Öykü

Kuzgun Baladı

Piçliğin hiçlikle sevişip, açlığın pis kokuyu gebe bıraktığı bir yarıkta, alnına yazılabilecekler arasında bütün ihtimallerin en kötüsünü meçhul bir kurada kısa çöp olarak seçerek çığlık çığlık doğmuştu Huginn. Buz gibi ve gri taş; ve buz gibi ve gri bir gökyüzü… Gözünü açtığında gördüğü manzara, gözbebeklerinden beynine sızıp ele geçirmişti ruhunu, leşçilik etmeyecektiyse dahi, etmek kaçınılmazdı artık onun için. “Lanetiniz sizin olsun, ben martı olacağım” diyecek bir karga, bir “ihtimal” olarak var olabilecekse dahi, doğmadan üstlenmek zorunda kaldığı lanet, annesinin oğlu olmak, onun her zaman iki taşın arasında, çürümek kokan bir gökyüzüne bakarak kabuğunu kırmasını sağlayacaktı; doğurttuğu her evlat, kendisinin boyun eğmiş ve sorgulamaz kölesi kalmaya devam etsin diye. Ancak biz boyun eğdi demeyeceğiz Huginn için, çünkü eğmedi, başı eğik doğdu.

Gözünden perde kalkar kalkmaz, meşum gökyüzünden sonra hatırladığı ilk manzara, boğazından aşağı solucan kusan annesiydi. Ne merhametti bu, ne eziyet; bir başka annenin lanete gönüllü köle olarak adak sunar gibi sunduğu, bir başka kargaydı annesi de, sadece. Ve yalnızca görevini yerine getiriyordu, Huginn de büyümeli, serpilmeli ve komşu köyün çöplerinden, bataklığın solucanlarından, ölmüş sıçanların göz çukurlarından beslenerek, soyunu devam ettirmeliydi; köy mezarlığında ya da bataklık kıyısında, yağmurlu bir gecede, kendisini bulacak insan çocuğunun korku ve tiksintiyle uzaklaşmasına sebep olacak ıslak bir karga ölüsü olana dek.

En zoru, şüphesiz “binlercesinden biri” olmaktır. Göğün en çirkin zamanlarında uçası tutan, halihazırda tanrıların lanetine uğramış bir manzara arz eden civarın “cehennemî” bile denmeyecek kadar görkemden yoksun, basit, bayağı iticiliğine iğrençlik katan kargalara katılıp; kanat kanat bir melankoli olarak köyün çöplerinde tıkınma yarışında tavuklara rakip olmadan önce, biraz daha büyümesi gerekiyordu hepsi bu. Ne gurur verici bir iş yapıp sevenlerini de iftiharına ortak edebilecekti, ne engin ve eşsiz bir güzelliğin keyfini yârân ile sürebilecek; o yüzden bir sevgi, beklenti ya da bağlılıktan değildi annesinin onun büyümesi için bu arzusu ve çabası; sadece görev. Huginn de yaşamaya baktı, yaşamaktan büyük zevkler umduğu için değil, ölmek için bir sebep bulamadığından. Çünkü ancak yaşadıkça sebep vardır, ve zayıf da olsa ihtimaller. Ki bin yıllardır kargalar, belki bin yılda biri, milyon kere milyonda sıfır küsur bir ihtimali arayarak, kendilerine dahi itiraf etmeden, lanete ve göreve adanmış ve teslim olmuş görünerek yaşamışlardı; en uzak ve meçhul geleceğin sonunda “seçeceği” bir ihtimalin hatrına. Huginn’in aklına bu gelmedi elbet ama, kabuğunu kırdıktan sonra, ölmek için bir sebep olmadığını biliyordu, yaşamak için sebep henüz yoksa da, “yarın” belki olabilirdi. Çünkü dedik ya, ancak var oldukça sebep vardır, yokluğun sebebi yoktur.

Martı olmak da vardı, yahut bir kartal, düşündü mü Huginn, kim bilir?

Ve büyüdüğünü, sert bir gaga darbesiyle anladı Huginn. Annesi ona yiyecek getirmemişti bu defa; belki biraz yavuzluk, biraz katılık, biraz sabırsızlık. Açılıp, anlamsız hayatını anlamsızca, tatsızca ve yine de şükran hislerini uyandırarak devam ettiren yemeği kendi gagasına kusan o gaga, bu defa sertçe dürtüyordu onu, “işimiz bitti, sen yoluna, ben yoluma” dercesine.

Uzaklardan bir kurt uluması duyuldu. Bir an durdu Huginn, sanki başka bir dünyada, belki büyük işlerin, büyük oluşların tam ortasında, bu kurtla bir hikayesi olabilirdi… Ancak fazla düşünmedi, ve “anladım” der gibi baktı annesine, tam kanatlarını ilk defa açıp, “iğrenç olma özgürlüğü”ne uçacaktı ki, ilk defa seslendi ona annesi, ilk defa, alaka hissettiren bir sesle; “Huginn… Bekçi’den uzak dur.” Şaşa kaldı, arkasını döndü ağzını açıp açmamakta kararsız, “bekçi de neyin nesi” diyemeyecek kadar şaşırmış. Devam etti annesi, “Köyün öte tarafında, tarlaların ortasında bekler… Annemin annesinden de önce bir çağda, sökün edip gelmiş buraya bekçi. Taşlar ve sivri uçlu çubuklar atıyormuş, hatta kimisi der ki, tek başına da değilmiş, kendisi gibiler varmış etrafında, acımasız, korku saçan. Nicemizi öldürmüş, ve bizi yerimizden etmiş. Sonra, acımızı daha da artırmak için sanki, lezzetli taneler veren otlar ekmiş atıldığımız ovaya. Ve sonra, birden, zaferinin tadını çıkarır gibi dikilmiş tarlaların ortasına, hareketsiz kalmış. Bir daha ne taş fırlatmış ne çubuk, sadece ufukta beliren kargalara tehditkat biçimde bakmakla yetinmiş; ve bu da bize yetmiş, yetiyor… Bazen soyundan gelenler, ziyaretine giderler, taneleri toplarlar. Onlara dahi aldırış etmez, yüzü hep bize dönük, korkunç gözleri başına taktığının altında gizli; yorulmaz, uyumaz, yıkılmaz, bizi bekler… Bekçi’den uzak dur Huginn, ve bizi mahkum ettiği kaderi yaşa. O, sefayı kendi soyuna böldü, leşçiliği, bataktan, kirden, küften beslenmeyi bize. Çöplük bizim, bahçe onların. Şimdi git…”

Karmakarışık kaldı Huginn. Demek gökyüzü biraz da bu yüzden griydi. Anneler ve oğullar, neşe içinde en yağlı ve lezzetli taneleri yerken doğan güneşe şarkı söyleseler, elbet gökyüzü de güzelleşirdi. Ve annesi bu yüzden yuvası bildiği, hiç de misafirperver olmayan taş yarığı gibi soğuk ve sevgisizdi. Ve o zaman fark etti ki, bir “sebep” vardı; yaşamak için bir sebep değilse de, yaşamaya bir sebep bulamayacak kadar anlamsız bir hayat sürecek olmasına neden olan bir sebep… Ve ölmemek için bir sebep; çünkü Huginn, düşünüyordu! Yarığının üstünden geçerken gördüğü kargaların bakışlarında ancak inanç vardı belki; ya da biraz kabullenmişlik. Annesi de, ancak annesinden duyduğunu aktarıyordu, bir başka kör, bir başka dilsiz… Farkına varması bir şimşek gibi çaktı Huginn’in zihninde; belki de yalnızca o, düşünüyordu! Ve belki bu yüzden garipsemişti annesinin kendisiyle hiç konuşmamış olmasını. Bin yıllık mutadı olduğu gibi kabul etmemişti çünkü. “Bekçi”den başkasını konuşmayan anneler ve oğullar, bunu böyle kabullenmiş, devam ettirmişti. Ama Huginn, annelerin oğullarıyla konuştuğu bir dünyaya hiç şahit olmamış olduğu halde, yalnız kendi aklıyla hareket ederek, bir tuhaflık olduğunu sezmişti. Ve ne acı ki, dışarıdan baksan, hala binlercesinden biriydi; en silik yüzlerin karmaşasıyla resmedilen bir resmin barok kakafonisinde, belki de en önemsiz çehre onunkisiydi, ve o kadar küçüktü ki kafası, gözlerinde, karga cinsinin bin yıllık tarihinde ilk defa beliren ışıltıyı şans eseri görse bile ressam, o kafadan da küçük, önemsiz gözleri resmetmek için fırçasını kirletmeye tenezzül etmezdi.

Arkasına bakmadan uçtu. Kurt uluyordu.

Biliyordu Huginn, ilk iş, Bekçi’ye gitmeliydi. Uzun soğuk gecelerde anlamadığı, anlamayışıyla boşlukta asılı kalmış gibi hissettiği, gri eğlencesizliğin kaynağı “sebepsizlik”, artık çözülüyordu; sebepler buluyordu Huginn. Ve anlamalıydı, cinsini ancak ölümden beslenebilen, yaşayan ölüler haline getiren bu korkmuşluğun sebebini. O, düşünüyorsa, mutadı kabullenip, farklılığını harcayarak sürüye katılamazdı. Belki bütün o çile, bütün o acı, ancak Huginn doğsun diye çekilmişti, çeken dahi bilmiyor, itiraf edemiyor, düşünmekten korkuyordu bunu. Ve böyle değilse bile, Huginn böyle olduğunu düşünüyordu ve aksi bir fikir beyan edebilecek hiç kimse yoktu.

Acemi kanatlarını köye doğru çırptı. Bataklığın kokusunu geride bırakmak ister gibi, bacaların dumanıyla is kokan rüzgarda, uhrevi bir ayinin yıkayıcılığını bulup arınmak ister gibi. Canlı sesler geliyordu aşağıdan, kargaların hiç aşina olmadığı sesler. İhtimal o lezzetli tanelerden süzülmüş kıvamlı birayı yudumlayan insanlar, köyün fahişesinin karga suratlı olduğundan dem vurup gülüyorlardı. Dosdoğru, haşerat ve leşle beslenmiş midesine iştahla kramplar sokan munis hışırtılar çıkaran tarlalara doğru uçtu.

Ve, ufukta o vardı, bekçi. Huginn yaklaştı, bekçi büyüdü. Kafasına taktığı o bezin altındaki gözler onu izliyordu sanki, hissediyordu. Korktu Huginn, korktu çünkü kabuğunu kırdığından beri onu gri bir hayata mahkum etmeyi başarabilmiş bu insanın, mutlaka müthiş bir kudreti olmalıydı. Ama durmadı, zira, bir kere tadını almıştı düşünmenin, bilmeden yaşamaktansa, bilerek ölecekti. Kolları iki yana, en heybetli tehdit ile açılmıştı bekçinin, kaskatı duruyordu öyle, meydan okuyordu, yazgısına başkaldıracak bütün kargalara. Huginn de meydan okuyacaktı, “neden” diye soracaktı, “sebep nedir?”.

Başını eğmişti bekçi. “Başımı kaldırırsam, harekete geçeceğim, gözlerine bakıp, ölümü tattıracağım sana. Bana meydan okumak, gözlerime bakmak ölümdür.” Der gibi. Huginn gençti, toydu, ve en büyük kudreti de buydu. Bir çok genç karga için annelerinden işittikleri uyarı, o “adım”ı asla atamamak için yeterli idiyse bile, Huginn için yeterli olmamıştı. Ve, o uyarıdan korkan yaşıtları gibi bataklığa değil, köye doğru uçmuştu işte, tarlalara… Alışkanlık ve kabullenmişlik, cesaretini günden güne yiyip bitiremeyecek, onu da, binlercesinden biri yapamayacaktı. Huginn’in, dedik ya, en büyük kudreti genç oluşuydu; Huginn bilmez ama, “destan”ları gençler yaşar, yaşlılar yazar.

Aşağı süzüldü Huginn. Gözlerine bakacaktı Bekçi’nin. Ve Bekçi’de hala kıpırtı yoktu. Sanki, “bırak gelsin” diyordu, “gelsin de görsün. Biraz daha belirsizliğin, merakın zevkini çıkarmasına izin vereceğim.”

Süzüldü Huginn. Onunla süzüldü kargaların yazgısı. Ve tam önüne kondu Bekçi’nin. Uzun uzun baktı… Uzunca bir süre, kim bilir kaç saat, hiçbir tepki vermedi. Ve neşeyle bir çığlık koyuverdi ansızın: Bekçi, tahtadan kolları, kollarından kısa kalmış gülünç ceketi, samanları gizleyen çuval bozması şapkasıyla, ancak bir korkuluktu!

Köyde artık, kargalar, köylülerle dalga geçiyorlar, taneleri sindirirken keyif sohbetlerini korkuluğun kollarına tünemiş bir vaziyette yaparak. Köylüler ne olduğunu anlamıyor; ancak Huginn’in çığlığını duyan, tapınaktan çıkıp onu gözleyen ihtiyar rahibe, tahmin ediyor… Bana hikayeyi anlatan, ve ona Huginn adını veren de oydu zaten.

Huginn’e gelince. Evet, kurt ile bir hikayesi oldu, tuhaf değil mi? Ve bir çok hikayeye karıştı Huginn, Viking tanrılarının omzuna kondu, Hun efsanelerine sızdı, Uygur kağanlarıyla konuştu, Karaçaylar’ın Nartlarına yoldaşlık etti. *

Biz boyun eğdi demedik Huginn için. Huginn, baş kaldırdı.

 

*Nartları savaşa yollayan Karaçaylar’dan, yıldırım tanrısı Eliya‘ya bir dua:

“Kara karga col nökerlik eterikti, Eliya

Hapar berirge sanga aylanıp keterikti, Eliya”

 

(Kara karga yol arkadaşlığı yapacak, Eliya
Haber vermek için sana dönüp gidecek, Eliya)

Ayrıca karga-kuzgun, Viking Tanrısı Odin figüründe karşımıza çıkar, “Huginn ve Muninn” olarak, Odin’in iki kuzgunu olarak, iki kurdu ile birlikte. Ayrıca, Mustafa Özbaş’ın çok güzel bir biçimde anlattığı gibi, Türk mitolojisinde karga ve kurt gözümüze çarpar, zamanla “uğursuz” hale gelmişse de, çeşitli Hun, proto-Hun, Uygur efsanelerinde karşımıza çıkar.

Kuzgun Baladı” için 3 Yorum Var

  1. Selamlar,

    Hikayenizi genel anlamıyla beğendim; ama itiraf etmem gerekirse beğenmemdeki en büyük etken sonuydu. Hikayenin başları pek sürükleyici olmasa da sondaki dilin kullanımı ve hikayenin mitlerle bağdaştırılması benim çok hoşuma gitti; ama keşke bu güzelliği hikayenin geneline de yaysaydınız.

    Dil konusunda da birkaç şey söylemek istiyorum. Dilin kullanımı bazı yerlerde zorlama olsa da-özellikle ilk paragraf- genel olarak çok iyiydi. Okurken not almadım; ama gayet güzel cümlele

    1. Kusra bakmayın erken gitti 🙂 ben de bitiriyordum zaten.

      gayet güzel cümleler vardı. Noktalama işaretleri doğruydu ve hiç yazım yanlışına rastlamadım.
      Kaleminize sağlık.

  2. Teşekkür ederim ilginiz ve beğeniniz için. Tamamen düz yazı olarak yazdığım ilk hikaye, o yüzden pek acemiyim. Dikkatimi çektiğiniz için teşekkürler, umarım dili güzelleştirmenin bir yolunu bulurum yaza yaza…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *