleri beyninden daha hızlı hareket etti ve küçük bir çocuk gibi ciyaklayarak kendini sırtüstü yere attı.

Baltası boş havayı kesen güneyli, otuzlu yaşlarında gür sakallı bir adamdı. Yüzünün sağı sığ bir kesikten sızan kanla kızıla boyanmıştı. Kara gözleri Bayer’in gümüş kakmalı, yılan işlemeli, cilalı zırhında gezindi bir an. Sonra sakallarının arasından zor seçilen bir ağızla yere tükürdü ve “Siktigimin soylusu,” diye böğürdü. “Tüysüz göğsünde koca bi oyuk açacam!”

Bayer, öleceğim, diye düşündü. Öleceğim! Elindeki gürz düşerken savrulmuştu ve kalkanı da kim bilir neredeydi. Gördüğü son şey bir baltanın yalımı olacaktı. Karşısındaki adam böğürerek kolunu kaldırdı ve ağır balta bir an havada asılı kaldı.

Heyecan, panik ve korku –daha çok korku- karışımı sayısız hisle boğuşan Bayer, o an kalbinin atmadığına yemin edebilirdi. Gözlerini kapattı ve darbeyi bekledi, bekledi, bekledi… Beklediği darbe gelmeyince usulca açtı gözlerini. Karşısındaki iri adamın gözleri sonuna dek açılmıştı ve ağzından kan sızıyordu. Bir an sonra elindeki balta zarifçe kayıp kuru otların arasına düştü, sonra kendi de rüzgâra kapılmış bir söğüt gibi devrildi.

Şuan ölmekte olan Akçığ’lının biraz evvel durduğu yerde Ager duruyordu artık. Elinde yarısı kanla yağlanmış bir kılıç tutuyor, yüzünde olması gereken dehşeti usta bir kumpanyacı gibi gizliyordu. Ağzı hafifçe aralandı, “Sikerim savaşını,” dedi, “kayaları, uçurumu ve kuru otları Palaz o kalkık götüne sokabilir. Emri ver, gidiyoruz.”

Bayer başıyla onayladı. Daha henüz doğrulurken “Çekilin!” diye buyurmuştu bile. Geriye çekilin! HERKES GERİ ÇEKİLSİN. HEMEN!”

Emri duyanlar duymayanlar için tekrarladılar ve kayalık arazide büyük bir çekilinler uğultusu asılı kaldı. Ager’in ve Bayer’in etrafı bir düzine muhafızla muhafazaya alındı ve karşılarına çıkan düşmanları biçerek geriye çekilmeye başladılar. Arazide de gerisingeri koşan onlarca mavili asker kırmızılılarca kovalanıyordu.

Koşuşturmacanın arasında etrafı muhafızlarla sarılı Bayer’in tek görebildikleri ileri geri sallanan kalkanlar, kılıçlar, kemerlerdeki kamalar ve önündeki Dev Yuhan’ın geniş omzuydu. Adam lakabını hak ediyordu.

“Canına susamış,” dedi biri, Bayer belli belirsiz duydu sesi. Gerilerde Akçığlıların zafer nağraların arasında duyduğu bu cümle yakınından gelmiş olmalıydı; muhafızlardan birinden.

“Durun!” dedi Ager. “Durun ve öldürün şu herifi!”

Bayer hızla etrafına bakındığında gözleri yaklaşık yirmi adım mesafeden süratle üzerlerine gelen bir süvariyi seçti. Ağır zırhlı adam, atı öyle hızlı sürüyordu ki hayvanın çatlamamış olması mucizeydi.

Muhafız Başı Barat Barre öne çıktı. Ellinde kısa saplı bir fırlatma mızrağı tutuyordu. Çektiği derin bir nefesle göğsünü dolduran adam mızrağı iyice sıktı, gözlerini süvariye dikti ve fırlattı silahı; kolu yay gibi gerilmiş, silah aç bir şahin gibi ileri atılmıştı. Kısa mızrak tek nabız atışında hedefine vardı lâkin ıskaladı; süvarinin değil kara aygırın bağrına saplandı. Kâfi. Hayvan acıyla kişnerken ön bacakları kırıldı, artık koşamasa da hâlen eski momentumunun kırıntılarını taşıyordu. Sürücüsü savrulan aygır yüzüstü birkaç adım süründü, ardından muhafızların üzerine doğru yuvarlandı. Bu an, iki kalp atışı sürmüştü. Hiçbirinin ne düşünecek ne de kaçacak bir fırsatı oldu. Hayvan birkaç muhafızı ezdikten sonra Bayer’in üzerine yıkıldı.

Sonra karanlık geldi.

* * *

Bayer karanfil kokan bir odada uyandı. Başı çatlayacak gibiydi, içeride beynini kemiren bir şeyler olmalıydı. “Ah, uyandı,” dedi bir ses. Bayer başını çevirdiğinde kırmızı önlüklü kadını gördü, tanıyordu onu: Ülkedeki en iyi hekim olarak kabul görmüş Salie Akça. Ardında da genç bir kız vardı. Kız koşuşturarak odadan çıktı ve kapıyı çarptı.

“Kendinizi yormayın,” dedi Salie. “Nasıl hissediyorsunuz?”

“Ölmemiş gibi,” dedi Bayer inleyerek.

“Ölmediniz…” dedi kadın. Küçük bir yüzü, küçük bir burnu ve küçük kulakları vardı. Kulaklarının uçları sarı saçlarının arasından azıcık çıkmıştı. Alnına kırışıklıklar tebelleş olsa da halen güzelliğini kaybetmemişti. “…ama muhafızlarınızdan bazıları o kadar şanslı değildi. Vecid ve Cella kurtulamadı…”

Bayer gözlerini kapattı. “Peki, kardeşim?” dedi.

“Ager çok iyi,” dedi kadın. “Hayvan ona dokunmamış bile.”

Şükürler olsun, diye düşündü Bayer. “Ben… bu yataktan ne vakit çıkabilirim?”

Kadının yüzündeki tebessüm güz görmüş güller gibi soldu bir anda. “Üzgünüm,” dedi, “bacaklarınız… Elimden geleni yaptım ama bacaklarınız iltihaplanmıştı ve çürük yayılıyordu. Ben… ben yapmak zorundaydım.”

Bayer anlamadı. “Ne yapmak zorundaydın?” dedi. “Sen… sen bana ne yaptın?” Sonra üzerindeki çarşafı hızla savurdu ve bacaklarının olması gereken yerdeki boşluğu gördü.

* * *

Bayer iki haftadır odadan çıkmamıştı. Zaten istese de kendi çabalarıyla çıkması pek mümkün değildi. İstemiyordu da. Ne hizmetkârlarca taşınmaya gönlü olmuş ne de Başmarangoz Tanbey’in hazırladığı arkada iki büyük önde iki küçük tekerli, deri kaplama minderli sandalyeyi kullanmıştı. Sandalye odanın köşesinde öylece duruyordu. İki haftadır yataktan bile çıkmamış, sargıları değiştirmeye gelen bir kadın -bacaklarını kesen Salie’yi kovmuştu ve yenisinin ismini öğrenmeye lüzum yoktu-, lazımlıkları tutan birkaç oğlan ve ona yemek getiren bir genç kız haricinde odaya kimseyi sokmamıştı. Ager girmeye çalışmıştı birkaç kez. Zaten sinirli bir mizacı olan kardeşini içeriden uzak tutmak için bir dizi küfür yetmişti. Babasının şehirde olmayışı da büyük bir şanstı. Şans, diye düşündü ve dişlerini sıktı. Vecid ve Cella’yı öldüren hayvan onu kötürüm bırakmıştı.

“Bayer!”

Kapının arkasından gelen sesle düşünceleri dağıldı. “Siktir git,” dedi kardeşine.

Kapı savrularak açıldı ve içeriye Ager girdi. Üzerinde yakasız beyaz bir gömlek ve siyah ketenden bir pantolon vardı. Bayer’e yattığı yerden eskisinden çok daha uzunmuş gibi görünüyordu. “Ne yapıyorsun?” diye çemkirdi Bayer. “Defol git odamdan.”

“İstediğin kadar sövebilirsin,” dedi Ager, “gerekirse döve döve çıkarırım bu odadan seni.”

“O zaman öyle yapman gerekecek.”

Ager köşedeki tabureyi aldı ve yatağın karşısına oturdu. “Çocuk gibi sızlanmayı bırak artık,” dedi. “Daha kaç gün burada tıkılıp kalacaksın?”

“Senin için söylemesi kolay,” dedi Bayer, bunu söylediği an pişman oldu ama iş işten geçmişti. Bakışlarını çarşafa dikti.

“Kolay mı?” diye kükredi Ager. “Bencil, kibirli piç. Senin yerinde olmayı dilemedim mi sanıyorsun? Seni çekip alamadım diye vicdan azabı çekmediğimi?”

Bayer bir şey demedi. Yutkundu, dudaklarını araladı lâkin diyecek herhangi bir şey gelmedi aklına.

“Kendini artık işe yaramaz gibi gördüğünün farkındayım ama bu dünyanın sonu değil, yapabileceğin bir sürü iş var.”

“Örgü örmek olabilir mi?” dedi Bayer.

“Neden olmasın? Yattığın yere sıçıp, yardımcı olmaya çalışan insanlara eziyet etmekten iyidir.”

“O atı üzerimden alıp beni buraya kadar sürüklerken ve bacaklarımın budanmasına göz yumarken de yardımcı olmaya mı çalışıyordun?” Üzerindeki çarşafı asıldı ve dizden altı olmayan bacaklarını gözler önüne serdi.

Ager bacaklara baktı. “Ben… ben seni ölüme terk edemezdim,” dedi, sesi üşümüş gibiydi. “Elimden gelen tek şey buydu. Özür dilerim.”

“Ölsem daha iyiydi,” dedi Bayer tiksintiyle. “Keşke bıraksaydın da ölseydim.”

Ager taburesinden kalktı. Bir şey diyecekmiş gibi bir müddet süzdü Bayer’i. Sonra odadan çıktı.

Bayer başını yastığa koydu, gözünden birkaç arsız damla dökülürken bir müddet tavanı izledi.

Kapı açıldı. Gelen yine Ager’di. Kapıyı çarparak kapattı ve “Ölmek mi istiyorsun?” diye tısladı. Sonra belinden ufak bir bıçak çıkardı ve avucunda sıktı. “Öyle olsun,” dedi. “Seni öldüreceğim, ama şimdi değil. Bacaklarını geri almayı deneyeceksin, eğer işe yaramazsa seni işte o zaman öldüreceğim.”

Bayer acılı bir edayla güldü. “Tırnaklarımdan değil bacaklarımdan bahsediyoruz.”

“Umurumda değil. Önce tıbbı deneyeceksin, işe yaramazsa simya, o da işe yaramazsa kara büyü, o da işe yaramazsa ne bok varsa onu deneyeceksin. Sonunda hala kötürümsen söz veriyorum gırtlağını kendi ellerimle keseceğim.” Kapıyı çarptı ve odadan çıktı.

* * *

Aradan geçen üç ayda onlarca insan kulenin merdivenlerini arşınladı lakin hiçbiri işe yarar bir çözüm sunmadı. Simyacılar ellerinde iksirleriyle, Bayer’in daha önce hiç görmediği alet edevatla sözde hünerlerini sergiledi; her biri para ve mevki derdine düşmüş sahtekârlardı. Büyücüler geldi; dokunmadan nesneleri hareket ettirenler, yoktan kart desteleri yaratanlar, geleceği gördüğünü iddia edenler, hatta ölüyü dirilttiğini söyleyenler; çözüme en fazla yaklaşan genç bir hanım oldu: Bayer’e içirdiği koyu, kusmuk gibi kokan şey her neyse genç adamı o kadar hasta etti ki üç hafta boyunca bacaklarını düşünemeyecek kadar bilinçsiz yattı Bayer. Ve hekimler geldi; en işe yaramazları. Denemediler bile, çoğu gelir gelmez geri gitti, bazıları da nutuk çekmekle yetindi.

Üç ayın sonunda Bayer sırtını yastığa yaslamış öylece olmayan bacaklarını izliyordu. Babası döndüğünde bolca azarlamıştı onu. Ordunun komutasını elinden almış kardeşi Ager’e vermişti. Bir dizi azarlamanın daha ardından da veziri olduğu Gözce’ye dönmüştü.

“Keva,” diye seslendi Bayer, kapının arkasındaki delikanlıya hitaben. “Hey, yanındaki oğlanla oynaşmayı kes de içeriye gel.”

Keva hızla içeriye girdi. Ela gözleri, kestane saçları ve çenesinin altında belli belirsiz birkaç tüyü vardı. Kareli bir gömleğin üzerine yazlık mavi bir yelek giymişti. Altında bolca bir pantolon ayaklarında da parmak arası terlikler. “Şey… biz sadece şakalaşıyorduk-”

“Eminim öyledir,” dedi Bayer, Keva daha da kızardı. “Önemli değil Keva, bana kardeşimi bulabilir misin?”

“Tabii,” dedi. “Yani emredersiniz.” Döndü ve odadan çıktı.

Yaklaşık on beş dakika sonra odaya girdi Ager. Yazlık botlar, kahverengi, dar bir pantolon, beyaz, yakasız önü sarkık bluz giyinmişti. Kemerinde ufak bir kama asılıydı.

“Sanırım sonuncusunu yarım saat evvel defettim ve en işe yaramazı da oydu,” dedi Bayer. “Bana ne dedi biliyor musun?”

“Ne dedi?”

“Kesilen şeyin tırnaklarım değil bacaklarım olduğunu. Sanırım başladığım yere geri döndüm.” Gülümsedi.

“Dünyadaki son insanın o olduğunu sanmıyorum,” dedi Ager. “Herkesi denemediğine eminim.”

“Bana doğruyu söyle,” dedi Bayer gözlerini kardeşininkilere dikti. “Tüm bunları beni oyalamak için başlattın. Sırf birkaç hafta daha yaşamam için?”

Ager köşede duran tekerlekli sandalyeye kadar yürüdü ve yavaşça oturdu. “Evet,” dedi, “ve böyle yaşamaya bir nebze alışabilmeni umdum.”

“Pek işe yaramadı. Şu ana kadar göğsüme bir şeyler saplamamış olmamın tek sebebi kendimi öldüremeyecek kadar korkak olmam. Ama sen bir söz verdin, şimdi de arkasında durman gerekiyor.”

“Verdim,” dedi Ager, “ve duracağım da. Son bir kişi daha kaldı.”

“Gelsin,” dedi Bayer. “Beni parmaklamaya çalışmadığı müddetçe her yerimi elleyebilir.”

“Bu üç ayda baya geniş bi adam oldun çıktın desene?”

“Sorma,” dedi Bayer. “Ee nerede senin şu sonuncu?”

“Maalesef kimsenin ayağına gitmezmiş. Bizim gitme-”

“Şansa bak ki benim ayaklarım yok,” diyerek kardeşinin sözünü kesti Bayer. “Gelmemesi için bir sebep göremiyorum. Ya sen?”

“Onu kastettiğini sanmıyorum,” dedi Ager gülerek. “Seni ben götüreceğim, yarın gidiyoruz.”

* * *

Vakit öğleyi geçmişti. Göze çarpmasın diye süslü bir fayton yerine yük için yapılmış, genişçe, üstü kapalı bir at arabası kiralamıştı kardeşi. Yanlarına başka kimseyi almamışlardı.

Bayer sarsıla sarsıla ilerledikleri eşek yolunda pek rahat değildi ama en azından arabanın arkasından manzarayı izleyebiliyordu. Arabayı kiraladıkları kasabadan sonra üç saatte beş köy geçmişlerdi.

“Taşlıca Köyü gerimizde kaldı,” dedi sesini duyurabilmek için yüksekçe. “Buradan sonra herhangi bir yaşam yeri yok diye biliyorum.”

“Ben de öyle biliyordum,” dedi Ager tıngırtıların arasında. “Anlaşılan varmış. Burada durmamız gerek sanırım. O herifin tarif ettiği meşe şu olsa gerek.” Kardeşi işaret ettiyse bile Bayer ağacı görebilecek bir pozisyonda değildi.

Araba durdu, dışardan gelen bir iki tıkırtının ardından Ager kardeşinin yanına gelip oturdu, bacaklarını dışarıya sarkıttı. Ellerini önünde birleştirdi, bir müddet düşünürmüş gibi oldu. “Buralar sence de çok güzel değil mi?” dedi sonra. “Kışın ılıman yazın serin olurmuş. Geniş yeşil ova, temiz hava, dingin bir yaşam; onca koşuşturmadan uzak. Hoşuna gitmez miydi?”

Bayer konuşmanın nereye varacağını az çok tahmin etti. “Sadede gelebilir misin?” demekle yetindi.

“Bak,” dedi, parmağıyla bir yeri işaret ederek. “Şuraya güzelce bir ev yaptırırız, etrafına ahşap çitler, çitlerin içine üç beş çeşit hayvan serpiştiririz. Güzelce de bir kız buluruz sana. Çocuğun çoluğun olur, bir iki de hizmetçi. Bir de özel koşum yaptırırız; sordum soruşturdum, çok zor bir şey değilmiş. İstediğin zaman ata binebilirsin. Böyle bir yaşamı istemez misin?”

“Beni buraya bunun için getirdin!” dedi Bayer. “Şu son deneme dediğin yalandı, değil mi? Beni öldüremediğin-”

“Yalan falan değil,” dedi Ager. “Burada beklememiz söylendi. Ben de ânı değerlendiriyorum. Ama evet, ne olursa olsun seni öldürecek falan değilim. Etrafına bir bak, sana söylediğim yaşam çok mu boktan?”

Bayer derince bir nefes aldı. Olabilir miydi? Hayatı boyunca birilerine muhtaç yaşayacaktı ama ailesi olacaktı; karısı, çocukları, basit ama güzel bir hayat. Başını çevirdi, “Sırf param için benimle evlenecek bir kadın,” dedi, “ve de sürünerek gezebileceğim bir evim olacak. Gerçekten de çok güzel bir hayat!”

“O zaman siktiğimin sandalyesini kullanırsın sen de,” dedi Ager hışımla. “Parası için evlenecek kadınmış! Sanki bacakların varken koluna girenler o tatlı diline vuruluyordu.”

“Hoş geldiniz,” dedi biri. İki kardeş de hızla sese döndüler. Altmışlı yaşlarında başörtülü, kamburca bir kadındı. Kulaklarının yanından boynuna doğru sarkan iki ak örüsü vardı. Üstünde kendine büyük gelen kara entari ve yelek, altında boz bir şalvar, ayaklarında da kara çarıklar.

“Hoş bulduk,” dedi Ager daha çok sorgularcasına. “Yoksa siz Esenbek misiniz?”

“Sanırım insanlar bana öyle diyor,” dedi kadın, anaç bir tebessümle.

İnsanlar öyle diyor da ne demek? diye düşünmeden edemedi Bayer.

“Kardeşimi size getirdim,” dedi Ager bacaklarını sarkıttığı arabadan atlayarak. “Onun için yapabileceğiniz bir şey olabilir mi?”

Kadın arabaya uzandı ve Bayer’in üzerindeki örtüyü hafifçe titreyen eliyle açtı. “Ölüm hariç her şey için yapılabilecek bir şey vardır,” dedi ve Bayer’in gözlerine baktı. “Ama benim yapabileceğim şeyler değil.”

Bu da ne demekti? “O da ne demek?” dedi Bayer.

“Ben aracıyım oğlum,” dedi Esenbek. “Seninle Tanrı arasında gerili ipim. Ne yaparsan sen yapacaksın ama yapman gereken şeyler herkesin üstesinden gelebileceği gibi değil. Bunu bil.”

“Ne olursa,” dedi Bayer. “Bana bacaklarımı geri verebileceğine inanıyor musun?”

“Hayır,” dedi kadın çocuğunu azarlar gibi. Sonra Ager’e döndü. “İndir kardeşini,” dedi.

Ager, Bayer’e, ‘ne diyorsun?’ dercesine baktı. Bayer başıyla onaylayınca da arabadan indirip yeşilliğe yatırdı.

“Sen git,” dedi Esenbek, Ager’e. “Yarın gün doğumundan sonra buraya gelip kardeşini götürürsün. Ya ölü ya da ayaklanmış olarak.”

Ager’in yüzü kaygıyla gerildi. “Hayır,” dedi “Bayer, buna değmez. Gidiyoruz.”

Ölümü defalarca kez düşünmüştü ama bu kadar yakın olunca titreyecekmiş gibi oldu. “Olmaz,” dedi yattığı yerden usulca. “Eğer ufak da olsa bir şans varsa-”

“Aptal olma,” dedi Ager. “Bu kadına nasıl güvenebiliriz?”

“Güvenemeyiz. Ama başka çarem de yok.”

“Her zaman bir çaresi vardır,” dedi kardeşi. “Bana bak Bayer, tek istediği cebinin biraz para görmesi, sonra seni öldürüp benim götürmem için bu otların arasına atacak.”

Esenbek araya girdi. “Ager Canbaras Salez,” dedi. “Paranızın benim için bir ehemmiyeti yok. Ama her şeyin elbette ki bir bedeli vardır. Doğumun bedeli ölümdür. Yazın bedeli kış, gündüzün bedeli gece, bereketin bedeli kuraklık.” Ve gülümsedi.

-Ara-

Nedan elindeki çımkıyı öküzün uyluğuna vurdu. İri hayvan düveni çevirirken zorlanıyor, böğürüyor arka ayaklarını büküyordu lâkin ilerleyemiyordu artık. Yanında bir eş olmadan çok bile dayanmıştı. Daha fazla zorlamaya lüzum görmeyerek hayvanın bağını çözdü ve başındaki çuvalı çıkardı. Rahatlayan öküz yalağa doğru ağır ağır yürüdü.

“Nedan,” dedi bir ses. “İsmin bu değil mi?”

Adam döndü ve kütüğün üzerindeki bacak bacak üstüne atmış genç kadını gördü. En şaşaalı davetlere yakışır kan kırmızı abiye içindeki kadın, koyu siyah saçlara sahipti. Sol elinde deri bir çanta tutuyordu.

“Sen de kimsin?” dedi Nedan bir kaşını kaldırarak. “Yoksa seni onlar mı gönderdi?”

“Alacaklıların mı?” dedi kadın. “Hayır, onlarla bir alakam yok. Ama borçların konusunda yardımcı olabilirim.”

“Nasıl,” dedi Nedan, “Madem onlar göndermedi, borçlu olduğumu nereden-”

“Borçlarını diyorum,” dedi kadın, üstüne iyice bastırarak, “ödemene yardımcı olabilirim. Nereden bildiğim çok mu önemli?”

Nedan yutkundu. “Peki karşılığında?” diye sordu.

“Senden iki şey istiyorum,” diyerek gülümsedi kadın. “Öncelikle ahırındaki teke.”

“Senin olsun,” dedi Nedan hızla. “Peki diğeri?”

“Küçük kızın Esim,” dedi ve usulca kütükten kalktı.

Nedan’ın gözlerindeki heyecan eriyik bir gümüş gibi aktı, yerini kesif bir öfke aldı. “O benim kızım,” diye tısladı. “Seni kim gönderdiyse söyle ona-”

“Kes sesini,” dedi kadın sakince. Elindeki deri çantayı Nedan’ın ayakucuna attı. Çanta küt bir sesle toprağa çarparken içindeki altın sikkelerden birkaçı göz önüne çıktı. “Tek seçeneğin bu,” dedi. “Kışı atlatamayacaksın. İkizlerin sıtmaya tutulacak, hekime paran yetmeyince ölmelerini izleyeceksin. Alacaklıların elinde avucunda ne varsa götürecekler. Aç açıkta, karın ve kızlarınla bu Tanrı’nın unuttuğu yerde-”

“Defol git,” diye çemkirdi ve kadının boynuna iki eliyle yapıştı Nedan. “Kızım satılık değil. Paralarını topla ve evimden defol. Yoksa seni şuracıkta gebertirim.”

Kadın Nedan’ın boynunu sıkan kollarını kavradı. Başını sallamasıyla zarif bileği kalınlaştı, göğsü şişti, saçları döküldü, üzerindeki kıyafet kara bir duman olup havaya karışırken Nedan’ın bileğini tutan kadın artık iri ve kel bir yarmaydı.

Nedan korkuyla birkaç adım geri çekilirken ayağı göremediği bir şeye takıldı ve sırtüstü sapların üzerine düştü. “Sen… sen nesin?” Sesi kısıktı, sessizce edilen bir şükür gibi.

“Ben mi,” dedi adam. “Önemi var mı?” Gülümsedi. “Yoksa yüzündeki korku mu Nedan? İri yarı bir adam seni korkutuyorsa…” dedi ve başını üzerindeki suyu silkmeye çalışan bir köpek gibi sağa sola salladı. Vücudu küçüldü, başından kıvrım kıvrım saçlar döküldü, küçük ayaklarında kırmızı ayakkabılar ve beyaz çoraplar, üzerinde de gümüş bir elbise belirdi. Şimdi Nedan’ın karşısında duran, on yaşlarında hınzırca gülümseyen bir kızdı. “Peki bu nasıl?”

Nedan bir şey diyemedi.

“Sana yalan söylemiyordum,” dedi gümüş elbise içindeki küçük kız. “Benim ne olduğumu gördün. Geleceğini ben yazmadım ama onu görebiliyorum. Çocuklarından birini vererek diğerlerinin yaşamasını sağlayacaksın. Parayı al, borçlarını öde, kalanıyla da kasabaya yerleş.”

Nedan’ın göğsü sıkıştı, gözleri yaşardı. “Kızıma ne yapacaksın?” diye sordu.

“Her şeyin bir bedeli vardır,” dedi küçük kız.

* * *

Bayer, iki saat evvel katırla getirildiği köhne evde, yere atılmış bir yatağın üzerinde tavanı izliyordu. Esenbek onu rüzgâr esse yıkılacakmış gibi duran bu kerpiç eve sokup beklemesini söylemişti. Ve gitmişti. Bayer bekliyordu, dışarıdaki günün batmakta olduğunu ne perdesi ne de camı olan pencereden görebiliyordu.

Oda hafifçe sağa yatık duruyor gibiydi lâkin Bayer emin olamadı. Çürük kirişin, üzerindeki ağırlığı taşıyabiliyor oluşu mucizeydi. Borla sıvalı duvarlar adam boyu ıslaktı, oda boğucu bir rutubetle ağırdı ve içeride rutubetin yanında bir koku daha vardı. Kan mıydı? Leş mi, küf mü, ya da yanık saç? Belki de hepsi birden? Belki de hiçbiri? Koku Bayer’in ciğerini sızlatıyordu. Bayer korkuyordu. Göğsündeki gök gürültüsünü duyabiliyor, tavanda arada bir koşuşturan sıçanlardan ürküyordu. Ve bir de ocak vardı. Kadın onu eve soktuğunda yanıyordu. Ama o gideli ne kadar olmuştu, dört saat mi, beş mi? Taştan ocak hala usulca yanıyordu ve Bayer artık alevleri izleyemiyordu. Uyumayı denemişti ancak işe yaramamıştı. Kaçmak istiyordu; dışarıya çıkıp bacakları zonklayana kadar koşmak istiyordu; ama koşamazdı, kaçamazdı. Gözlerini kapattı. Kılıçlar birbirine çaptı ve bir çocuk öldü. Hızla açtı gözlerini, bu da neydi? O yıllar evveldi. Benim suçum değildi, bilmiyordum, başında miğfer vardı ve ben… bana saldırdı. Bir çocuk bile kalbin yerini bilir. Gözlerini kapattı. Çocuğun gözünde yaş vardı, öksürdüğünde Bayer’in gümüş kakmalı zırhına kan sıçradı. Dudağının kıyısından tükürükle karışık kan sızdı; tıpkı üçüncü bir gözden akan yaş gibi.

Bayer gözlerini açtı ve derin derin soludu. Ağlamak istiyordu, küfür etti, lanet etti ve çığlık attı. Çığlığı dudaklarından ölen bir hayvanın son böğürüşü gibi kaçarken ocağın sönmeyen alevlerine kaydı gözleri. Alevden kapkara duman ağdı ve duman bir an sonra o çocuğa dönüştü; öldürdüğü oğlana. Karnına saplı bir kılıç vardı. Çocuk usulca Bayer’in üzerine yürürken ağzından ve karnından sızan kan zemin tahtalarına damlıyordu. Bayer titredi, ellerinden destek alarak sırtını duvara dayadı ve “Lütfen,” diye fısıldadı.

Kapı açıldı. Bayer hızla döndüğünde Esenbek’i gördü ve eline yapışmış beş-altı yaşlarında bir kız çocuğunu. Biraz önceki ölü çocuğa baktı. Çocuk orada değildi, tahtalarda kan yoktu. Taş ocak hâlâ yanıyordu.

“Hiçbiri gerçek değil,” dedi yaşlı kadın. “Hiçbiri burada değil, hiçbiri buraya ait değil.”

“Çıkar beni buradan,” dedi Bayer yakarırcasına. “Ya da öldür beni.”

“Sana bacaklarını vereceğim,” dedi Esenbek. Kıza döndü ve “Git,” dedi.

Kız itaat etti, odadan çıktı. Esenbek taş ocağa yürüdü, yanan ateşin başına oturdu ve ellerini ısınmak istiyormuş gibi ateşe uzattı. Sonra daha da yaklaştırdı. Bir an sonra eller alevlerin içindeydi. Alevlerle yıkadı ellerini, yüzüne sürttü. Başörtüsünü atıp saçlarında, örülerinde gezdirdi.

Kapı açıldı, içeriye girdi kız. Elinde bakır bir güğüm vardı, diğer elinde de bakır tas. Kız tasa güğümden siyah bir sıvı doldurdu ve Bayer’e uzattı.

“İç,” dedi Esenbek. “Sana bacaklarını vereceğim.” Sesi odada dağ yamacındaymışçasına yankı buldu.

Bayer içti. Sıvıda yağ tadı vardı. Hayır, yağ değildi, çürümüş etti, bozulmuş süttü, deşilmiş irindi. Bayer yuttu. Midesinde bir yaratık kımıldandı. Kusacakmış gibi oldu. Neden direnmemişti, neden içmişti? Bilmiyordu, gitmek istiyordu, ya da ölmek. Gidemiyordu.

Yerdeki ahşap tahtaların arasından ağaç kökleri çıktı usulca. Yılan gibi kıvrılarak, su gibi akarak ilerledi kökler. Bayer’in kollarını sardılar, sonra baldırlarını, sonra göbeğini. Bayer’i sıkıca yatağa bağladılar. Bayer inledi, ağzından başka ses çıkmadı.

Birkaç nabız sonra ahşap kapı kendi kendine gıcırdayarak açıldı ve içeriye kıvrık boynuzlu iri bir teke girdi. Yaşlı kadın köşede duran ahşap, yuvarlak banyo teknesini odanın ortasına kadar sürüdü. Kız gerideydi, konuşmuyordu, gözlerinde, duruşunda, bakışlarında bir şeyler eksikti. İçinde bir şeyler ölüydü.

Teke banyo teknesinin yanına kadar yürüdü. Gözlerinde ocağın alevleri kımıldanıyordu. Başını, bir celladın önünde kütüğe yaslayan adamın acizliğiyle ve riayetiyle tekneye soktu. Esenbek’in sağ elinde bıçak vardı. Bir an önce yoktu, yoktan var olmuştu. Kadın bıçağı tekenin boynuna dayadı ve hayvanın gırtlağını kesti. Hayvan acıyla meledi, boynundan fışkıran kan tekneye akarken yıkıldı. Esenbek ölmekte olan tekenin başını tekneye bastırdı. Banyo teknesine hızla dolan kan köpürdü, titredi. Hayvanın çifteleri boş havayı dövüyordu. Bir an sonra can verdi.

“Soyun,” dedi Esenbek, ölü edasıyla, duygu yoksunu bakışlarla ayakta duran kıza.

Kız itaat etti. Pabuçlarını, çoraplarını, fistanını ve külotunu sıyırdı. Giysilerini yanına yığdı. Olgunlaşmamış vücudu pembeydi, göğüsleri tomurcuklanmamıştı.

Bayer titredi. Başını çeviremiyor, izliyordu. İzlemek istemiyordu. Gözlerini çocuktan alamıyordu.

“Ona öğrettim,” diye fısıldadı yaşlı kadın. Elindeki hançerden ölü tekenin kanı damlıyordu. “Ne yapması gerektiğini biliyor, Tanrı’mızı biliyor, dirayetini gördü. Sen de gördün. Sen de göreceksin.”

Bayer ağzını açtı lâkin çıkan şey ne bir sesti ne de bir çığlık. Ölmekte olan bir adamın son nefesi kadar sesiz bir hırıltıydı.

“Yıkan,” dedi Esenbek.

Kız itaat etti. Usulca tekneye girdi, koyu kan pembe tenine değdi. Tekneye oturdu, kan vücudunu sardı. Ufak ellerini daldırdı kana, avucuna doldurup yüzüne çarptı. Başını tekneye soktu, geri çıkardığında koyu kan saçlarından ve gözlerinden aktı.

Kız kanla yıkanmaya devam ederken Esenbek elindeki hançerle Bayer’in üzerine yürüdü. Adamın gözleri ardına kadar açıktı, yıkanan kızı izliyordu. Kadın Bayer’in üzerindeki kıyafetleri hançerle kesti. Önce gömleğini, sonra pantolonunu. Çıplak kalana kadar devam etti.

Adamın açıkta kalan yarım bedeni ara ara kasılıyordu. Adam ağlıyordu, hayır, gülüyordu. Erkekliği taşlar kadar sertleşmişti ve damarında nabız atıyordu. Esenbek geri geri yürüyerek Bayer’den uzaklaştı. Ocağın başına oturdu, gözlerini kıza dikti. “Başla,” dedi.

Kız itaat etti. Doğruldu, saçlarından ve küçük bedeninden tekenin kanı akarken tekneden çıktı ve Bayer’e doğru yürüdü.

-Ara-

Nedan elindeki deri çantaya bakıyor ve ağlıyordu. Köşede karısı, kızının adını sayıklıyor, başı duvara dayalı öylece yatıyordu. Yaratık gideli beş saat olmuştu; beş saat evvel kızını götürmüştü. Karşılığında da altın sikkelerle dolu deri bir çanta bırakmıştı. Sikkeler yaratık gittikten sonra küle dönüşmüştü.

Nedan kızını değiştiği iki avuç küle baktı ve ağlamaya devam etti.

-Son Söz-

Satir ayaktaydı. Çıplaktı, tıpkı kızı öldürdüğümdeki gibi. “Ben neyim?” diye sormuştu gün doğumunda, Esenbek çarpık parmaklarını güçlü bacaklarında, erkekliğinde ve boynuzlarında, hayranlık duyduğu bir mabet gibi, kendini adadığı bir puta dokunur gibi gezdirirken. “Sen Satir’sin,” demişti kadın. “Bu hem olduğun şey hem de adın.”

Satir, olanları hatırlıyordu; can çekişen tekeyi, köpüren kanı ve kızı. Ama hissedemiyordu. Hissetmesi gereken şeyleri hatırlıyordu: Pişman olmalıydı, kendinden tiksinmeliydi, Esenbek’i öldürmek istemeliydi, kendini öldürmeliydi. Ama içinde alev alev yanan, nefes aldığı her an harlanan tek duygu şehvetti. Başka hiçbir şey yoktu. Esenbek’in gözlerine baktı, kendindeki ateş onda da vardı; şehvet, sonsuz, yoğun arzu. Esenbek gülümsedi, başını sağa sola salladı, örüleri çözüldü, duruşu dikleşti, kıyafetleri yandı ve savruldu. Satir’in karşısında kara saçlarıyla, diri vücuduyla, tapılası güzelliğiyle durdu bu kez ve tekrar gülümsedi. Satir, genç kadını duvara yasladı, dudaklarını dudaklarına bastırdı ve kadının içine girdi. Esenbek’in vücudu zevkle büküldü, haz inlemelerinin arasında dudakları Satir’in sol kulağını buldu. “Bedenler tapınağımız, şehvet yemeğimiz, bu ona ibadet şeklimiz,” diye fısıldadı, “beni ve seni, bizi yaratan Tanrı’nın adını haykır.”

Satir başını kaldırdı ve “JEAGGA,” diye uludu.

Taş ocaktaki alevler harlandı, büküldü ve ateşten çıktı babaları. Hayır, ateş oydu. Satir, onun üzerinden kara, iplik iplik duman ağan, gözlerinden lav akan, göğsünden kan damlayan zarif cismine huşuyla baktı.

-SON-

Osman Eliuz

Yazım sanatının her türünü okuyor, deniyorum. Hangi tür olursa olsun gerçeğin kıyısında gezen anlatıları seviyorum. Üslubum genel olarak karaktere yaslanır. Olaydan öte hikaye ediş ilgimi çeker. Sanırım bendeki sıradan bir öyküde renk bulma çabası, yahut ona bir renk uydurma çabası. Yazmanın yakamı bırakmayacağı besbelli, o açıdan direnmeye lüzum görmüyorum.

Kötürüm” için 16 Yorum Var

  1. iyi günler , öykü akıcı ve iyiydi , yani betimlemeler olsun , karakterler arasındaki diyaloglar olsun kesinlikle iyi bir öykü. Ama her şeyin bir bedeli vardır , bu güzel yazılmış öykünün bedeli de daha doğrusu hoşuma gitmeyen yeri sonucuydu. Sonuç kısmı şaşırtıcıydı ama bilmediğim bir sebeple pek zevk alamadım , yani belki de olumsuz sonuçlanan öyküleri pek sevmiyorum 🙂 ama şunu söyleyeyim yazım gücünüz çok iyi , ve fantastik havada oluyor hep , bu fantastikligin içine biraz daha zevk katabilirseniz çok iyi bir yazar olabilir ve gayet de iyi kitaplar yazabilirsiniz. Öykü hep kasvetli bir hava içindeydi yani bize öykülerinizde farklı hisleri yasatabilirseniz – bence yapabilirsiniz- çok güzel öyküler ortaya cikartabileceginize inanıyorum . Velhasılı kelam bunlar benim düşüncem yani diğer arkadaşlar aynı görüşte olmayabilir , sadece okuyucu hislerimi belirttim. Gelecek seckilerde görüşmek dileğiyle.

    1. Merhabalar. Bu uzunca öyküye ayırdığınız zamana teşekkürler başta. Değerlendirmeniz ve iyi dilekleriniz için de ayrıca bir teşekkür 🙂 Sanırım biraz daha eğlenceli öyküler bekliyorsunuz; dediğiniz gibi öykülerimin geneli kasvetli, sözünüzde haklısınız. Farklı şeyler denemekte her zaman fayda vardır. Ama şöyle bir baktığımda pek eğlenceli şeyler olmuyor gerçek hayatta, yazdığım şeyler de sürekli bu yeisin içine düşüyor. ”Dünyanın her yerinde küçük kızlara zarar verirler,” bu cümle çok sevdiğim bir uyarlama dizide geçmişti. Bu öyküye de yön verdi diyebilirim. Aslında finali nasıl yazacağımı son ana kadar bilmiyordum, üç gün bekledim ve belki on farklı son düşündüm. En sonunda da bu şekilde yazdım; bu diğerlerine nazaran en insancıl(?) finaldi sanırım. Yani mutlu sonla bitmiş gibi hissettim yazarken 🙂 Umarım daha çok seveceğiniz öyküler kaleme alabilirim gelecekte. Yardımlarınız için ayrıca sağ olun; elimden geldiğince dikkate alacağımdan emin olabilirsiniz sözlerinizi. Bu ay sizden güzel bir öykü bekliyordum ama sanırım katılmadınız seçkiye. Gelecek seçkilerde görüşebilmeyi umuyorum.

  2. Merhabalar Osman,
    Güzel bir öyküydü gerçekten ancak hem beğendiğim hem (çok az da olsa) beğenmediğim noktalar var. Küfürlü kısımları fazla buldum. Gerçekçi olması açısından normal ama edebi bir şey kaleme aldığınızdan biraz daha az kullanılabilirdi sanki. Büyü için kullanılan küçük kızın nereden geldiğini anlatmanı güzel ancak gereksiz buldum. Geçen ayki öykün gibi ‘bedel ödenir’ önermesi vardı gibi hissettim biraz da.
    Bunların yani sıra hikaye olarak güzel ele almışsın. Ben şahsen tüm kahramanlık hikayelerinde, savaşlardan sonra, savaşın insanlar üzerinde bıraktıkları etkileri ve nasıl hayat sürdüklerinin de kaleme alınmasından hoşlanırım. Bu güzeldi. Akıcılık konusunda zaten çok iyisiniz.
    Benim öykümü de okursanız, yine geçen ay olduğu gibi, öykülerimiz arasında benzerlik ve sanki bir bağ varmış gibi gelecek. Bir an Bayer ve benim hikayemdeki ‘Dethros’u aynı kişi gibi hayal ettim. Bu da öykünüzü daha da bir beğenmemi sağladı.
    Veba Temasında da güzel bir öykünüzü okumak dileğiyle. Kalemize sağlık. 🙂

    1. Merhabalar. Zamanınıza teşekkür edeyim başta. Küfür konusunda hakkınız var, halen emin olamadığım konulardan biri bu. Bu yüzden farklı görüşler önemli. Kendi açımdan kullanımını seviyorum, özellikle diyaloglar üzerinden ilerleyen bir öyküde küfür etti yahut bir küfür savurdu gibi ifadelerle geçiştirmek de doğru gelmiyor. Edebi yazıyoruz evet ama şiir de yazmıyoruz sonuçta diye düşünüyorum ama yine de emin değilim. Ara kısımlarında kızın hikayesini anlatmamın sebebi etkiyi artırmaktı. Sonuçta Esim’i duygulardan yoksun kılmıştım ve gerçek olmadığı gibi bir kanı oluşmasından çekindim. Yanlış bir hareket de olabilir dediğiniz gibi. Yerini başka şekillerde doldurabilirdim, biraz kolaya mı kaçmışım ne. Yazarken geçen ayki öykümle benzer bir ana fikirde olduğu hiç aklıma gelmemişti ayrıca. Şimdi söylediğinizde görebiliyorum 🙂 Beğenmenize kendi öykünüzden benzerlikler bulmanıza sevindim zira ben de öyle düşünüyorum. Veba temasıyla ilgili şuan aklıma gelen en ufak bir şey yok; umarım yazabilirim güzel bir öykü. Yardımlarınız güzel sözleriniz için çok teşekkürler. Daha iyilerinde görüşebilmek dileğiyle.

  3. Merhaba, bir solukta okudum öykünüzü. Elinize sağlık.

    Akıcılık, merak uyandırma, tasvir etme, diyalog yazma ve kurgu yaratma konularında ne kadar başarılı olduğunuzu bir kez daha göstermişsiniz. Bravo.

    ÜStteki iki yorumda bahsedilen hususlarla ilgili olarak kendi görüşlerimi aktarmak isterim. Final kısmında ben de tam olarak aradığımı bulamadığımı hissettim. Sanırım daha vurucu, daha kuvvetli bir final bekliyordum. Diğer final seçenekleriniz neydi, öğrenme şansımız var mı? 🙂

    Küfür konusu beni çok rahatsız etmedi. Kullanılmasalar da öykünün atmosferini olumsuz etkileri olmazmış.

    Başarılarınızın devamını dilerim, öykülerinizi okumak büyük keyif.

    Sağlıcakla…

    1. Merhabalar. Zaman ayırdığınız, ilgilendiğiniz ve güzel sözleriniz için çok teşekkürler. Diğer final seçeneklerimden bazıları şöyle:
      Fark edildiği üzere Bayer son kısımlarda insani duygularının büyük bölümünü yitiriyor. Yani yaptıkları bir nevi zoraki. Diğer bir finalde bu yoktu. Bayer her şeyin farkındaydı ve Esenbek ona iki seçenek sunuyordu: ‘’Kızı kullanıp hayatta kalabilir yahut ölebilirsin.’’ Bayer ölü edasıyla karşısında duran kıza bakıyor ve ölümü seçmiyordu.
      Diğerinde Esenbek Bayer’e ‘’Eski hayatını geri mi istiyorsun?’’ diye soruyordu. ‘’Hayatın bedeli başka bir hayattır. Bu kızın henüz yaşamadığı hayatı çalabilir misin?’’ deyip önüne bir hançer bırakıyordu. Yahut kendi canına kıyıp kıza bir gelecek de verebilirdi.
      Bir diğer finalde ateşten çıkan yaratık Bayer’e ‘’Ne olduğunu bilmediğimi mi sanıyorsun?’’ diye kükrüyordu. ‘’Her zaman arzuladığın şeyi sana sunuyorum.’’ Sonra küçük kız Bayer’e yaklaşıyordu.
      Bir diğerinde kız duygulardan yoksun değildi. Bayer de değildi. Yaratık Bayer’e yaklaşıp ‘’Bacaklarını geri istediğini biliyorum,’’ diyordu. ‘’Sana bunu verebilirim.’’ Aynı olaya kızın yalvarışları ve çığlıkları da dahilken neticeleniyordu öykü.
      Bunun gibi birkaç final seçeneğim daha vardı. Ama finallerin her birinde temayla bağlantı için dönüşümünün gerçekleşmesi gerekiyordu. Yani mutlu son gibi bir seçenek yoktu.
      Bilindiği üzere Satir’in doğasının büyük bölümünü cinsellik oluşturuyor. Bu öykünün de gerçeklik açısından bunun gibi yahut buna yakın bir dozda olması gerektiğini düşündüm. Hatta gerçekliğe daha bağlı kalmayı seçsem küçük kız yerine öyküde küçük bir oğlanın olması gerekirdi. Bu da yukarıdaki öyküyü neredeyse sevimli hale sokuyor 🙂
      Düşüncelerinizi sakınmadığınız için teşekkür ederek daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  4. Merhaba,
    Baştan ifade edeyim, öyküyü çok beğendim. Seçkide ilgi ile takip ettiğim yazarlardan biri oldunuz. Diyalog yazımında oldukça başarılı buluyorum sizi. Oluşturmak istediğiniz atmosferi, konu ve dönem ne olursa olsun, oluşturabilecek bir kabiliyetiniz olduğunu düşünüyorum. Elbette herkesin daha rahat ettiği bir tarz vardır tabi, o da ayrı bir konu.
    Yukarıda yapılan yorumlara da referans vererek birkaç şey söyleyeyim. Kızın nereden geldiğini anlatmasaydınız, son sahnelerde yer alan ufak kızın nereden geldiğini birkaç cümle ile de olsa neden açıklamadınız diye eleştirirdim sizi. Bu anlamda söz konusu detaylandırma benim hoşuma gitti. Ve bahse konu detayın geçtiği “ara” bölümü öyle güzel bir yere monte edilmiş ki, heyecanla ilerlenen bir anda hem okuyucuyu daha da meraklı bir hale getirmiş, hem de okuyucunun soluk almasını sağlamış. Kızın hikayeye dahil edilişi ile ilgili olarak, daha farklı bir hikaye ile katılabilir miydi kız ana hikayeye bilmiyorum ama bunun üzerine düşünmüyorum da açıkçası. Çünkü bu tamamen sizin inisiyatifinizde olan bir şey. Genel akışı çok bozduğunu, okuyanı hikayeden fazlası ile kopardığını düşünmediğim müddetçe yazarın alanına müdahale etmeyi uygun bulmuyorum. Küfür konusuna da değinmek isterim. Bu konu ile ilgili de bir arayış içerisinde olduğunuz için fikir beyan ediyorum aslında.
    Küfür ve argo ile ilgili olarak esnek bir tutumum var. Her hikaye kendi karakteri ile var olur ve her hikaye kendi kimliğini kendisi belirler. Hikayenin konusu yazara yürümesi gereken yolu az çok gösterir gibi geliyor bana. Bir savaş sahnesinde kan gövdeyi götürürken küfür kullanımı gayet makul. Ya da hiç ilgisi yokken dahi, bir karakter bir küfür savurabilir ortalığa. Bu da karakterin bina edilmesi, karakterin kimliğinin oluşturulabilmesi için gerekli olabilir. Metinde küfürlü bölümlerin kararında olduğunu düşünüyorum. Ancak şunu da söyleyeyim edilen küfürler hikayeye eksi ya da artı bir katkı getirmediği gibi kullanılmaması durumunda da hikayeye artı ya da eksi bir getirisi olmazdı. Tamamen sizin seçiminiz olarak görüyorum bunu. Yazar, yazdığı metinlerde kendisini de mutlu etmeli. Sizi mutlu eden kullanım buysa ben buna karışmayı kendi adıma uygun bulmuyorum. Ancak diğer yorumlara da saygılı olduğumu belirtmek istiyorum elbette. Son olarak isimleri oluşturma sürecinizi bilmiyorum ama seçimlere bayıldım. İsimlendirmeler epey hoşuma gitti. Etkiyi artıran detaylar olmuşlar.
    Gelelim beni okurken rahatsız eden bölümlere. Sadece ufak tefek şeyler var belirtmek, paylaşmak ve belki de sizin de vereceğiniz cevaplar ile anlamak istediğim. Bir bölümde “bir an sonra” kullanımı genel akışı bozacak, okuyanı yanlış mı okudum acaba diye düşündürüp cümleyi tekrar okutturacak kadar fazla tekrarlanmış. En azından bende böyle oldu. Sonra verdiğiniz ikinci ara; ilk ara için ne düşünüyorsam, ikinci ara için tam tersini düşünüyorum. Ve son olarak bu benim hassasiyetim olabilir. Belki sık sık maruz kaldığımız can sıkıcı haberlerin bir dışa vurumu olarak böyle düşündüm ama küçük kızın son sahnelerde yüklendiği roller biraz rahatsız edici geldi bana. Hikaye gidişatı ve anlatım açısından hiçbir problem yok. Ancak anlatımı detaylandırma konusundaki sertlik-yumuşaklık dengesi biraz daha yumuşaklıktan yana olabilirdi belki.

    Veba ile ilgili kafamda bir şey yok demişsiniz ama size uygun bir başlık bence bu. İyi bir şey çıkacağından eminim.

    1. Merhabalar. Bir an sonra ile ilgili dönüp öyküye tekrar bir göz attım. Sanırım öykünün giriş kısmının sonlarına doğru olan bir bölüm kastettiğiniz. Doğru söylüyorsunuz, orijinal metinde üzerinden geçip bazılarını kırpıp bazılarını da değiştirmeye gideceğim, güzel yakalamışsınız, akışı bozuyor dediğiniz gibi. Ve ikinci ara: Metne üç beş defa katıp çıkardım o kısmı, bir türlü emin olamadım, koymazsam eksik kalır diye düşündüm sanırım . Bu öykü şu ana kadar en hızlı yazdığım öykülerden oldu. Aynı anda dört tane öykü yazdım, bir tanesi yarışma içindi, diğerlerini neden yazdığımdan emin değilim 🙂 O yüzden biraz aceleye geldi. Şimdi siz de söyleyince ikinci arayı öyküden çıkardım, daha derli toplu ve de güzel durdu. Kızın üstlendiği rolleri en hafife indirmeye çalıştım öyküde. Verebileceğim kadar inisiyatif verdim kendime ve duygulardan yoksun kıldım karakterleri. Biraz daha azaltsam geriye pek bir şey kalmazdı sanki. ”Anlatımı detaylandırma konusundaki sertlik-yumuşaklık dengesi biraz daha yumuşaklıktan yana olabilirdi,” tam olarak demek istediğinizi anlayamasam da sanırım cinsel istismardan bahsediyorsunuz, yanlış anlamadıysam? Hayatta bu öyküdekilerden çok daha kötüleri oluyor maalesef. O yüzden konusal olarak kendimi sınırlandırmamaya, tabulardan uzak durmaya çalışıyorum. Küfür konusuna gelirsem tutumumuz benzer gibi. Ben de okuduğum ve yazdığım metinlerde haddin aşılmamasından yanayım. Diyalogları elimden geldiğince gerçekliğe yaklaştırmaya çalışıyorum, küfür de biraz bu yüzden.
      Zaman ayırıp uzun uzun değerlendirdiğiniz, yardımlarınız ve güzel sözleriniz için çok teşekkürler. Veba için halen aklımda bir şey yok. Daha önce seçkiye hastalıklarla ilgili iki tane öykü yazdım. Tekrara düşmekten çekiniyorum, güzel bir fikir bulabilirim umarım. Bu temadan sizden de güzel bir öykü gelebileceği kanaatindeyim ben de. Daha iyilerinde görüşebilmek dileğiyle.

  5. Merhaba Osman. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki kalemin gerçekten çok iyi. Bir okuru nasıl öyküye çekeceğini, okuru nasıl yönlendireceğini ve sonuna kadar öyküye nasıl eşlik etmesini sağlayacağını iyi biliyorsun. Çok güzel yorumlar yapılmış. Çoğu noktayla alakalı olarak ben de sevgili Cem ile aynı görüşleri paylaşıyorum. Kısaca değinmem gerekir ise;
    Küfür konusu bence çok da abartılacak bir mevzu değil gibi geliyor. (Normal hayatımızda çoğumuz küfür ediyoruzdur). Cem’in de belirttiği gibi karakterin detaylandırılmasında, işe yarar bir faktör. Hele ki; ölüm kalım meselelerinde ya da öfke patlamaları gibi durumlarda diyalogların tuzu biberi olabilir diye düşünüyorum.
    “Ara” kısımlarına bayıldım. Bence çok yerinde ve çok güzel olmuş, ancak bunla alakalı beni rahatsız eden bir durum var. Esenbek’in – isme bayıldım- ağzından düşürmediği “Bedel” mevzusu. Aklım bir tek buna takıldı, daha doğrusu, adamın bacakları için ödediği bedeli, yaşamı ve insani duyguları gibi düşünürsek- ki artık o eski Bayer değil- bu durumda küçük kız neyin bedeliydi? Açıkçası ikinci “Ara” da buna değinilmesini bekledim ama havada kalmış. Tamam karşılığında altın dolusu bir çanta veriyor. Ki daha sonrasında o da anlamını yitiriyor. Yani Esenbek bu kısımda bana bir üçkağıtçı gibi göründü. Özetleyecek olursam, küçük kızın babasının Esenbek ile yaptığı bir antlaşmanın bedeli olmasını beklerdim. Sanki böylesi hem daha güçlü olurdu, hem de ikinci “Ara” nın etkisini daha da artırırdı diye düşünüyorum. Kasvetli bir hikaye yazmışsın.Ve bunu çok iyi işlemişsin. Sanki gerçek hayatta yeterince kötü şey olmuyormuş gibi davranmak biraz Pollyannacılık oynamaya benziyor. Cinsellik ve küçük kızın kullanımı bence yerinde olmuş.Bu kısımlar okuyana sert gelebilir ancak bazen katarsis sert bir tokat gibi çarpabilir yüzümüze. Ellerine sağlık. görüşmek üzere 🙂

    1. Merhabalar. İkinci ara kısmını bendeki kopyasında çıkardım Sayın Cem’in de tavsiyesi üzerine. Ama yine de kız canı karşılığında bir bedeli hak ediyor. Aslında bedel babasının hangi durumda olursa olsun kızını satmasının sonucu. Ama bu kızın suçu değil sonuçta; dediğiniz gibi ona da bir bedel gerek. Belki şöyledir: “Ona öğrettim,” diye fısıldadı yaşlı kadın. Elindeki hançerden ölü tekenin kanı damlıyordu. “Ne yapması gerektiğini biliyor, Tanrı’mızı biliyor, dirayetini gördü. Sen de gördün. Sen de göreceksin.”
      Bu satırlardan Esim’in öykünün sonunda yer alan Jeagga’yı gördüğünü çıkartabiliriz. Belki karşılığında kabul ettiği bir şey vardı. Lakin dediğiniz gibi daha sağlam bir bedel yansıtması olabilirdi. Aslında öyküyü yazmaya başlarken aklımda Esim ve Esenbek’in aynı kişi olmasını kurgulamıştım. Ama sonra bu şekilde yazmayı uygun buldum.
      Küfür ve cinsellik konusundaki düşüncelerinizi paylaştığınız için ayrı bir teşekkür. Tutumumuz aynı gibi. Cinsellik de küfür gibi aslında. Ne gerekiyorsa onu yazmalıyız diye düşünüyorum. İnsanların kendi hayatlarında cinsel kelimesini bile hiç duymamış gibi davranmaları?.. 🙂
      Düşüncelerinizi sakınmadığınız için, ayırdığınız zaman, güzel sözleriniz, paylaştığınız fikirler ve eleştiriniz için sağ olun 🙂 Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  6. Merhaba,
    Öykünüz gerçekten akıcı ve bir solukta okunabiliyordu. Bence bir öykü bir solukta okunabiliyorsa tüm kusurlarına rağmen başarılıdır. Yine de bazı noktalardaki düşüncemi belirtmek isterim. Öykünüzdeki duygu aktarımları bana eksik geldi. Karakterlerin içinde bulunduğu psikolojik durum daha iyi aktarılabilse çok daha beğenebilirdim. Elbette hiç yok değildi ama öykünün kendisi koştuğu için duygularda bir rüzgar gibi insanın içine değip, çabucak hissiyatını yitiriyordu. Bazı noktalar çok hızlı geçilmiş ancak bazı noktalar da öykü geneline göre fazla açıklanmıştı. Bu dengesizlik rahatsız eden bir nokta oldu benim. Tüm bunlar bir yana çağın tanımlarını çok beğendim. Ustalığınızı burada oldukça belli etmişsiniz. Hayran kaldım diyebilirim. Rastgele okuduğum bir öyküde böyle şeyleri görmeyi açıkçası beklemiyordum. Söyleyeceklerim bu kadar, kendinize iyi bakınız.

    1. Merhabalar. Öyküdeki duygu aktarımlarının yetersizliği konusunda haklısınız. Benim de yazmayı ve okumayı sevdiğim öykü sizin de söylediğiniz gibi dengeli olandır. Bu öyküyü böyle yazmamın sebebi benzer şeyleri tekrarlamamaktı. Önceki aylarda seçkiye katıldığım çoğu öykü o dozda. Bu sefer diyalog ve olay göstermeye çalıştım biraz. Bazı yerlerin daha süratli geçişi ise bir şekilde finale varabilme adınaydı sanırım. Bu öykünün hakkı 6000 kelime civarıydı. Ve üzerinde bir hafta daha durup daha tertipli bir hale getirmeliydim. Belki boş bir zamanımda bendeki kopyasında düzenlemeye gidebilirim. Tüm kusurlarına rağmen yine de hoşunuza gittiyse, zamanınıza değdiyse ne mutlu. Daha iyilerinde görüşebilmeyi umarak siz de kendinize iyi bakın.

  7. Bayer karanfil kokan bir odada uyandı. (ufak ama hoş bir detay)

    “Siktir git,” dedi kardeşine.
    Genelde yazarlar gerçekçilik bahanesini öne sürüp küfürlü konuşmaları metinlerine ekliyor. Bunu pek doğru olmadığını sanıyorum. Edebiyat güzel anlatımdır, çirkinin bile güzelliği ortaya koyar. Bu nedenle “Defol domuz surat” gibi tümceler yazılabilir diye düşünüyorum. Amaç öfkeyi belirtmek. Zaten küfür yazmak biraz klişe, biraz kolaya kaçmak olmuyor mu?

    Ölümü defalarca kez düşünmüştü ama bu kadar yakın olunca titreyecekmiş gibi oldu. “Olmaz,” dedi yattığı yerden usulca. “Eğer ufak da olsa bir şans varsa-”
    Burada Bayer, cevap vermek yerine sessizliğini korusa, eliyle kardeşini geriye doğru itse daha güzel gözükebilir. Zira az da olsa diyalogda pinpon etkisi gözüküyor.

    Nedan’ın öyküsünü oldukça başarılı buldum. Karamsardı. Ayrıca bir çıkış kapısı koymamışsın adama. Keskin bir ara öykü olmuş. Bir taş gibi oturdu mideme.

    Öyküyü güzel çatallandırmışsınız, eğer kelime sınırı olmasa bir novella yazacakmışsınız neredeyse.

    Bu arada ikimizde satir için dönüşümü kullanmışız.

    Kaleminize sağlık.
    Umarım yazmayı ve bu seçkiye katılmayı sürdürürsünüz.

    1. Merhabalar.
      “Olmaz,” dedi yattığı yerden usulca. “Eğer ufak da olsa bir şans varsa-” burası için söyledikleriniz gayet yerinde. Aslında sadece burada değil metindeki diyalogların çoğunda pinpon etkisini hissedebilirsiniz. Sanırım bu öykünün bazı yerlerindeki duygu ve hareket eksikliğinden kaynaklanıyor. Olayları öne çıkarayım derken etkiyi düşürmüşüm…
      ”…bir novella yazacakmışsınız neredeyse.” Evet, az daha öyle oluyormuş 🙂 Beynim çoğu zaman romanvari çalıştığı için bazen neticeye varana kadar sayfalarca yazıyorum.
      Küfür konusuna gelirsem;
      Benim için gerçekçilik bir bahane değil gerekliliktir. Edebiyat güzelin çirkin yanını da ortaya koyar neticede. Yahut yalnızca çirkin olanı. Korku edebiyatı, cinayet romanları ve polisiye örneğin. Ne kadar sevimlidir, içerisinde ne kadar sevimli şeyler barındırırlar? Herkes aynı düşünse, aynı şeylerden bahsedip ağzı gül kokan karakterler hikayelere yön verse edebiyatın da bir manası kalmazdı fikrimce. “Defol domuz surat,” gibi bir kullanım da yukarıdaki öyküye gitmezdi bana göre. Bu, İngilizce’deki bin bir türlü küfrü ‘Lanet olsun,’ diye çevirmeye benziyor. Küfürden tamamen kopmadan azaltmaya gidebilirim zira bazı kullanımları gerçekliğin yanında sevimli bile olabiliyor.
      Zamanınızdan kısıp öykümü değerlendirdiğiniz için, güzel sözleriniz ve özellikle görüşlerinizi sakınmadığınız için sağ olun. Umarım yazmayı ve bu seçkiye katılmayı hepimiz sürdürürüz. Daha iyilerinde görüşebilmeyi umuyorum.

  8. Selamlar,
    Sanırım geç kaldım, öykü hakkında söyleyeceklerimden daha fazlası yukarıdaki yorumlarda bulunuyor zira 🙂 Osman Eliuz tarzı diyeceğim bir öyküydü, belirtildiği gibi diyaloglarınız oldukça gerçekçi ve oluşturduğunuz karakterler havada durmuyor, duygular da dahil buna. Bir kalite standartınız var, öykünüze başlarken vaad ettikleriniz veriyorsunuz cömertçe. Elllerinize sağlık.

    1. Merhabalar. Erken geç ziyanı yok, düşünmeniz yeter 🙂 Elimden geldiğince farklı öyküler yazmaya ve aynı zamanda gerçekçilikten de kopmamaya çalışıyorum. İnsanların ayırdıkları zamana değsin istiyorum, tabii kendi ayırdığım zamana da. Daha iyilerinde görüşebilmek dileğiyle, zaman ayırdığınız ve dönütünüz için sağ olun.

Sefa Tursun için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *