Öykü

Kuzgun

Hoca’nın öfkeli sesi sahnede yankılanıyor:

“Olmuyor Ayça, olmuyor.”

Sesinin tınısından damarlarının kabardığını hissedebiliyorum. Müzik susuyor. Hakan alnından yere süzülen terleri elinin tersiyle siliyor. Çaresiz gözlerle bana bakıyor.

Üzgünüm.

“Kafanı toplasana! Ben ne söylüyorum, sen ne yapıyorsun. Seni tanımasam bir saniyemi bile harcamam!”diyor Hoca.

Sırtımdan soğuk terler boşalıyor.

“Kazık gibi duruyorsun, müzikle uyum sıfır. Süzüleceksin Ayça, kasılmayacaksın. Ka-sıl-ma-ya-cak-sın!”

Gösteriye iki haftadan az kaldı.

Ara veriyoruz.

Hakan yanıma geliyor. Huzursuz olduğu aşikâr.

“Bak, beni de yoruyorsun. Kafanı birazcık versen başaracağız. Bu saatten sonra başka partner aramak istemiyorum. Kariyerimizi çöpe mi atacaksın? Lütfen!”

Yüzüne bakamıyorum. Ne dese haklı. Onu da peşimden sürüklüyorum.

“Tamam,”diyorum sessizce.

“Kabullen artık. O gitti. Bıraktı, vazgeçti ve gitti. Önüne bak!”Sesi sitemkâr.

“Yardım al, iyileş!”

Bana kaçık muamelesi yapıyorlar. Her şeyi bırakıp çekip gitmesi normalmiş gibi, endişelenmekte haklı değilmişim gibi hastaymışım gibi davranıyorlar. Oysa biliyorum, o buralarda bir yerlerde. Terk ettiği ben değildim aslında. Ah, bunu bir anlasalar bana da acımaktan vazgeçseler.

Susuyorum.

Müzik tekrar başlıyor. Kollarım, bacaklarım isyanlarda. Kontrol bende değil sanki.

Düşüyorum.

“Anlaşıldı,” diyor Hoca.”Sana iki gün izin. Döndüğünde son bir kez izleyeceğim seni ve kararımı vereceğim. Kapıda bekleyen ve en az senin kadar iyi olan onlarca aday varken..” dişlerini sıkıyor.

Soyunma odasına gidiyorum tek kelime etmeden. Üzerimi değiştiriyor, çantamı topluyor, kaçarcasına çıkıyorum.

Dışarısı soğuk, gün akşama kavuşmak üzere. Kış yavaştan geldiğini hissettiriyor. Montuma sarınıyorum. Aniden üstümde kara bir şey beliriyor. Çirkin bir ses duyuyorum. İrkiliyorum. Kuşmuş meğer. Sokak arasına yığılmış çöplere dadanıyor.

Eve nasıl vardığımı hatırlamıyorum. Kafam kazan gibi . Her şeyi otomatiğe bağladım. Yalnız yemek yiyorum. Demir olsaydı ev dolup taşardı. Yazarlar, ressamlar, çizerler.. Hepsiyle ayrı samimi hepsiyle ayrı dostu. Boğazıma bir şeyler düğümleniyor, yemeği bırakıp balkona çıkıyorum. Biraz hava almalıyım. Derin derin nefes alıp veriyorum. İki gün, bütün geleceğim iki güne bağlanıyor. Hiç bu kadar yalnız, umutsuz olmamıştım. Bir kanat sesi duyuyorum aniden. Yine aynı cins bir kuş. Bu aralar şehri bunlar sarmış anlaşılan. Ne çirkin şey bu böyle!

“Dur bekle, biraz.”

Kaçmıyor. Mutfağa gidiyorum, soğuyan yemeğimi bir gazete parçasına döküyorum. Balkonun bir köşesine koyuyorum. Varlığım onu rahatsız etmiyor. Kapıyı kapatıyorum, pencereden bakıyorum. Yemeği didikliyor.

Sabah erken kalkıyorum. Yatmadan kapattığım telefonumu açıyorum öncelikle. En az yirmi cevapsız arama gözüküyor. Ortalık yıkılıyor besbelli. Herkes heyecanla benden gelecek haberi bekliyor. Düşman kuşatması altındayım. Kaçacağımı düşünüyorlar. En zavallı, çaresiz anımda bundan pay çıkaracaklar. Hoca’nın ilk tercihi Esra olur kesin. Şimdiden çalışmaya başlamıştır. Show must go on!. Yüzü geliyor gözlerimin önüne, zafer kazanmış bakışları”kaybettin,” dercesine.

Kendime bir kahve yapıyorum. Balkondaki hasır koltuğuma kuruluyorum. Sonra o geliyor.

Kara suratıyla bana bakıyor. Ağzına bir dal parçası almış, balkonun kenarına tünüyor.

“Ne o? Buldun bedava kapıyı yine mi geldin?”

Masamın üstüne konuyor, neredeyse burun buruna geliyoruz dal parçasını bırakıyor, eski yerine gidiyor. Gagasının üstüne küçük beyaz bir nokta dikkatimi çekiyor.

“Bak sen, bir de hediye getirmiş.” Gülüyorum.”Bana okuldaki sanat tarihi hocamızı hatırlatıyorsun. O da senin gibi kara kuru çirkin bir şeydi. Gündüz feneri derdik zavallı kadına.”

“A buldum, senin adın Gündüz olsun.”

Gündüz’e yine yiyecek bir şeyler hazırlıyorum. Telefonum zır zır çalıyor. Bana bugün rahat vermeyecekler bunlar. Hırsla kapatıyorum. Birazdan kapıya da dayanırlar. En iyisi yürümeli. Kahvaltıyı da dışarıda yaparım. Kahvemi yudumlarken Gündüz balkonun demirlerine konuyor, karnını doyurmuş.

“Gidiyor musun?”

Kanatlarını açıyor; cevap verir gibi.

“Sevgilim,”diyorum,”Böyle bir sabah çıktı gitti. Her şeyini geride bıraktı. Bak, bütün eşyaları orada, içerde duruyor. Aylar oldu, aramadığım yer kalmadı. Ölseydi bulunurdu değil mi?”

“İlk zamanlar herkes yanımdaydı. Gün be gün azaldılar. Ne zaman ondan bahsedecek olsam duymadılar, dinlemediler. Sıkılıp kaçtılar. Hoş biliyorlar Demir’in deli tarafını. Bir ben bir de annesi kaldık geride. O gideli şehre de inemez oldum. Nereye baksam onun eserleri.”

Sokağa atıyorum kendimi. Dakikalardır yürüyorum. Onlara inat başaracağım.

Bu yolu çok severim. Her iki yanı ağaçlarla kaplıdır. Bahar zamanı yürümek daha keyiflidir. Şimdiyse yerler kuru yapraklarla kaplanmış. Gözlerim ağaçların kuru dallarına takılıyor. Dalların arasında Gündüz’e benzer bir kuş görüyorum. Algıda seçicilik diyorum kendi kendime. Bunların hepsi birbirine benziyor. Sonra aniden havalanıyor. Olduğum yerde duruyorum. Havada daireler çiziyor, dans eder gibi. Bütün dikkatim kuşun üstünde. Amaçsızca onu izliyor, peşine takılıyorum. Kah bir ağacın dalında, kah bir elektrik direğinde.. Kuş önde, ben arkada ilerliyoruz.

Şehrin arka mahallelerinden birinde buluyorum kendimi. Etraf ürkütücü. Yabancı yüzler korkutuyor beni. Ne işim var burada? Bir hamle yapıyor geri dönmek istiyorum. Kuş kesiyor önümü. Yere konuyor, ona yaklaşıyorum. Gagasındaki küçük beyaz noktadan tanıyorum onu. Gündüz bu! Tekrar havalanıyor. İçgüdülerim ‘ peşini bırakma,’ diyor.

Eski bir konağın bahçesine yöneliyor. Şimdilerde görkeminden eser kalmamış, bakımsızlıktan yıkıntı haline gelmiş. Bahçeye giriyorum. Gündüz, konağın ahşap kapısının önünde dönüp duruyor. İçeri girmemi istiyor. Rehberimi dinliyorum. Kapıyı hafifçe ittiriyorum, kapı gıcırtıyla açılıyor. İçerisi izbe, küf kokuyor, terk edilmişlik kokuyor. Evin tahta basamaklarını çıkıyorum, buradaki yaşanmışlıkları düşünerek. İçimi hüzün kaplıyor. Merdivenler beni genişçe bir salona götürüyor. Salonun bir köşesinde bir karartı çarpıyor gözüme. Aman Allah’ım bir adam bu! Sessizce yanına yaklaşıyorum. Kalbim küt küt çarpıyor. Ölü gibi bir hali var. Kaçmayı düşünüyorum, merdivenlere yöneliyorum. Bir an duraklıyorum. Beni rahatsız eden bir şeyler var. Adamın yanına yaklaşıyorum. Saçı sakalı birbirine karımış. Etrafından ağır bir koku yayılıyor. Bir çığlık atıyorum o an. Deli gibi sarsıyorum adamı. Yaşayıp yaşamadığını anlamak istiyorum.

Adam gözlerini aralıyor, kanlı kanlı bakıyor bana. Bir düşün ortasından uyanıyor.

“Hadi kalk diyorum, kalk!”Sesim boşlukta yankılanıyor.

“Ayça,” diyor kısık kısık.

Onu görüyorum, pencerenin kenarında duruyor. Asil bir hali var. Pencereyi zorlayarak açıyorum.

“Teşekkür ederim,” avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

Başını çeviriyor mağrur.

“Ara sıra uğra bana, hem sohbetin güzel oluyor.”

Kuzgun” için 6 Yorum Var

  1. Anlatımı gerçekten güzel bir öyküydü. Keyif veren betimlemeler içeriyor. Sanki tüm ayrıntıları bitirilmiş bir tablo gibi.

  2. Duru, yalın bir o kadar da akıcı bir öyküydü. Sadelikle anlatılmak istenen eksiksiz verilmiş edebiyattan da eksik kalınmamış. Ta ki son bölüme gelene kadar beğenerek okudum. Ayça, Demir’i mi buldu, yoksa başka birisini mi anlayabilmek için sonunu bir kaç defe okumak zorunda kaldım.

    Keşke biraz daha ayrıntıya girilseydi. 🙂 Elinize sağlık.

  3. ilk defa burada okuduğum bir hikaye bitmesin istedim. tek kusuru fazla kısa olmasıydı sanırım. tebrikler.

Didem için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *