Öykü

Maça Kızı

U… küçük bir sahil kasabasıdır. Küçük bir koy ve bir iskeleden ibaret sahilden az uzaklıkta bir köy olarak belki Osmanlı belki daha öncesi bir zamanlarda kurulmuştu. Zeytincilik, bağcılık ve az da olsa balıkçılıkla geçinen küçük bir köyken zamanla denize doğru büyümüş ama sakinlerinin dirayeti sayesinde gürültüye ve betona boğulmadan öylece kalabilmiştir. Kasabayı bir gün ziyaret ederseniz kasabanın dışına doğru hafif bir meyille tırmanan iki yanı zeytinlikle dolu yolun sonuna doğru sağda, bahçe içerisinde, yanmış iki katlı bir ev görürsünüz. Aşağıda okuyacağınız hikaye o evde yaşayan Ragıp Beyin hikayesidir.

Adam elinde renkli kağıtlarla bir süre durdu. İstem dışı olarak dört kızlı kağıdı ayırmıştı destenin diğer kağıtlarından. Uzun uzun baktı elindekilere. Yılların verdiği alışkanlıkla şöyle bir kardı altını üstüne getirdi, tekrar kardı. Can sıkıntısında fal bakmak için eline almıştı kağıt destesini. O uğursuz olaydan, belki yıldızını en iyi şekilde parlatacak belki de Nobel ödülüne kadar taşıyacak olan ama yaşanan talihsizlikler ve aksilikler sonucu olarak tüm yaşamını altüst eden o olaydan sonra kartlara takmıştı adeta. İyi bir koleksiyonu vardı kağıtlardan. Başkaları aynı fikirde olmasalar da adam kendini gusto olarak tanımlıyordu. Eski bir aristokratmış gibi davranmaya çalışıyordu. Bazı davranışlarının can sıkıcı hatta itici olduğunu bilse bile böyle davranmaya devam ediyordu. Bu halini evine de yansıtmaya çalışıyor marka alıyor, kalite giyiyor, antika topluyordu. İyi bir mesleği ve iyi bir geliri olması bu çabalarını kolaylaştırıyordu doğal olarak Vitrinin raflarından birini kaplıyordu dünyanın çeşitli yerlerinden gelen kağıtlar. Emekli olduktan sonra vakit geçirmek için epey kullanıyordu bu kağıtları. Ama gündüz olanlar aklına gelince elindeki kağıtları fırlattı attı öfkeyle. Bütün deste salonun zeminine dağılmıştı ama siyah renkli olanı, Maça Kızı masanın üzerindeydi hala. Önce bir acıma duygusuyla eline aldı siyah kağıdı. Profilden ne de güzel görünüyordu Pallas. Başında bukleli saçlarını örten bilgelik tacı, kibar burnu ve siyah gözleriyle kendisine bakıyordu. Gündüz arkadaşlarıyla gittikleri panayırdaki kızında siyah bukle bukle saçları vardı. Bir an kağıttaki resimle göz göze geldiklerini gördü. Ürperdi, kartonun üzerindeki resim başını hafifçe çevirmiş kendisine bakıyordu. Dudaklarına alaycı bir gülümseyişle yayılmıştı. Korktu, fırlattı elinden kağıdı.

Emekli tabip Ragıp Bey yıllardır bir rutin üzerine yaşayıp gidiyordu. Emekli olduktan sonra bu sahil kasabasına gelmiş eski bahçeli evlerden birini alarak restore ettirmişti. Gündüzleri gelen bir kahya kadın Eşe Hatun mutfak ve ev işlerini hallediyordu. Yaşlı kadının eşi ise diğer işlere koşturuyordu. Bu sayede hem işleri görülüyor hem de gündüzleri yalnız kalmamış oluyordu. Neredeyse on iki yıl önce vefat etmişti sevdiği kadın biricik aşkı. Uğursuz yıl dediği o yıl bir iftiraya uğramış emekliliğini istemişti. Borçları vardı sıkıntıları vardı ama bu sıkıntıların çözümü de vardı. Sıkıntılı birkaç ay geçtikten sonra rahata ermişlerdi. Olanlardan dolayı uzaklaşan çevreleri zamanla tekrar toplanmaya başlamışlardı. Yine de eşi yaşananlara dayanamamış, içine kapanmış çevresiyle ilişkisini kesmişti. Üzüntüden hastalanmıştı. Ne kendisinin ne de meslektaşlarının Tebabet bilgisi hayat arkadaşını kurtarmaya yetmemişti. Üç ay sürmeden toprağa vermişti Cavidan Hanımı. O zaman her şeyini satıp savıp buraya, unutulmuş bu kasabaya yerleşmişti. İşte o günlerden beridir yalnızdı.

Yerinden doğruldu. Burada, üst katta evin en geniş odasında vaktinin çoğunu geçiriyordu. Duvarları tavana kadar kitaplarla doluydu. Bir yanda balkon kapısının hemen yanında çalışma masası vardı. Fransız stili döşenen odaya uygundu tüm mobilyalar. Masanın üzerinde bir lamba zayıf ışığıyla salonu aydınlatmaya çalışıyordu. Salonun diğer yanındaysa oymalı rahat bir koltuk takımı vardı. Tam karşıda kitap okumak için ayırdığı koltuğun karşısındaki duvardaysa rahmetli eşinin büyük bir yağlı boya tablosu asılıydı. Dostlarının tavsiyesiyle bulduğu iyi bir ressam yaptırmıştı bu tabloyu. Gününün büyük bir bölümünü bu koltukta gözleri tabloya bakarak geçiriyordu. Ama bu akşam karısına bakmak onunla tüm duygularıyla bağlanmak içinden gelmiyordu. Hele sabah başına gelenlerden sonra… İçindeki sıkıntıya bir çare bulamıyordu. Bir ara dışarı çıkmak arabasıyla dolaşmak aklından geçti ama hemen fikrinde vazgeçti. Artık eskisi kadar genç değildi ve dışarıda da kendisini bekleyen farklı bir şey yoktu. Salonda dolaşmaya başladı kafesinde huzursuzca dolanan aslanlar gibi…

Yaşadığı kasabada büyük değişiklikler olmuyordu. Sahil kasabası olsa bile turistlerin ilgisini çekecek şeyler olmadığı için rağbet görmüyordu yabancılar tarafından. Ama yinede birkaç gündür kasabada bir heyecan vardı. Garajın yanındaki geniş arsaya bir sirk kurulmuştu. Belediyenin izniyle yaklaşan bayrama kadar bir hafta on gün kalacaktı kasabada. Kasabanın ahalisi için güzel bir eğlence çıkmıştı. Ve Emekli Tabip Ragıp beyde oyun arkadaşlarını ricasını kırmamış ve koca sarı çadırın etrafında neler olduğunu görmeğe gitmişti. Her zaman oyun oynayan dört ihtiyar delikanlı ellerinde bastonlarıyla halkın arasına karışmışlardı. İnsanlar kendilerinden çekiniyor onları görünce sağa sola çekiliyor belli belirsiz selam veriyorlardı korku ve saygı ile.

Yurt dışında çok daha iyilerini görebilecekleri birkaç gösteri vardı. Kuyunun içinde dönen motorlar kafeslerinde huysuzlukla dolaşan aslanlar ve insanların arasında alaycı bir şekilde dolanan yarı ibiş yarı palyaço bir varlık. Ama ilgi odağı bambaşka bir kulübedeydi. Arsanın bir köşesinde bir tır römorku kulübe şekline çevrilmişti. Ardan birkaç basamakla çıkılıyordu. Diğer arkadaşlarından uzaklaşmış “Ucubeyi görün diyen adamın çağrısına uymuştu. Sanki biri kafasının içine girmiş tüm beynini ele geçirmiş gibiydi. Aklı ve mantığı hayır dese de uzuvları dinlemiyordu kendisini. Bir an kapıdaki kendi yaşlarında olmasına rağmen en az on yıl daha yaşlı gözüken adama baktı. Adam kafasındaki kocaman kasketi çıkararak yol verdi içeri girmesi için. Para uzattığında almamış “Bizi şereflendirmeniz yeterli” demişti fısıldar gibi Dışarının aydınlığından içeri girince gözleri karardı bir süre. Birkaç saniye sonra her şey normalleşmişti. Çevresine göz attı bir zaman. Kendisinden biraz uzak duran küçük bir kalabalık vardı içeride. Bazılarını tanıyor gibiydi. Yolda veya bakkalda yahut çarşıda bakışmış selamlaşmış olabilirlerdi. Uzun boyu ve hala kaslı duran bakımlı vücudu gençliğinden beri karşısındakilere bir üstünlük sağlamıştı. Ve geçen onca yıla rağmen bu avantajı hala sürüyordu. İçeri girdikten sonra kapıdaki adam kalın halı kapıyı örtmüştü. Gelenlere “daha sonra” diyordu.

Kulübenin içi yaldızlı kâğıtlarla ve küçük renkli ampullerle donatılmıştı. Tam karşılarında ise bir perde odayı bölüyordu. Önlerindeki kalın halat perdeye daha fazla yaklaşmalarına engel oluyordu. Nereden girdiği belli olmayan adam hemen yanlarında ortaya çıkmıştı. Işıklar söndü içerisi karanlığa büründü. Adam uyarıcı mı yoksa korkutucumu olduğu belli olmayan kısa bir konuşma yaptı. Ve perdeyi açtı. O an içerideki küçük kalabalıktan bir hayret uğultusu koptu.

Karşıda uzun tır karoserinin dibinde geniş ve eski bir koltukta oturan bir garip yaratık vardı. İnsan mı yoksa hayvan mı olduğunu ilk bakışta anlayamıyordunuz. Bir yığın bir pelte gibi öylece duruyordu karşılarında. Üzerindeki elbiseler durumun vahametini gizlemeye yetmiyordu. Kafası ise daha doğrusu omuzlarının üzerinde taşıdığı kocaman nesne iyice korkutucu bir hava veriyordu. İri bir bal kabağı veya tarlanın bir köşesinde unutulmuş ve büyüdükçe büyümüş bir karpuz gibiydi. Yalnız kabakta veya karpuzda olan düzen ucube de yoktu. Yamru yumruydu vücudu gibi kafası da, hiçbir simetrisi veya estetiği olmayan kendiliğinden büyümüş devasa bir patates gibiydi. Gözleri küçücük kalmış neredeyse görünmez olmuştu elmacık kemikleriyle gür kaşlarının altında. Burnu kafasıyla doğru orantılı olarak kocaman ve eğri büğrüydü. Yalnızca siyah bukleli saçları vardı o cesametli bedende ve kafada. Birkaç saniye içerisinde bu tanıdık gelen varlığı nasıl bu kadar ayrıntılı olarak anımsadığına şaşırmıştı.

İçeriye eşleriyle giren kadınlar öğürmeye başlamışlardı. Yığın bir ara kıpırdandı. Yalnız kalkamayacağı hatta hareket bile edemeyeceği belliydi. Kafasını ziyaretçilerine doğru çevirdi. Yaşlı doktor iki minik gözün kendisine baktığını ruhunu deldiğini hissediyordu. Ağzının olması gereken yerdeki yarık umulmayacak şekilde aralandı. Öfke ve acı dolu bir ses tüm barakada yankılandı. Sesle birlikte kalabalık hareketlendi, aslan kükremesi duymuş ceylan sürüsü gibi ne yapacağını şaşırmışça döneledi ortalarda. Dışarı çıkmak için kapı aranmaya başladığında perde kapandı ve ışıklar yandı. İnsanlar korkmuş, sirk sahibi para kazanmıştı ve bu küçük kasabadaki her evde bugün olanlar anlatılacaktı istisnasız. Uzaktan sıska iskelet gibi bir adam koşarak geldi, halı kapıyı aralayarak içeri girdi. Adamın içeri girmesiyle birlikte Ucubenin öfkeli bağırması azaldı, hüzünlü bir ağlayışa, ilenmeye dönmüştü sanki.

Yaşlı adam dışarı çıktığında kafası allak bullak olmuştu. Olabilir miydi yoksa. Beyninin bir yerinde bir ses sürekli haykırıp duruyordu. Öğleden sonra o sirk bozması yerde, tır karoserinden bozma kulübeden gelen seslerde çoğalmıştı. Böğürtülere adamın öfke dolu azarlayan sesi karışmıştı. Ve şimdi sakin ve güvenli evinde yine o sesleri duymaya başlamıştı. Aklına getirmek istemediği olasılığı düşünmeye başlamıştı. Koltuğa bir kere daha oturdu.

Herkesin yaşamının bir bölümünde gri hatta karanlık bölgeler olabilir. Ragıp Beyinde böyle gece gibi simsiyah zamanları olmuştu. Şimdi oturduğu bu rahat kadife koltukta bunlar aklına gelmeye başlamıştı. Gençlikte her şey olabilirmiş gibi görünüyordu. İçinde kötülük yoktu ama yinede tutkularına engel olamıyordu. Yarı tanrısal bir meslek olarak tanımlamıştı hocalarından biri mesleğini daha öğrencilik yıllarında. “Önünüzdeki yatan sizden medet uman kişiye yaşamda bahşedebilirsiniz, son nefesini almaya gelen Azrail’ide olabilirsiniz.” Zamanla bu sözü benimsemişti. O zamanlar şimdi düşündüğü gibi her şeyi Tanrının izniyle ve iradesiyle Gerçekleştirebileceğini düşünmüyordu. Önündeki hastalar iyileştikçe daha ileri gitmeyi düşünmeye başlamıştı. Madem hastalıklara çare bulabiliyordu o zaman daha akıllı insanlar var edebilirler miydi? Daha hızlı düşünen daha çok bilgi toplayabilen ve bu bilgileri sınıflandıran sentezleyen ve yorumlayabilen insanlar var olabilirler miydi? Öyle herkesin olmasına gerek yoktu. Topluma önderlik edebilecek danışmakta çekinmeyeceğimiz bilge kişilerin hayalini kuruyordu. Uzun yıllar bu konuda araştırmalar yapmış, bilgiler toplamıştı. Yaklaşık onbeş yıl önce planını uygulayabilecek bilgi ve cesarete sahip olduğuna karar vermişti Ragıp Bey.

Yerinden doğruldu. Kendisine bir kahve yapacaktı, uykusunu kaçıracağını bile de sinirlerini yatıştırır diye bol sütlü yapacaktı kahvesini. Merdivenlere yöneldi. Az önce duyduğu sesler kaybolmuştu. Mutfağa girdi kahvesini yaptı. Sevmese de hazır kahve içecekti ama içine bol bol krema dökmeyi unutmadı tabii. Ayaküzeri bir yudum aldı fincandan. Yaşamaktan tekrar zevk almaya başlamıştı. Birkaç saniye anın tanıdı çıkardıktan sonra salondaki koltuklardan birine oturdu. Eli ister istemez sehpanın üzerindeki kumandalara uzandı. On dakikaya kalmadan televizyonun büyüsüne kapılmış uyuklamaya başlamıştı. Birkaç dakika sonrasındaysa gerçekle rüyanın, bugünle geçmişin karıştığı ince sisteydi…

Elli yaşlarındaki adam sevinçle içeri girdi. Cephesi dar derinlemesine uzun olan işyerinde girişteki masada canı sıkıldığı her halinden belli olan genç kıza selam verdi. Önce birkaç adımda büro sayılabilecek bölümü geçti. Paravanın arkasında kafesler kafeslerde kediler, köpekler vardı. Burası hayvanlar için bekleme ve dinlenme bölgesiydi. Adamı gören hayvanlar huzursuzca kıpırdanmaya başladılar. Bu uzun bölmeyi de geçtikten sonra ilk bakışta belli olmayan kapıya yöneldi.

Kapıyı açıp basamaklardan aşağıya indiğinde eşi, iş ortağı Cavidan Hanımı gördü. Uzun tüylü alacalı bir Tekir kedi ile uğraşıyordu. “Gel bana yardım et” dedi kocasına merhaba bile demeden. Bir an duraklayan adam hemen eşinin yanına koştu. Bir yerden düştüğü anlaşılan hayvanın arka bacağını sarmaya çalışıyordu. Uyuşturucu iğne yapmasına rağmen hayvan hala kıpırdanıyordu. Birkaç dakika sonrasındaysa tedavisi biten hayvanı uzun bankonu üzerindeki sayısız hayvan taşıma kutularından birine koymuşlardı. O zaman olanları anlattı karısına. Aylardır planladıkları deneylerini gerçekleştirmek için uygun denek bulmuşlardı hem de istediklerinden daha iyisi. Ayaküzeri anlatmıştı durumu dördüz demişti. Anneleri doğumda ölmüş demişti. Etkimi kullandım doğumu kayda aldırmadım, baba ayakta duramayacak kadar sarhoş bir berduştu. Kadın daha sağlıklı görünse de uzun süre bakımsız kaldığı için bebekler tam olarak gelişmemiş görünüyordu. Mecburen bebekleri sezaryenle aldık. Kuvözdeler şimdi

“Sen, benim annemi öldürdün” dedi bir ses adam uyukladığı koltuktan sıçradı “Ben Onu kurtardım yaşadığı o sefil hayattan” dedi. Yanıtı istemdışı vermişti. Dudaklarının arasından dökülen sözcüklere kendi de şaştı. Bir an yıllardır beynini yiyen kafa sesine artık sözle karşılık vermeye başladığı için kendisinde iyice kuşkulanmaya başlamıştı. Yerinden doğruldu. Az önce rüyasında gördükleri aklına geldi. Freud rüyalar bilinçaltının dışa vurumudur dememiş miydi? Gözü sehpanın üzerinde duran kahvesine takıldı. Fincan hala sıcaktı. Demek ki uyuklaması çok sürmemişti. Bir yudum daha aldı ama yüzünü buruşturdu artık kahve içme isteği almamıştı. TV’yi kapattı. Ağır adımlarla merdivenleri çıkmaya başladı. Az önce yaşadıklarını unutmuştu uyku havasına iyice girmişti.

Yatak odasının kapısını araladı. Yılların verdiği alışkanlıkla eli elektrik düğmesine gitti. Bir çıt sesiyle birlikte geniş bir oda aydınlandı. Yaşlı adam küçük acı dolu bir çığlık attı. Duvarlar tavana kadar beyaz fayansla kaplanmıştı. Bebekler biraz kendilerine gelince hastaneden gizlice çıkarmışlar buraya Cavidan hanımın –ki kendisi veterinerdi- muayenehanesinin bodrumuna getirmişlerdi. Hemen karşısında Steril olması için özen gösterilmiş kapalı bir bölme vardı. Bir hastanenin karantinası hassasiyetinde hazırlanmış bölmede dört çocuk karyolası ve karyolalarda battaniyeler içinde sarılı dört bebek vardı. Her bir selenin ayak ucundaysa birer iskambil kağıdı tutturulmuştu. Oda, hatta bina bebek ağlamalarıyla sarsılıyordu sanki. Adam önce ışığı ardından kapıyı kapattı korku ile. Bir daha açmak istedi ama korkuyordu. Daha korkuncuysa dört bebeğin ağlamasının hala sürmesiydi. Yavaş yavaş sesler azaldı diğer üç bebeğin ağlaması hıçkırıklara dönüştü ama biri hala ağlıyordu. İçeri soğumaya başlamıştı. Kat kaloriferiyle ısınan evi bir anda buzhaneye dönmüştü sanki. Yıllardır beklediği an gelmiş olmalıydı. Karısı biricik hayat arkadaşı dayanamamıştı. Deneyleri hayvanlar üzerinde yapmak başka şeydi insan yavruları üzerinde denemek ayrı şeydi. Kendisi eşinden daha güçlü çıkmış ve on bir yıldır yaşamını sürdürmüştü.

İlk aklına geleni uygulamaya karar verdi. Arabasına o güzel Mustangına binip kaçacaktı. Elini cebine attı sigara paketini çıkardı. Elleri titriyordu soğuktan. Geçmişin bütün acı soğuğu özellikle yığılmıştı sanki sıcacık villasına. Çakmağını arandığında merdivenleri inmeğe başlamıştı. Basamaklara ilk adımını attığındaysa ev karanlığa gömüldü. Burnunun ucunu bile göremeyecek bir karanlık sarmıştı tüm evrenini. Fazla önemsemedi, el yordamıyla yolunu bulmaya çalıştı. Tedbirli adamdı Doktor Ragıp bey. Türkiye gibi bir ülkelerde elektriklerin sıkça kesildiğini biliyordu. Elini cebine atıp marka çakmağını çıkardı. Duvarda asılı duran şık gaz lambasına el attı. Lambaların haznelerini hep dolu ve şişelerini temiz tuttururdu Eşe hanıma. Lambayı yaktı elindeki çakmakla. Yukarıdan birkaç parça eşya alır ardından garajında bekleyen kırmızı canavarına atlardı. Çabucak otobana çıkar yarım saate kalmadan İzmir’e varırdı. Sıkça uğradığı o lüks bir otelde kalırdı bir süre. Gerekirse evi barkı her şeyi satar başka bir yere yerleşirdi. Buradan bu meş’um yerden kurtulmasına az kalmıştı. Gaz lambasının galgalanan alevlerin cılız aydınlığında önüne yanlış bir yere basıp yuvarlanmamak için ayaklarına bakıyordu. Bir an arkasından gelen bir çıtırtı duydu. Kafasını çevirip baktı. Çıldırmak üzereydi. Yönünü tekrar ana kapıya yönelttiğinde yumuşak bir duvara çarpmış gibi birden durdu ve kıpkırmızı kor gibi yanan iki gözle karşılaştı.

“Neden” dedi anlaşılmayan boğuk bir ses. “Bizden ne istedin.” İşte gerçeklerle yüzleşme vakti gelmişti. Vicdanı, Ucube olmuş biçimsiz, soğuk ve etten bir duvar olarak karşısına dikilmişti. Elini uzatsa dokunacaktı. Bütün bunları öldükten sonra yaşayacağını düşünmüştü. O an hala bir rüyada olabileceği aklına geldi. Elindeki lamba, karşısında dikilen ucube; tüm bunlar bir rüya değil gerçeğin ta kendisiydi. “Sen O’sun değil mi? dedi ıslık gibi ıslak ve kaygan bir sesle. “Maça Kızı” diye adamın sözlerini tamamladı Ucube. “Diğer üç kardeşimi öldürdün beni de öldürecektin ama bir melek beni kurtardı elinden. Kader beni senin karşına çıkardı” dedi.

“Ben yalnızca insanlığa hizmet etmek istiyordum. Eğer kalıplarımızı kırarsak beynimiz daha rahat büyür ve daha çok işlevsel hale gelirdi. Bütün amacım beynimizi saran kemikleri açmak ve vücudumuzun en değerli varlığına daha geniş bir alan bırakmaktı” dedi. Evet, Doktor Ragıp Bey ve eşi Cavidan Hanım dördüzlerin kafataslarını açmaya o daha büyük kafalar elde etmeye çalışıyorlardı. Büyük kafataslarındaki beyinler daha özgür büyüyebilirlerdi. Hayvanlar üzerinde yaptıkları birkaç deneyden sonra insan yavrularında edindikleri tecrübeleri uygulamaya karar vermişlerdi. İlk denemede Kupa kızında yapmak istediklerinin göründüğü kadar kolay olmayacağını anlamışlardı. Sinek kızı daha dayanıksız çıkmıştı. Karo kızı ise daha dayanıklı çıkmıştı ama sonuna kadar gidememişti. Ama Maça kızı diğerlerine benzemiyordu. Asker gibiydi, güçlüydü, dayanıklıydı. Üç kayıptan sonra başardıklarına inanmaya başlamışlardı. Bilim yolunda insanlık yolunda üç vefat o kadar çok önemli değildi. Ama hataları, hayvanlar üzerinde deney yapmanın bile etik hatta yasal olmadığı bir yerde insanlar bebekler üzerinde deney yapmaya başlamışlardı. Başarıları bu hatalarını gölgeleyecekti. Ölen hayvanlar ve üç bebek üç kardeş akıllarına bile gelmiyordu. Ve bugün pişmanlım içinde kavrulduğu bugün bu durum aklına geldikçe tüyleri ürperiyordu. O zamanlar şimdikinden daha gençti, daha katıydı. Şimdi ise yüreğinin bir yerlerinde bir sızı gözlerinde bir damla yaş vardı.

“Onlar birer candı, nefes alıyorlardı ve onların ruhları vardı” diye ses tekrar beyninde yankılandı. Gündüz gördüğü ve bakamadığı bedenin sesi beyninin içinde yankılanıyordu. Yaşlı adam yıllar önce yaşadıklarını düşünüyordu. İlk üç deneği gömecek fırsatları olmuştu. Kupa kızı, sinek kızı ve karo kızı uzak bir köy mezarlığında yan yana yatıyorlardı. Ama dördüncü denek çok başarılı gidiyordu. Kafatasını aralayıp aralarına yerleştirdikleri kadavra kemikler uyum sağlamıştı. Baş olduğundan daha iriydi ve sürekli büyüyordu. Sürekli usturaya vurulan küçücük bebeğin kafasına bağlı anotlar beyin fonksiyonlarının iyi olduğunu gösteriyordu.

Başarı tutup koparacakları olgun bir meyve haline başladığı günlerde başka bir sorun başlamıştı. Kendisi dışarıda hastanedeki görevine devam ediyordu ama sürekli Maça kızının başında duran Cavidan Hanım iyi değildi. Son günlerde yorulmuştu, yaşadıkları kendisini bir hayli yıpratmıştı. Önce üşüdüğünü söylemeğe başlamıştı. Havaların ısınmaya başladığı bahar aylarında bile bu sızlanmaları sürüyordu. Ardından bebeğe taktı, ne zaman Maça kızının yanına yaklaşsa garip hallere girdiğini küçücük bebekten korktuğunu söylüyordu, bebeği bir düşman gibi görüyordu. Zamanla soğuktan yakınmaları çoğaldı, kâbuslara takıntılara dönüştü. Titriyor sürekli kazaklarla dolaşıyordu. Bütün işi gücü bırakmış soğukla mücadele etmeğe başlamıştı. Her zaman her yerde üşüdüğünü söylüyordu. Ve yakınmalarını temmuz güneşinin kavurduğu bir gün son buldu. Daha fazla ısınmak için kendisini ve tüm laboratuarı muayenehaneyi yakmıştı. Yılların birikimi bilgiler tecrübeler hepsi bir enkaza dönüşmüştü. Maça Kızı da yanmıştı, Kaza sonrası yaptığı aramalarda bebeğe ait hiçbir şey bulamamıştı, bilgeliğin sembolize edildiği Pallas kaybolmuştu. Ama o acıların silinmeyen izlerini karşısında dikilen Ucube de görebiliyordu.

“Cani” dedi karşısındaki garip kimse boğuk bir sesle. Yaşlı adam karanlıkta merdivenleri çıkmaya başladı. Heyecandan ve korkudan nefes nefese kalmıştı yukarı çıktığında ama ucube yine karşısındaydı. Çakmağının mavi alevinde heyula gibi dikiliyordu karşısında. Kısa kalın bacaklar o biçimsiz bedeni nasıl taşımıştı merdivenleri çıkarken. Ne zaman, nasıl çıkmıştı onca basamağı anlamadı ama öylece merdivenin sahanlığında kalakaldı.

Dinler bile “ameller niyetlere göre değerlendirilir” der. Bizde iyi niyetlerle başlamıştık. Sözünü tamamlayamamıştı beynini tüm hücrelerinde yankılandı acı bir çığlık. Refleksle kulaklarını kapattı. “Hangi din bebeklerin kafataslarının kesilmesini emreder” “Ne istedin o bebeklerden ve diğerlerinden” Çığlık çoğaldı çoğaldı. Bebek ağlamaları doldurdu evin her yanını. Duvarlardan pencerelerden dışarı taştı bebeklerin acı haykırışları. Gözbebeklerinden ve kulaklarından kan sızmaya başlamıştı. Seslerle birlikte kan çoğalıyordu. Karanlıkta lambanın ışığının görünmediği her yerde onlarca yüzlerce bebek haykırıyordu. Yaşlı adam dizlerinin üzerine çöktü yavaşça. Elinde tuttuğu gaz dolu lamba yere düştü. Alevler bir anda yayıldı tüm döşemeye. Kendisini yutan kızıl dillerin arasındaki yaşlı doktorun dudakları kıpırdanıyordu ama sesi çıkmıyordu. Kendi çığlıkları duyulmaz olmuştu. Son pişmanlık fayda etmiyordu.

Kızıl kıyametin yaşandığı evin dışında zeytin ağaçlarının arasında şekilsiz bir gölge vardı. Uzun süre yakut rengi alevleri gözünü kırpmadan izledi. Kardeşleri artık daha rahat uyuyorlardı yattıkları mezarda.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *