Öykü

Mağara

NOT: Öyküyü daha iyi anlayabilmek için geçen ayki UÇAN HALI temalı öyküyü okumanız tavsiye olunur.


Ayık insanlar görüyorum. Kaldırımda yürüyorlar, araba kullanıyorlar sıcak asfaltlı yollarda, pahalı mekânlarda kahve yudumlayıp işe gidiyorlar. Özgüveni yüksek insanlar onlar. Bazen ara sokaklara düşüyor yolları. Karşılarına giyimi hırpani biri çıksa ne yapacaklarını şaşırıyorlar, korkudan altlarına sıçıyorlar. Adımları hızlanıyor, sırtlarından ter boşanıyor. O giysisi yırtık pırtık, gözlerinin ışıltısı sönmüş kirli çocuk, kendi çöplüklerinde çıksa karşılarına yüzlerini ekşitiyorlar ama. Açıkça aşağılamaktan çekinmiyorlar, bakışlarıyla dövüyorlar çocuğu.

Patronları var o insanların, her ay maaşlarını hesaplarında görebilmek uğruna önünde domaldıkları. Yüzleri kızarmıyor üstelik bunu yaparlarken. Karılarına, onunla yatmaları karşılığında pahalı mücevherler alıyorlar. Her adımlarını çıkarlarına göre atıyorlar. Tam anlamıyla homo economicus bu insanlar. İpekli gömleklerinin altında kurtçuklar dolaşıyor onların. Ambalajları ne kadar parlak olursa olsun, kokuşmuş yaratıklar bence onlar.

* * *

Papillon’da oturmuş, kravatlı züppeler hakkında konuşuyoruz. Aslında hepimizin fikri ortak ve onlardan iğreniyoruz. Yaptığımız şey bir tartışma ya da sohbet bile değil aslında. Sadece sosyal toplum heriflerine bindiriyoruz. Bir tür hobi bu da işte… Tam sohbet iyice koyulaşmış, küfürler aşağılamalar havada uçuşup içkiler su gibi akarken telefonum çalıyor. Arayan Cem, bizim Beyoğlu. O da kravatlı takımdan sayılır, yani onu peyda eden herif ve kadın. Ailesi demeye bile dilim varmıyor; çünkü ne Beyoğlu seviyor onları ne de onlar Cem’i önemsiyor. Gözlemlerim ve Beyoğlu’nun sözleri bu yönde. Bizim çocuklara bir göz kırpıp telefonu açıyorum.

“Vay!” diyorum, “Beyoğlumuz arar mıydı bizleri?” istisnalar kaideyi bozmaz derler; ama bu herif tam anlamıyla çıkıntı bir tip. İçine doğduğu sosyal sınıftan nefret eder. Sevdiğim tek zengin piçidir o. Mal sattığım bebelerle karşılaştırınca bizden biri gibi. Gerçi gibisi fazla, o bizden biri.

Zengin olmasına rağmen diğer cankiler gibi mal için her şeyi yapacak tiplerden değildir Cem. Parası hiç eksik olmaz; ama kendini dizginleyebilen bir yapıya sahip. Sanırım bu da metabolizmayla alakalı. Çünkü birkaç gündür ortalıkta görünmüyor, iki haftadır falan da mal kullanmıyordu. Ne eroin ne kok ne ex ne de LSD… Hiçbirimize bir şey anlatmamış olmasına rağmen, bırakmaya çalıştığını fark etmiş ve pek üstüne gitmemiştim bu konuda. Çünkü kurtulmasını isterdim. Aslında mal sattığım her orospu çocuğunun bırakmasını isterim; ama para kazanmamız gerek değil mi? Zaten çoğu cankinin bırakıp bırakmaması da umurumda değil. Pek çoğunun sadece kene olduğunu ve dünyadan eksilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Cem ve diğerleri bu gruba dâhil değil. Aslında bu konudaki fikirlerim oldukça karmaşık. Bir yandan böyle düşünürken diğer bir yanım siktir et diyor. Uyuşturucu, sigara, içki ve kebapların zararlı olduğunu düşünen ‘sağlıkçı yaşam’cılara kılım. Bir kere geliyoruz dünyaya amına koyayım ve her ne yapmak istersen yapmakta özgür olmalısın. Ya da ne yapmak istemezsen yapmamakta özgür olmalısın. İkinci fikir özgürlük düşünceme daha yatkın… Her neyse.

Beyoğlu’nun muhabbetimizden haberi olmadığı için, çocuk onunla her zamanki taşaklarımdan birini geçtiğimi düşünüyor olmalı. Sesi titrek titrek çıkıyor, sonunda metabolizması dayanamaz hale gelmiş olmalı. Mal isteyeceğini tahmin ediyoruz. Telefonun hoparlörü açık, konuşmamızı masadaki herkes duyuyor ve telefonu kapattığımda Mürekkepten harika bir fikir geliyor. Bu gece Papillon bir tiyatro sahnesine dönüşecek. Cem’i mağaraya sokacağız.

Muhabbet kaldığı yerden devam ediyor. Bir yandan da planımızı gözden geçiriyoruz. Şimdilik ‘mağaraya girmek’ deyiminin ne olduğunu anlatmayacağım, hikâyenin sonunda ağzınız açık kalmalı.

Muhabbete ara verip su dökmeye gidiyorum. Tuvaletten çıktığımda yanıma Can geliyor. Ayaküstü ottan boktan konuştuktan sonra ex istiyor. Bir tane veriyorum; Can iyidir, güzeldir ama ex çakınca bayağı bir sapıtır. O yüzden ona mal verirken her zaman temkinliyimdir; ancak barda çakmayacağına dair söz verdirdiğim için bir tane vermekte sakınca görmüyorum.

Barmen hapı kot pantolonunun çakmak cebine sıkıştırırken yanımıza Luci geliyor, aklından ne geçtiğini bakışlarından tahmin edebiliyorum. Porno yıldızlarına has bakışını takınıp dudağını ısırmaya başlamışsa herifin tekine tecavüz edecek demektir. Kızın kulağına ‘hayırlı işler’ diye fısıldadıktan sonra masaya dönüyorum. Luci, oğlanın kolundan tutup bar tezgâhının arkasına çekiyor onu. Can’a sakso çektikten sonra ağzını votka-limonla çalkalayıp yanımıza geri geliyor. Mürekkep’in, Luci oturduğunda ona göz ucuyla bakışlar attığını fark ediyorum. Hasan, onu tanıdığım günden beri Luci’ye âşık; ama bunu ona söylemeye her teşebbüs edişinde kız onu beceriyor. Luci’den vazgeçmesi gerektiğini defalarca söyledim; ama her şeyde olduğu gibi âşık olma konusunda da inatçı herif.

Elif de fark etmiş olacak ki konuyu birden aşka getiriyor. Sanırım aşk konusundaki en tecrübelilerimizden biri Elif. Bir adama âşık olur, aylarca onunla çıkar, âşık olduğunu hem sevgilisine hem etrafına hücrelerine kadar hissettirir. Ama genelde de hüsranla sonuçlanır aşkları. Yapmak istemediği seks pozisyonları, aileyle tanışma tartışmaları, evlilik konusu, dayak ve tecavüzler. Elif bu konularda en tecrübelimiz olmasına rağmen aynı zamanda en şanssızımız da…

Elif ve Luci arasındaki konuşma devam ederken, Mürekkep Luci’nin sözünü kesip lafa giriyor.

“Aşkı tek taraflı olmaktan çıkaracak olan şey, bir tarafın samimiyeti olabilir,” diye lafa giriyor Mürekkep. “İnsanlar birbirini tanıdıkça da âşık olabilir.” Bu laf Luci’ye gidiyor; ama o, Hasan’a küçümser bir bakış attıktan sonra kendi tezini savunmaya devam ediyor.

“Dediğin şeyler bin yıl öncesine ait amına koyayım, görücü usulü evlilikler ve aşklar yok artık. Aslına bakarsan aşk diye bir şey yok lan. Ama kimse o kadını ya da adamı sırf becerebilmek için âşık rolü kestiğini kendine itiraf edebilecek kadar samimi değil.”

“Herkesi kendin gibi sanıyorsun!” diye çıkışıyor Hasan, Luci’nin bu sözlerine. “Bazıları birilerini becermek için değil, gerçekten sever.” Yüzü yere düşüyor Mürekkep’in, masadaki herkes, onun mahcubiyeti ve öfkeyi aynı anda yaşadığını görüyor. Bu herif, sanırım gerçekten âşık. Yani ne bileyim, hiç kimse imkânsız olduğunu bildiği bir kadının ardından bu kadar inatla gitmezdi. Gergin ortamlardan nefret ediyorum ve konuyu değiştiriyorum. Bu muhabbet biraz daha deva ederse ya Luci, Hasan’a bir yumrukla cevap verecek ya da Mürekkep gidip altın vuruş falan yapacak, bilemiyorum.

* * *

Bir süre sonra kapıda Beyoğlu’nu görüyorum. İçeriyi biraz süzüp birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra yanımıza geliyor. Selamlaşıyoruz ve hiç vakit kaybetmeden lafa giriyorum.

“Sana kötü bir haberim var oğlum,” daha ‘kötü’ der demez lafın devamını anlıyor olacak ki yüz ifadesi birden değişiyor, yüzü düşüyor.

“Mal yok deme abi, düşüp bayılırım valla,” diye kızgınlığını pek belli etmemeye çalışıyor; ama yoksunluk gözlerinden akıyor. Çok bile dayanmıştı zaten. Taşak geçtiğimi belli etmemeye çalışıyorum; ama pek beceremiyorum sanırım. Aslında şaka konusunda iyiyimdir de birazdan olacakları düşündükçe kendimi gülmekten, en azından gülüşümü bastırmaya çalışan gülümsemelerimden alı koyamıyorum. Yine de olabildiğince ciddi bir tavırla devam ediyorum konuşmaya.

“Aynen öyle birader, hiç kalmadı elimde,” balık oltaya geldi.

“Ne bok yiyeceğim ben,” sesi biraz daha gergin. Aslında aramızda mal alış-verişinden dolayı hiçbir zaman tatsızlık çıkmaz; ama onun durumunu düşünürsek biraz gergin olmasını anlayışla karşılıyorum.

“Dur be oğlum, ne adamsın lan,” derken daha fazla dayanamıyor ve yüksek bir kahkaha patlatıveriyorum. Ceketimdeki rocco zulalarından birini çıkartıp Cem’e uzatırken “Şimdilik şunla idare et,” diyor ve iki tane uçan halı uzatıyorum. Ancak uçan halının ne olduğunu bilmediğinden eminim. Mal daha piyasaya çıkalı bir hafta olmuyor. Tıpkı LSD gibi; ancak çok daha karmaşık bir kimyasal yapısı var. Beynin hayal gücüyle ilgili zamazingolarına doğrudan etki ettiğini falan söyledi malı aldığım herifler. LSD, kullanıcısını gerçeklikle hayal arasında sıkıştırırken uçan halı tamamıyla hayal dünyasına hapsediyor ve bir süre orada yaşıyorsun.

* * *

Şeker kutusunu Cem’e teslim ettikten sonra uzun bir süre daha muhabbet ediyoruz. İçkiler su gibi akıyor, mekândaki dumandan daha fazlasını çeviriyoruz, hap almaya gelen tiplerle uğraşıyoruz vesaire vesaire…

Dönen muhabbetler de bir kurgu dâhilinde. Konuştuğumuz neredeyse her şeyi Cem gelmeden önce planlamıştık. Uçan halıyı çakmadan birkaç saat önce neler yaptıysan beyninde onların kendi hayalinde harmanladığın bir çeşidini yaşıyorsun çünkü. Diyelim ki bütün gün Sultan Süleyman dizisi izledin ve hapı çaktın, mağaraya girdiğinde dizide hafızana kazınan sahneleri yaşıyorsun; ancak birebir aynısını değil, bilinçaltında algıladığın ya da olmasını istediğin ya da olmasından korktuğun haliyle. Yani hapın etkisi tamamen sana kalmış, uçan halıya bindiğinde cennete de gidebilirsin cehenneme de. Bakalım Beyoğlu nereye uçacak halının üzerinde…

Sabaha karşı mekânda bizden başka hiç kimse kalmadığında Cem şekerleri çakmak için hazırlanıyor. Bir an onu malın kuvveti hakkında uyarıp uyarmama konusunda tereddüt ettikten sonra bundan vazgeçiyorum. Beyoğlu koltuklardan birine kuruluyor, başını geriye yaslayıp havalı bir hareketle şekeri emmeye başlıyor, birkaç saniye sonra ilaç etkisini göstermeye başlıyor ve Cem olduğu yerde sızıp kalıyor. İşte bu yüzden, bugüne kadar denediğim mallar arasında en zararsızının bu olduğuna karar veriyorum. Diğer birçok uyuşturucuyu çaktığınızda yarı kendinizde olur; ama yaptıklarınızın bilincinde olmaz ve birilerine zarar verebilirsiniz; ama uçan halı seni tamamen uçurur.

Beyoğlu tamamen sızıp hayal âleminde daldığında onu kucaklayıp eve götürmek bana ve Derviş’e düşüyor. Onu benim eve götürüp kanepeye yatırıyor ve Mürekkep’in D90’ını üçayağa kurup olanları sabah izlemek üzere keyifleniyoruz.

* * *

Beyoğlu kendine geldiğinde neredeyse tükenmiş durumda, yorgunluk hali o kadar belli oluyor ki bir hafta kesintisiz uyumuş ya da AKP mitinginde “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” sloganı atmış gibi bir hali var. Uyku halinden odanın bir köşesinde, kafası dizlerinin arasında ağlar şekilde çıkıyor. Malın etkilerini henüz çok fazla bilmiyorum; ama bir etkisi de uyurgezerlik gibi bir şey olmalı.

Derviş ve Mürekkep, Beyoğlu’nun yanına gidip onu kollarından tutarak kanepeye oturtuyorlar.

“İyi misin lan? Mal baya uçurmuş herhalde,” diyor Derviş. Ancak Cem boş gözlerle sağa sola bakmaktan başka bir şey yapmıyor.

“Ohoo bu hala uçuyor abi,” diye devam ediyor Hasan; ama bir yandan da endişeli görünüyor. Uyuşturucu krizine girmiş birine böylesine güçlü bir mal vermiş olmakla iyi yapıp yapmadığımızı sorguluyor ve biraz da kendini suçluyor.

“Naatım ben,” diye sayıklamaya başlıyor Beyoğlu, gözleri açık; ama hala tam anlamıyla kendine gelememiş olduğu belli. Kendisini hala mağarada sanıyor. Gerçi mağarada olduğunu bilmiyor, bütün olanları gerçek sanıyordu. Kapı eşiğinde onları izlediğim yerden içeri girip kanepeye oturuyorum.

“Cem kendine gel artık oğlum, on saattir uyuyorsun, rüyanda ne gördüysen uyandın artık,” diye onu kendine getirmeye çalışıyorum. Bakışları bana yöneliyor Beyoğlu’nun. Neredeyse kapalı halde olan gözleri biraz daha açılıyor ve yüzüme dikkatle bakıyor. Birkaç saniye sonra dudakları hafifçe kıvrılıyor ve ‘yaşıyor musun?’ diye sorup ardından ekliyor, ‘Luci nerede?’

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *