Öykü

Ois Pu

“Siyah çarşaflar serilir güne…”
“Whitmore, saçma sapan konuşma, -gece oldu-  yaz geç işte!”

“Benden etkilenmesini istiyorum  Ois… Her duyguyu olabileceği en yoğun halde anlatmalıyım. Böylece beni biraz bile anlasa, bu “biraz” bana tutulmasına yeter…”

“Bu cümleler yalnızca onun çişini getirir.”

 

Ois Pu, Kordalılar şubesinin en rezil pandası denebilir. Az önce tanık olduğunuz kısa diyalogda da kardeşine bile ne kadar alaycı yaklaştığını gördünüz. Bu hikayeyi okumaya devam edecekseniz, bilmeniz gereken bir şey var: Ois Pu, alışık olduğunuz sevimli pandalardan biri değil. Ve okuyacaklarınız, ne bir önderlik savaşı ne de imparatorluk mücadelesi… Yangtze pandalarının Çin Ejderhalarına karşı verdiği bambu ağacı mücadelesi; Ois Pu hariç.

 

Birtakım homurdanmaların Tibet’ten doğup Doğu Çin Denizi’ne dek akan Yangtze Nehri boyunca yükseldiği günlerdi. Kulaktan kulağa yayılan, durdurulması güç söylentiler vardı ortada. Güya havzada bulunan bambu ormanı, Çin Ejderhaları’nın egemenliğine geçecekti. Bölgeden sorumlu Mançuların klanı da buna ses etmeyecek, üstüne bir de son kalan yüz pandayı da def edecekti. Ois Pu ya da hiçbir panda, Sing Hanedanlığı’nın soyu tükenen pandalar için elinden bir şey gelmediğine inanacak kadar aklını kaçırmış değildi. Sing Hanedanlığı, Yangtze Havzası’nda hakimiyet kurmuş, bölgede yaşayan her canlıdan sorumlu bir imparatorluktu. Özellikle pandalardan. Çünkü şunun şurasında yüz tane kaldılar…

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir; hayatta kalan son yüz pandanın istisnasız hiçbiri benzersiz besinleri olan bambu yapraklarından vazgeçmeyecekti. Her şey şöyle başladı:

 

Yavrularıyla birlikte topuklarının çevresinde dönerek ormanda gülümseyen, nehirden balık avlayan, beyaz postundaki lekeleri annesine yıkatan tembel pandaların ormanın her yerine yayıldığı bir gündü. Etrafta güleç pandaların kol gezdiği Yangtze günleri, bölgenin alışık olduğu gürültüleri barındırıyordu. Bunlardan birisi de genç panda Whitmore’nin, Mançuların klanından bir kıza yazdığı ilan-ı aşk mektuplarını sesli okumasıydı. Whitmore, her hafta sonunun ilk yarısını mektubu yazmaya çalışarak öteki yarısını kardeşi Ois Pu’nun çenesinden kurtulmaya çalışarak geçirirdi. Haftanın kalan diğer günleri de utancından ormandan bir adım dışarı çıkıp da klana mektubu ulaştırmaya cesaret edemezdi. En başta kulak misafiri olduğunuz konuşmadan da anlaşılacağı üzere Whitmore, bu hafta sonu da aynı işlerle meşguldü.  Konfüçyüsçülükle kafayı bozmuş bir klan kızı olan Fliyu’nun daha önce hiç görmediği gamzeleri, henüz şahit olmadığı gülüşü hakkında  bir mektuba başlamıştı.

 

“Hayır Ois Pu. Fliyu’m, son derece asil bir klan kızı, işemiyordur.”

Ois Pu, kardeşinin elindeki bambu gövdesinden yapılmış bir kağıda yazılmaya çalışılan aptal mektubu tek hamlede kaptı ve nehrin sularına bıraktı.
“Na-na-napıyorsun sen? Bu hafta da gönderemezsem klandan bir oğlan kapacak kızı!”

“Ben saldım haberi. Fliyu, nehrin, klanın önünden geçen kıyısında, mektubun bu kadarını bekliyor Whitmore, daha fazlasını değil. Sen canını sıkma…”

 

Ois Pu, kardeşini bu martavallarla oyalarken nehirde bir terslik gözüne çarptı. Renginde mi dese, akış hızında mı? Whitmore, bir köşede nehrin tersine doğru akıp mektuba cevap gelmesini beklerken Ois Pu, ellerini toprağa yapıştırıp kuyruğunu göğe dikerek nehre eğilmiş, olan biteni çözmeye çalışıyordu. Bir yandan kokluyor, ellerini nehrin suyuna sokuyor, diğer yandan da ayağına yapışıp çekiştiren kardeşini silkelemek için bacağını sallıyordu.
“Whitmore, rahat bırak beni, cevap yarın sabah burada olur.”
“Ois, bırak şimdi mektubu.”
“Ha onu da aştık, direkt Fliyu’yu buraya mı istiyorsun? Gelir mi oğlum? Bambu mu yesin bizimle?”
“Ya bak diyorum! Ois, nehrin öteki ucundan yaklaşanlara bak!”
Ois, 15 senelik pandalık kariyeri boyunca kardeşinden bu gerilimde bir cümle duymamıştı. Alışık olmadığı için ilk birkaç saniye inanmasa da sonra bozulmayan sessizlik bacaklarını titretmeye yetti.
“Daha iyisine layıksın Whitmore, böyle şeylere gerek yok…”
İnanmaya niyeti olmasa da hala gözünü ayırmadığı nehirde şekli daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemeyen gölgeler oluşmuştu. Bölge bölge siyah benekli, çoğunluğu beyaz yüzünü hafifçe sağ üste doğru çevirdi. Karşısında gördüğü dört bacaklı, dikenli, uzun kuyruklu yılan, Çin Ejderhaları’nın en ateşlisi Apex’ten başkası değildi. Yani şey, ağzından en çok ateş çıkanı demek istemiştim. Tüm pandalar Apex’i küçükken anne babalarının korkutmalarından tanırdı: “Kardeşinin kuyruğunu çekme yoksa Apex seni götürür.”, “Ateşle oynama sonra Apex ateş neymiş gösterir.” Daha sıralayabileceğim birçok cümle ile bu ejderha çocuk pandalarda ağız tadına dair zerre bir şey bırakmamıştı. Whitmore ile Ois’in ilk görüşte tanıyacak aşinalığı da buradan geliyordu işte. Ois Pu, göz göze gelmemek için hemen başını önüne çevirdi, iri vücudunu ilk kez tek hamlede ayağa kaldırdı ve sık adımlarla oradan uzaklaşmaya çalıştı. Fakat önceleri hafif gibi gelen, sonra kulaklarını zorlayan bir uğultuyla beklenmedik biçimde önüne bir şey düştü. Ölü bitki ve orman atıklarını dişlerinin arasından Ois Pu’nun önüne tüküren ejderha, kolay kolay bırakmayacağını tek kelime etmeden anlatmayı iyi bilirdi.

 

Apex, kalın pullarla kaplı devasa vücuduyla  Yangtze’nin bambu ormanlarını ele geçirmek için gelmişti. Fısıltılar halinde büyüğünden küçüğüne toplam yüz pandanın arasında hızla yayılanlar demek doğruymuş… Pandaların ileri gelenleri,  küçük panda halkını sakinleştirmek için Sing Hanedanı ile konuyu görüşüp gerekli tedbirlerin alınmasını istediklerini söylemişlerdi. Öyleyse şimdi heybetli Apex, Ois’in önüne midesinde kalan bambu artıklarını ne diye tükürmüştü? Bir savaşın başladığını ilan eden daha aleni bir sahne olamaz. Olanı uzaktan gören Ois ve Whitmore’un ailesi, aile dostları, ormana kök söktüren hayta panda çetesi, daha kuyruğunu dik tutmayı beceremeyen yavru pandalar… Gözlerini dikmiş, ellerinde ucu sivriltilmiş bambu gövdelerinden yapılmış silahlar, ince viyaklamalar halinde Yangtze Nehri’ne doğru koşuyorlardı. Oraya ulaşmadan önce en az yüz metre koşan pandalar içinde öyle şişko olanları vardı ki; ilk yirmi metreden sonra aşağı doğru göbeğinin üstünde yuvarlanmaya başladılar. Apex, olanları epey yukarıdan, en yukarıya uzanan bambu yaprağının dahi yukarısından izliyordu. Nehir uzunluğunca uzanan kuyruğuyla hiç sakin olmayan orman sakini pandaları aşağılarcasına bir hareket yaptı. Kuyruğunu, kendisine doğru koşan pandaları süpürür gibi, üstlerine savurdu ve hepsi tepe taklak, ormanın öteki ucuna savurdu. Şimdi Whitmore ve Ois dışında Apex’in ateşini elinden alıp ormanı kurtarabilecek hiçbir panda yakınlarda görünmüyordu…

 

Bu durum, şüphesiz ki, iki kardeşin birlikte vermesi gereken bir mücadeleydi. Whitmore, her ne pahasına olursa olsun kendini, kardeşi Ois için Apex ateşine atmaya razı gözüküyordu. Siyah benekli sırtını Ois’e yaslamış, geri geri yürüyerek Apex’in gözünden kaybolmaya çalışan Whitmore, hep sakar bir panda olmuştur. Bastığı yere öylesine dikkat etmiyordu ki, ayağının biri çukura girdir.
“Fazla iyisin Whitmore! Seni ahmak, çek şu gövdeni üstümden!”
Ois, bir bacağı çukurda, vücudunun geri kalanı kendisinin üstüne yığılı olan kardeşinin altından kurtulmaya çalışırken bundan daha fazlasını da söyledi:
“Senin mektubun yüzünden buradaydık, şimdi senin yüzünden çukurdayız… Bir saniye, ben değilim!”
“Ois, söylenmeyi bırak Apex, hiç dostça bakmıyor, çek beni de gidelim.”
“Seni çukurdan çekmek mi? Sabah neyle kahvaltı yaptığın belli oluyor, aklını yemişsin!”
“Ois sessiz ol, bizi duyuyor, hadi kaldır beni de gidelim! Sing Kalesi’ne  doğru koşalım ve alt yolu kullanalım.  O yola Apex’in  ayakları bile sığmaz.”

Ois, bırak söylenenlere cevap vermeyi, Whitmore’un yüzüne bile bakmıyordu. Fakat söylenenlerin hepsini işitiyordu. Whitmore, bir yandan Ois’e dert anlatmaya çalışırken diğer yandan, ensesinde hissettiği sıcaklığa anlam vermeye çalışıyordu. Mevsime yaraşır bir his değildi başının arkasındaki… Arkasına dönüp baktığında Apex’in dibine kadar bambuları ateşe vererek geldiğini gördü. Çukurun içindeki bacağı, tam olarak dönmesine izin vermese de, ormanın yanan kısmını görebilecek açıya sahipti. Şimdi iki seçeneği vardı; ya Apex’in ağzından çıkan ateşten payına düşeni bekleyecek ya da Apex’le konuşup onu oyalayacaktı. Böylece belki Apex’in kuyruğuyla savurduğu ailesi ormanın öteki yanından kurtarmaya gelene kadar zaman kazanabilirdi. Whitmore, sesini o yüksekliğe nasıl duyurabileceği konusunda bir fikre sahip değildi.

“Apex! APEX! Ateşli Apex! Yok, bu ayıp oldu. Ateş canavarı Apex! Sana diyorum!”

Apex, kulağına yaklaşmakta güçlük çeken sesleri bir fısıltıdan bile daha zayıf işitiyordu. Whitmore, cümle içinde “ateş” demeseydi, Apex, duymak zorunda kalmazdı. Ne de olsa onun uzmanlık alanı, kulağı bu kelimeyi kilometreler öteden bile seçerdi. Ateş püskürtmeyi birkaç saniyeliğine durdurup çukurdaki sefil pandaya doğru eğilmiş, söylenenleri duymak istedi. Whitmore, onu dinleyeceğine hiç ihtimal vermediği için şimdi bütün vücuduyla titremeye ve kekelemeye başladı:

“A-a-a-a-apex, na-naber? Beni çıkar da seninle karşılıklı konuşalım.” Whitmore, kendi cümlelerinin saçmalığının farkındaydı. Stresten sesli düşünmeye başladı. “Aynen, karşılıklı konuşalım baba-oğuluz çünkü Whitmore!” Apex’ten bir cevap gelmesini ya da en kısa yoldan ateşinde yanmayı gözlerini sımsıkı kapatarak bekleyen Whitmore, havalandığını hissetti.          Gözlerini aralamaya cesaret ettiğinde Apex ile göz gözeydi. Ejderhanın etrafa is ve kül saçan, patlamış yanardağ girişi gibi kokan ağzı, Whitmore’un burnunun dibindeydi.
“Ko-konuşup anlaşabiliriz Apex… Sakin olmalısın, Yangtze hepimize yeter. “
Apex, ağzını her oynatışında Whitmore’u hapşırtacak kadar kül ve toz yayıyordu. Yangtze’nin daha önce duymadığı ürkütücülük ve kalınlıkta bir ses ile:
“Seni küçük şey, demek benimle konuşmak istiyorsun. Neden seni dağın zirvesinden aşağı bırakmıyorum ki?”
“DUR! Bende senin işine yarayacak, bu bölgeye dair birçok bilgi var, sana zarar verebilecek bitki ve diğer hayvanlardan koruyacak bilgiler verebilirim, tabii paramparça olmadığım sürece…”
“Bana ne zarar verebilir? Gözlerin iyi görmüyor galiba, dört ayaklı bir yanardağ gibiyim.”
Bu cümle ile birlikte eliyle Whitmore’u yüzünden uzakta tutarak ormanın bir kısmına daha ateş püskürterek kendini teyit etti.

“Şey… Tabii evet. Farkında olmaz olur muyum? Evimin yandığını görüyor gibiyim… Ama Edhu ininde, bugüne dek yerinden çıkmayan yüce ama cüce panda koruyucuları yaşıyor. Her şeye karşı dayanıklılar ve görünmeyebiliyorlar… Ayrıca çırptıklarında onları sinekten ayırt edemeyeceğin kanatları var. Bugüne kadar yerinden çıkmadılar çünkü hiç korunmaya ihtiyacımız olmamıştı. Bunu kimse bilmez. Ben de annem tüylerimi yıkarken uyumuş numarası yaptığım sıra babama söylerken işittim. Ois bile bilmiyor.”
“Demek Edhu’dan panda koruyucuları, hmm… Bu işleri değiştirir.”

“Apex, derdin nedir? Neden buradasın?”
“Qing, bambu ormanlarını yakıp yok etmemi istedi, yerine büyük bir tapınak yapacakmış.”

“Sing Hanedanı Qing? O son kalan yüz panda neslinin en büyük savunucusu, sallama ejder!”
Whitmore, kiminle konuştuğunun farkında değil miydi? Az önce ağzı ateş dolu ejderhaya “sallama ejder” mi demişti gerçekten? Söylediğini unutmak isteyerek gözlerini aynı sıkılıkta kapattı. Bir süre bu şekilde kalacaktı. Son kez açtığında yeni bir sabaha uyandığını görmeyi umuyordu. Fakat yeniden açması şuna denk geldi: Apex, Whitmore’u  o yükseklikten yere bıraktı. Hem pandanın ona bu şekilde, saygısızca hitap etmesini kaldıramadı hem de… Hem de buraya gelirken Edhulu yaratıklardan haberi yoktu. Bir an elleri tutmaz olmuştu işte… İyi de olmuştu. Whitmore, bir yandan kıçının üstüne düştüğü için şanslı hissediyordu, çünkü yumuşak zemin sayılır, diğer yandan avuç içleriyle toprağı geri geri iterek kaçmaya çalışıyordu. Apex, Qing için orman yakacak anlaşmayı Sing Hanedanlığı’yla neden yapmış olabilirdi ki? Hah! Whitmore, seni şapşal panda! Nasıl düşünemedin? Elbette hiç gitmeyen mektupların yegâne adresi Fliyu için… Apex, Qing ,karısıyla barışsın diye ona tapınak inşa edecek güzel bir arazi ayarlayacaktı. Karşılığında ise Qing, klan kralıyla arasındaki eskiye dayanan hukuku, kızını Apex ile evlendirmesi için kullanacaktı… Whitmore böyle oyunlara gelir miydi? Evet, gelmişti bile. Ama buna mahal vermeyecek her şeyi yapmaya da hazırdı. Ama ilk önce kardeşi Ois’in ne kadar korktuğunu düşünüp hemen arkasında döndü ve sakinleştirmeye yeltendi:
“Merak etme Ois, iyiy… Ois, neredesin? Ois? Ona, bizi koruyan Edhululardan söz ettim bile, şimdi gider Ois, çık saklandığın yerden.”
Ois, Apex kardeşini yukarı götürmeden evvel, Whitmore’un söylediği planı tek başına uygulamaya koyulmuştu.  Sessiz adımlarla, göze çok batmamaya gayret etti.  Whitmore, ejderhanın ellerinde çukurdan çıkarılırken “bir yolunu bul Whitmore” diye homurdanıp geri geri yürümeye başladı. Hem yaşına göre kısa ve kilolu bir  panda olan Whitmore’un siyah beyaz bir top gibi yükselişini meraklı gözlerle izliyor hem de kardeşinin bahsettiği planı uygulamaya koyuyordu. Ormanın içinden geçen iki yanı sık ağaçlarla kaplı patika yol, direkt olarak Sing Hanedanı’nın kalesine çıkıyordu. Qinq’e ithafen inşa edilmiş kalenin kapısından bu hayta panda tipiyle nasıl gireceğini dahi bilmiyordu. Ois’in tek derdi kendini kurtarmaktı. Whitmore, gözden kaybolana dek göğe yükselince Ois de patika yola giriş yapmıştı. Yolun daha yarısındayken büyük bir binanın devrilmesine benzer bir ses ve toz yükseldi. Ois, o an anladı ki Yangtze Ormanı ve panda soyundan geriye bir tek kendisi kalmıştı. Bu duraksamanın ardından yola devam etti.  Gereksiz kuşkuculuğu bırakıp iki adımda bir arkasını kontrol etmezse daha kısa sürede Qing’in yanına varabileceğini biliyordu. Hızlı sayılabilecek adımlarla yola devam ederken ayaklarının yanından daha önce görmediği tip hayvanların geçtiğini sandı. Belki bir çekirge türü, belki de sadece bir fare… Ama kesinlikle çok hızlılardı. Bunların Edhulular olduğundan, hatta Edhulular diye bir soy olduğundan bile haberi yoktu. Tipik Ois hareketleriyle şaşkın yüz ifadesini yüzüne, zıplayan hareketleri kuyruğuna takarak kalenin girişine kadar geldi. Kapıda bekleyen iki yüzü asık muhafıza orman halkının nasıl bir saldırı altında olduğunu tek nefeste anlattıysa da katiyen içeri almadılar. Ardından kalenin etrafını dolanıp iri vücudunun sığabileceği bir duvar aralığı bulmak istedi, yakalandı. Kendisinin üç katı olan ve bozuk süt kokan muhafızlardan biri, onu kuyruğundan tutarak kalenin içine, Qing’in yanına götürdü. Ois, hayatında ilk kez suçüstü basıldığı için çok mutluydu, işte girmişti.
“Yü-yüce Qing… Ben… Şey, yani ben… Diyecektim ki…”

“Nasıl geldin sen buraya, Yangtze’nin çoktan kül olmuş olması, yüz pandanın da yok olması gerekiyordu. Apex… Ateşi bitmedi ya! Nasıl beceremez?!”

Ois, daha tek kelime etmeden Apex’in Yangtze’de olduğunu bilen hanedanın ağzının içine kadar yaklaşmış, gözlerini dudaklarını dikmişti.
“O…Tüm pandaları kuyruğuyla alaşağı etti. Nehrin kıyısından başlayarak yakmaya başladı… Ben kurtulabildim bir tek Qing… Buraya hem sana sığınmak için geldim hem de Apex’e nasıl meydan okuyup canımı kurtardığımı anlatmaya geldim… Artık muhafızlarından biri olup seni sonsuza dek koruyabilirim. Beni… Oraya göndermeyeceksin değil mi? Yani, tüm pandalar şimdiye yanmıştır. Kalenin hangi odası benim Qing? Yangtze’ye bakan bir pencere isterim. Canım annem, babam ve Withmore’un havalanan küllerini biraz olsun görürüm…”
Qing, bu cümlelelerin içinde bir tek Apex’in adını işitti. Gerisi, son dakikalarını yaşayan bir pandanın sözlerinden daha fazlası değildi.
Qing, bozuk süt kokuluya yaptığı iki saniyelik bir el işaretiyle Ois’in zindana atılacağını anlatmıştı. Madem pandalardan son kalan Ois, buraya kadar gelip Apex’in varlığından söz edecek kadar her şeye tanık olmuş, yeryüzündeki kimseyle bunu konuşmamalıydı. Öyleyse Ois, sonsuza kadar Sing Kalesi’nin fareli zindanlarında demirlere tırmanıp kemirilmekten kaçmalıydı.
Ois’ten kurtulduğu an bir ordu adamıyla kaleden fırlayıp Yangtze’ye doğru yola çıkan Qing, neyle karşılacaşağını tahmin bile edemiyordu: Apex, Qing’in karısıyla barışabilmek için hediye edeceği tapınağı yapacak kadar bambu yakamamış mıydı? Nehrin kıyısından başlayacak tapınak için gerekli yeri açamadan Apex’i kim haklamış olabilirdi ki? Pandalar? Kendini kandırma Qing! Onlar,  bambu yaprağından aldıkları vitaminlerle bu kadar zekileşmiş olamazlar. Apex’in ateşi bitmiş olabilir mi? Tanrım! Neler diyordu koca hanedan? Ejderhanın ateşinin bittiği nerede görülmüş? Öyleyse… Öyleyse geriye tek bir seçenek kalıyor… Varlıkları bir türlü kanıtlanamayan Edhu ininin yüce cüceleri… Onlar olabilir mi? Olasılıkların en mantıklısı ile korka korka ormana kadar geldi.

Bir sessizlik ancak bu kadar korku verici olabilirdi. Ormanda çıt çıkmıyordu. Ne sabah gelen panda gülüşmeleri, ne Apex’in alışıldık kükremesi, ne panda çığlıkları, ne de yangın sesi… Qing, aynı anda her yeri görebilmek için gözlerini saniyede beş kez döndürür olmuştu. Fakat henüz durumu açıklayacak hiçbir ayrıntıya rastlamadı. Ordusundan bir adım öteye ayrılmadan küçük küçük ilerliyordu.  Arkasında bir çıtırdı duyar gibi oldu, tek hamlede arkasına döndüğü anda, ordu da aynı anda döndü ve büyük bir gürültü koptu. Dişe gelir ilk hareketlilikte Qing’i ve tüm orduyu ağaç dalına asacak bi ağ düzeneği kurulmuştu. Şimdi Sing Kalesi’nden Yangtze’de olup biteni çözmek için yola koyulan hanedan ve ordusu, ağın ipleri arasından sarkan uzuvlarıyla ağaçta sallanıyorlardı. Ormanın sınırlı ve sıkışık yollarında yürümenin, üstelik öyle hızlı yürümenin zorluklarından haberleri yoktu. Qing, tayfasıyla uzun bir ağacın en tepesindeki dalda sallanırken başına ne geldiğini, yerin nerede olduğunu, ağzının dibindeki ayağın kime ait olduğunu çözmeye çalıştı. Hiçbirine cevap bulamayınca  Yangtze’de olanları buradan anlamaya çalıştı. Buna benzer coşkuda başka bir manzara olamaz. Qing, Ois’in anlattıkları ışığında manzaraya bir anlam bulmak zorundaydı:

Nehrin kıyısında gezinen tuhaf şeyler, Qing bu kadar yüksekten bakıyor diye mi böylesine ufak görünüyordu, yoksa… Yoksa sahiden Edhulular mı? Yanındaki pandadan daha kısa olduğuna göre… Evet! Yüce cüceler gerçekmiş, pandaların koruyucuları inden çıkmış!
Ois, patika yola girip kardeşi ve Apex’i gözden kaybedip kaleye giderken, Apex’in ormanın öteki ucuna attığı panda takımı, yolu katedip geri gelmişler. Apex, Whitmore’un bahsettiği Edhulu cüceleri ağaç kavuklarında, taş aralarında, bambu yapraklarının altında aramaya koyulurken ona sinsi bir tuzak kurmuşlar. Edhulu cücelerin varlığından yalnızca birkaç panda haberdardı. O pandalardan en hızlı koşanına gidip Edhululara haber verme görevi verilmiş. Panda, Edhululara haber verir vermez, cüceler, tiplerinin sevimliliğine yakışmayacak bir öfkeyle kükremeye ve mağara duvarından silahlarını çıkarmaya başlamış. Apex, her yanda onları ararken cüceler, çoktan gizlice Apex’in dibine kadar sokulup dört ayağından her birine etkisiz hale getiren iğneler batırmışlardı. Apex, bulamamanın siniriyle sağa sola ateş püskürürken bir anda büyük bir gürültüyle yere yıkılmıştı. Yerdeki bütün toz havalanmış, bu da kaleye doğru giden Ois’in gözüne yangının külleri olarak görünmüştü. Ois de bu yüzden Qing’e tüm ormanın yandığını söylemiş olmalıydı. A-ama peki o… Oradaki kim? Daha önce hakimiyet alanında görmediği bir güzellik: Ah! Fliyu! Olanları nereden duymuş olabilir? Yoksa sadece gürültüye mi gelmişti? Qing, her şeyi çözmüş sayılırdı ama Fliyu’nun, Ois’ in nehre bıraktığı yarım yamalak mektubu okuyarak etkilenip geldiğini yüz sene orada asılı kalsa çözemezdi. Fliyu, Whitmore’u merak edip görmeye gelmişti. Zamanlama harikaydı, Whitmore, cüceler ile birlikte azılı bir mafyaymış gibi emin adımlarla olay yerine yaklaşırken Fliyu ile göz göze geldiler, geliş o geliş…
“Mektup… Sen mi…?”
“Fliyu’m, az bekle.”
Qing, aklına yatan bu olayla şimdi buradan nasıl kurtulacağını düşünürken cüceler, Whitmore’u kanatları üstüne oturtarak havalandı. Asılı olan ağa kadar yükseldi. Whitmore, Qing’e sadece “Ois nerede? Kardeşim nerede?” dedi. Qing, buradan kurtulamayacağını biliyordu. Öyleyse kıvırmanın gereği de yoktu:
“Kale zindanında… Senin ve ailenin öldüğünü ve Apex’e meydan okuduğunu söyleyince onu kapattım.” dedi. Whitmore, içine dolan hayal kırıklığı ve aynı oranda öfke ile Edhululara onu kaleye götürmesini söyledi. Zindanın küçük demir penceresinin önüne kadar gelip Whitmore’un içeriyi görebileceği şekilde konumlandılar. Whitmore, demir parmaklıklar arasından kardeşinin nerede olduğuna bakıp sesleniyordu. “Ois, neredesin? Seni kurtarmaya geldim. Ois, ormanımız güvende, neredesin?” Bir cevap alamayınca içeriye daha dikkatli bakan Whitmore, Ois’in bir köşede küçük hıçkırıklarla ağladığını gördü. Edhululardan onu çıkarması için yardım istedi. Cüceler, parmaklıkları, Ois’in genişliği kadar açarak çıkmasına yardım etti. Ois’in genişliği dediğimde neredeyse duvarın komple yıkılmasıydı. Whitmore:
“Qing’e öldüğümüzü neden söyledin? Gitmeseydin seni korumak için zaten ölebilirdim Ois…”

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.

Ois Pu” için 3 Yorum Var

  1. Merhabalar. Animasyon film tadında, eğlenceli ve akıcı bir öyküydü. Bir çocuk kitabına bile dönüşebilir belki ve çok da güzel olur. Sahneler, işleniş, her şey güzeldi. Seçkiye hoş geldiniz diyerek, ellerinize sağlık diyorum.

  2. Merhaba 🙂 Seçkideki ilk öykün sanırım? Umarım yazmaya devam edersin ve seni burada daha sık görebiliriz 🙂

    Genelde “okudukça bir takım eleştirilerde bulunma” yoluna gidiyorum. Böylesinin yazar arkadaşlara, bir okuyucunun neler hissettiği konusunda satır satır bilgi vermesi dolayısıyla daha “yardımcı” bir yöntem olduğuna inanıyorum. Yine de, öykünün girişini o kadar harika yazmışsın ki… Eğer bu girişin güzelliği beni yanıltmıyorsa, gelecek kısımlarda “seni geliştirebilecek eleştiriler” yapmaktan ziyade sadece övgü yazacağım. Ve, bu da pek anlamlı olmayacak.
    Uzun zaman sonra ilk defa mektup-hikaye türüne yaklaşan bir şey okuyorum. Bakayım beni neler bekliyor 🙂 Bitirdiğimde genel yorumumu yaparım.

    Hımm… Beklemediğim kadar “enteresan” bir tarzda hazırlanmıştı. Emin değilim ama sanırım “çocuk öyküsü” denilen türe biraz daha uğraşla pekala oturtulabilecek bir hikayeydi bu. Yine de, sadece kendi zevkimi düşünerek söylemeliyim ki, kurguda yer yer “gerçekçi” bulmadığım sahneler, anlatımda bazen sekteye uğrayan bölümler fark ettim ve bu durum beğenimi birazcık aşağıya çekti.
    Yine de, üzerinde uygun bir çalışmayla çok daha harika bir öyküye dönüşeceğine eminim çünkü hem yazarının hem de diyarının barındırdığı yetiyi hissettim.

    Yine de, öykünün sonunun biraz daha “bir şeyler hissettirici” şekle sokulması gerektiğini düşünüyorum. Öyküyü uzatarak olabilir, karakterlerin önceki bir davranışına daha “dokundurucu” bir atıf yapılarak olabilir. Çünkü, şu haliyle, Ois için hafif bir utanma hissetsem de zaten öykü boyunca hissettiğim/hissterrirdiğin bir şeydi. Gerek anlatıcı sözlerinle gerek o karaktere yaptırttığın şeylerle.
    İsim seçimlerin harika olmuş demeliyim. Bilemiyorum bir yerlerden alıntı mı yoksa oluşturma mı ama… Yer adları ve kişi adları bende bir ara birbirine karıştı. Zihnimin yetersizliğiyle ilgili olabilir. Yine de, benim gibi birkaç okuyucunun daha olacağına eminim.

    Teşekkürler ve sonraki seçkilerde de görüşmek dileğiyle…

  3. Merhaba, seçkiye hoş geldiniz.
    Öykünün animasyona uygunluğuna ben de katılıyorum. Aşk mektubu yazan bir panda, hoş bir buluş 🙂 Öyküde biraz karmaşa var gibi; biraz tasvirlerden biraz aksiyon kaynaklı. Finali güzel.
    Kaleminize kuvvet.

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *