Öykü

Olasılık Mezarlığı

Karımın ölmemesi için yapmam gerekenleri bana bir ayakkabı söyledi. Bir kadın ayakkabısı. Kırmızı, parlak, narin ve neredeyse bir insan evladının değil de periler sultanının ayağını muhafaza etmekle mükellefmişçesine mağrur görünümlü bir ayakkabı. Karımın, “Duygu’nun nikâhında giyerim,” diyerek aldığı, en fazla üç beş kez kullandığı, bu nedenle yeni gibi duran bir ayakkabı.

Holdeydi. Duvarın dibinde. Tavandan sarkan yetmiş beş mumluk ampulün sarımsı ışığında tembelce parıldıyordu. Uzun ve ince topuğunun üzerinde dikilen sağ eşinin aksine yan yatmıştı. Karımın narin bileğini kavraması gereken ince kemeri tokadan kurtulmuş, yerdeki marleye değiyordu. Tüm o mağrur görünümle hiç mi hiç bağdaşmayan mahzun bir etki yaratıyordu bu. Şu halime bak, der gibiydi, çok değil birkaç ay önce nikâhlarda giyiliyordum, şimdi topuğumun üzerinde duramıyorum.

Bir sır vereyim, ayakkabı umurumda değildi. Karımın farklı tip ve renkteki yirmi küsur çift ayakkabısından farkı yoktu benim için. Mağrurluğuyla da mahzunluğuyla da ilgilenmiyordum. Günlerdir giyilmemesine karşın ayakkabı dolabındaki mukavva kutuda değil de holde, dış kapının tam karşısında durması da derdim değildi. Zavallı karım işten yorgun argın geldiği bir akşamüzeri ayağından çıkarmış, eğilmeye bile takati kalmadığından burada bırakmış olmalıydı. Bu da dert değildi. Nasılsa hafta sonu evi baştan aşağı temizlemeye soyunduğunda alır, daracık holümüzde hacminden çok daha fazla yer kapladığı hissi uyandıran bu garabeti ait olduğu yere kaldırırdı.

Bu düşünceler içinde ayakkabının yanından fütursuzca geçtim.

Sanırım benimle konuşmasına da bu umursamaz tavrım neden oldu.

[Karının yaşamasını istiyorsan beni düzelt!]

Çıplak ayaklarım marley zeminde, öylece kalakaldım. Bakışlarım holün ucundaki yatak odasının büyük camlı kapısına sabitlenmişti. Buna karşın birkaç adım arkamda kalan ayakkabının zihnimce çekilen fotoğrafı boyutlardan sıyrılmış da yeniden biçimlenmiş gibi gözlerimin önündeydi. Mağrur, mahzun, kırmızı, devrilmiş ve… tehditkâr!

“Hadi oradan!” dedim kendi kendime. Bunu kasıtlı olarak sesli söylemiştim. Sanki böylece çevrelenedurduğum alacakaranlık kuşağı evreninin görünmeyen duvarlarını delecek, bildik dünyanın yavan ama güvenli sıradanlığına geri dönebilecektim.

İşe yaramadı.

[Çok ciddiyim. Beni düzeltmezsen karın ölecek!]

Köstekli saatine bakarak koşan beyaz tavşanı gören Alice gibi şaşkınlık, heyecan ve tedirginlik karışımı bir duyguyla başımı yavaşça çevirip omzumun üzerinden baktım. Ayakkabı yerinde duruyordu. Olağanüstü bir yanı yoktu. Sadece ince kemeri biraz daha aşağı in… ah, hayır, baktığım yerin değişmesi nedeniyle kapıldığım bir yanılsamaydı bu. Kahrolası ayakkabının az öncekine oranla çok daha mahzun görünmesinin dışında hiçbir değişiklik yoktu. Bu mahzunluk artışının nedeni de üzerine gölgemin düşmesiydi, başka şey değil. Parıldamasına neden olan ışık perdelenince mağrurluk alıp başını gitmişti. Bu kadar doğaldı her şey. Ortada ne beyaz tavşan ne de tehditler savuran bir ayakkabı vardı, değil mi?

Rahatsız edici bir uykudan kalkmaya çalışırcasına başımı sertçe iki yana salladım. Saçmalama, diye geçirdim içimden, bir ayakkabıyı düzeltmedin diye karın ölecek değil.

Mutfağa yöneldim. Sallama çayımı bir an önce almalı, karıma duyduğum aşkın verdiği ilhamla yazmaya koyulduğum romanın başına bir an önce oturmalıydım. Bu kez iyi bir konu yakaladığımı hissediyordum. Çok da cafcaflı bir isim bulmuştum romana: Olasılık Mezarlığı. Ekrana aktarılmayı dileyen kelimeler beynimde fink atıyordu. Konu neredeyse kendi kendini yazıyor, kurgu da ilahi bir elin müdahalesiyle zihnimin toprağında dal budak salıyordu.

Kim bilir, belki de bu kez olacaktı. Belki de on iki kitaba, yığınla dergide yer bulan onlarca öyküye, yüzlerce şiire, biri İspanyolca basılan beş antolojiye imza atmama karşın ‘görünmeyen’ bir yazar olmak kefaretinden bu kitapla kurtulacaktım. Belki hikmeti kendinden menkul o ‘çoksatar’ yazarların arasına girebilecek, Forbes’ın ‘En Çok Kazanan Türk Yazarlar’ listesinde kendime Turgut Özakman’la Orkun Uçar arasında bir yer edinebilecektim. Orhan Pamuk bile Nobel aldıktan sonra gözüme her şey olası görünüyordu.

Ama hayatımı kökten değiştirecek bu kitabı yazmak için Macintosh’umun başına oturmalı, çayımı yudumlayıp sigaramı tüttürürken kelimelerin büyülü şekilde art arda dizilmesine aracılık etmeliydim. Bunu yapabilmek için de zihnim arınmış olmalıydı. Ne var ki mutfağın küçük penceresinden gecenin laciverde kaçan tenine, cılız yıldız titreşmelerine, biçimsiz gecekondu kiremitlerine ve gölgelere sarınmış apartman siluetlerine bakarak ısıtıcıdaki suyun kaynamasını beklerken kahrolası ayakkabının sesini duymaya devam ediyordum.

[Düşünsene, beni kaldırmadığın için çevremi kuşatan zerrecik denizinde gereken dalgalanma olmayacak. O dalgalanma olmayınca oturma odasındaki sinek rahatsız olup aralık pencereden dışarı kaçmayacak. Sinek kaçmayınca balkonun korkuluğunda tüneyen serçe vızıltıyı takip ederek kaldırıma inmeyecek. Serçe kaldırıma inmeyince yan bahçenin duvarında tüneyen kedi onu avlamak için aşağı atlamayacak. Kedi aşağı atlamayınca sahibinin çişini yaptırmak için dışarı çıkardığı yeni yetme Golden Retriever peşine takılıp onu sekiz sokak aşağı kovalamayacak. Köpek kediyi kovalamayınca sahibi ona yetişmek için kilometrelerce koşmak zorunda kalmayacak. Adam gecenin bir vakti iyice yorulmadığı için sabah erkenden uyanabilecek. Arabasına atlayacak, gaza basacak ve tam karının otobüs beklediği durağa yaklaştığında önüne bir kedi fırlayacak. Adam, o kedi bir akşam önce köpeği tarafından ‘kovalanamadığı’ için bu manevrayı yapmak zorunda kaldığından bihaber, direksiyonu kıracak ve araba son sürat oto…]

“Yeter!”

[…büs durağına dalacak! Düşünsene, hiç vicdanın sızlamayacak mı o zaman? ‘Karımı kurtarmak elimdeydi, ama kılımı bile kıpırdatmadım’ demeyecek misin? Nasıl yaşayabile…]

“Yeter!”

[…ceksin bir daha kendinle? Yatağınıza yattığında karının gül tenini, sıcacık ellerini, uykusunun ortasında bile narin parmaklarıyla uzanıp sa…]

“Yeter!”

[…çınla oynamasını özlemeyecek misin? Söylesene, nasıl tahammül edeceksin kendine? Söylesene, söylesene, söylesene…]

Böyle sürüp gidiyordu.

Kulaklarımla değil de beynimle duyduğum bu sesleri yok sayıyor, içimde an be an büyüyen huzursuzluğu görmezden geliyor, kahrolası ısıtıcının bir gıdım suyu ısıtmasının neden bu kadar uzun sürdüğünü düşünerek oyalanmaya çalışıyordum. Suyun on dakikadır fokurdadığına yemin edebilirdim, ama aşağılık mandal düzeneği bir türlü serbest kalmıyor, yağlı kemiğe karşı aç bir köpeğin sulanışı gibi sabırsızlıkla beklediğim tıklama duyulmuyordu.

[Hey! Seninle konuşuyorum! Beni duyuyor musun?]

Allah kahretsin ki duyuyordum. Beynimde yankılanıyordu ses.

[Hey! Fazla zamanını almayacak. Gelip beni kaldıracaksın, hepsi bu. Dağları del demiyorum ki sana!]

Haklıydı. Ama Tanrı şahidim, bu haklılık sinirimi daha da zıplatıyordu. Akıl bahşedilmiş bir insan evladı olarak kırmızı bir ayakkabının haklılığını kabullenmeyi gururuma yediremiyordum. Hadi itiraf edeyim, delice bir korkuyla, bu isteğe uyarsam bundan sonra geleceklerin de önünü açacağımı hissediyordum. Gecenin bir yarısı oturma odasındaki çekyatın ağlayışlarıyla uyanmak, masanın sandalyeyle geçinemediğini dinlemek, çatal bıçak takımının Karadeniz türküleri söylediğini duymak istemiyordum. Çünkü bunları duymak kırmızı bir kadın ayakkabısınca tehdit edilmenin bir sonraki adımıdır ve evdeki eşyalarla gündelik iletişime girmiş birinin gelecek günleri düşünmesi gerekmez. Düşünmesini sağlayacak akıldan oldukça uzak kalmıştır çünkü. Kabaca bir mesafe vermek gerekirse, sanıyorum, beş ışık yılı kadar. Eh, ışığın saniyede üç yüz bin kilometre kat ettiğini düşünürseniz, pek de azımsanacak bir mesafe değildir bu.

[Hey! Sıkılmaya başlıyorum! Gelip beni kaldırsan iyi olacak!]

İtiraf etmeliyim ki her ne kadar isteğine başarıyla karşı koysam da ses beynimdeki bir kaşıntı gibiydi ve insanın asla dokunamayacağı bir yerinin kaşınması berbat bir duygudur. Zamanında bir kitapta, kırk yaşlarındaki bir adamın sol ayağındaki kaşıntı nedeniyle delirdiğini okumuştum. Yazar anlattığının kurgu olmadığını, tamamen gerçek, her harfine dek yaşanmış bir olayı aktardığını iddia ediyordu. Gerçi yazar takımı bol keseden sallayan adam ve kadınlardan oluşur ve, “Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki,” diye söze başlayan bir yazarın söyledikleri kesinlikle yalandır, ama size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki o kitaptaki öykü gerçekti. En azından ben öyle olduğuna inanmıştım. Kim bilir, belki de okuduğumda ilk gençlik yaşlarında olduğumdan. Her neyse… Adamın sol ayağı kaşınıyordu. Her an. Evet, abartısız, her an. Zavallı, gazete okurken de, dünyalar güzeli karısıyla sevişirken de, tuvalette işini görürken de, yemek yerken de ve hatta uyurken de sürüyordu o kaşıntı. “Ah,” diyordu adam, “Ah, bir kerecik kaşısam, fazla değil, bir kerecik kaşısam, Tanrı’nın gazabı bu kaşıntıdan kurtulacağım, eminim buna!” Ama yapamıyordu. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’na piyade olarak katılmış ve hepi topu iki parmak uzunluğundaki bir şarapnel nedeniyle sol bacağının dizden aşağısını cephede bırakmıştı. Olmayan bir şeyi kaşıyamazsınız, değil mi? İşte, bizim kurgu olmayan zavallı kurgu kahraman da kaşıyamadığı o bacak nedeniyle sonunda sapıtmış, karısıyla iki yaşındaki oğlunu öldürdükten sonra soluğu Amerika’nın en sıkı korunan akıl hastanelerinden birinde almıştı.

Allah kahretsin ki kendimi o Amerikan gazisine fazlasıyla yakın hissediyordum. Ayakkabının sesi beynimin yan kısmında dolaşıyor, temporal lobun tüm kıvrımlarını kurcalıyor, anlama dönüşmesini sağlayacak bir sinir hücresi bulmak amacıyla tüm ağ sistemini yokluyor, yokluyordu. Neredeyse olmayan sol ayağınızı kaşıma arzusuna benzer çıldırtıcı bir kaşınma hissi yaratıyordu bu.

[Hey! Eğer…]

Neyse ki geri kalanını duymadım. En azından o an için. Çünkü ısıtıcının mandalının serbest kalmasıyla oluşan tıklama gecenin sessizliğinde silah gümbürtüsü gibi patlamış, tüm sabırsız bekleyişime karşın yay gibi gerilen sinirlerimin oyununa gelerek yerimde şaşkınlıkla sıçramıştım. Hadi itiraf ediyorum, korkmuştum da. Bir an da olsa, küçücük, minicik, mini minicik bir an da olsa, ayakkabının arkamdan sinsice yaklaştığını ve öldürücü darbeyi indirmek için topuğunun üzerinde sıçradığını sanmıştım. Tamam, çocukça bir şeydi bu, belki çocukça bile değildi, ama kişinin sinirleri keman yayı gibi gerilmişse en imkânsız şeyler bile olası görünüyor.

Bütünlüğünün bir kısmı form değiştirerek buhara dönüşen kaynar suyu sevimli bir inek görüntüsündeki seramik fincanıma boca ettim. Sallama çayı kavrayan poşet, bir kadın ayakkabısınca saldırıya uğrayacağı korkusu yaşayan birini sallamayacağını ima edercesine fincanı dolduran suyla birlikte yükseldi. Oysa çayın demini salması için dipte kalması gerekiyordu ve kendisini kaşıkla dibe bastırıp köşeye sıkıştırarak bu gerekliliği yerine getirmekten çekinmedim.

Derin bir nefes alarak sessizliği dinledim. Eskiler, sessizliğin içinde sesler olduğunu, insanlarca duyulamadıkları için uluduklarını söyler. Bunu ben uydurmuyorum. Eskilerin garip, masalsı ve gündelik yaşamın içinde nasılsa hâlâ soluk alıp veren korkunç hülyalarından biri daha işte. Ama bir sır vereyim mi? Sessizliğe kulak kabarttığım o an, eskilerin uluma olarak nitelediği o duyulmayan sesleri duydum. Uzun, kesintisiz, tekdüze bir siren sesi gibiydi önce. Dikkat kesildikçe yoğunluğu artıyor, çınlamaya doğru evriliyordu. Sonrasında çınlama da şekil değişiyor, kulaklarınızdan beyninize doğru akan bir uğultuya dönüşüyordu. İşin garip tarafı, o uğultu hep oradaydı, onu hep duyuyordunuz, ama dikkat kesilmedikçe varlığından haberdar olmuyor, daha doğrusu hatırlamıyordunuz.

Alın size bir itiraf daha: O dinmeyen uğultuyu kırmızı ayakkabının zırıltısına bin kere tercih ediyordum. Çünkü beni tehdit etmiyor, yan gelip de yattığı yerden bin türlü felaket senaryosu savurmuyordu.

Birkaç derin nefes daha alıp da cesaretimi topladıktan sonra sessiz adımlarla hole çıktım. Çay dolu fincanı kulpundan kavramış, olması gerekenden biraz yukarıda, bir çeşit kalkanmış gibi tutmuştum. Böylece gözlerim ayakkabıya değmeden çalışma odama geçebilecektim. Tüm dikkatimi kulaklarımdaki uğultuya verdiğimden şu anda o kahrolası tehditleri de duymuyordum. Ama Tanrı aşkına, kimi kandırıyorum? Ses hâlâ oradaydı. Uğultunun hemen altında. Fısıltıyla konuşmayı sürdürüyor, bu haliyle az önceki açık tehditkârlığından daha etkili oluyordu.

[Sen bilirsin aslanım! Benimki iyi niyetli bir uyarıydı sadece. Sinek uykuya dalmak üzere. Bir daha top patlasa kıpırdamaz.]

Elimin tehlikeli şekilde titrediğini fark ettim. Hayır, bu titremenin nedeni korku falan değildi. Mutfaktaki bekleyişim sırasında yaşadığım sıra dışı deneyimin saçmalığı (hatırlayın, ayakkabının arkamdan sinsice sokulduğunu düşünmüştüm) o konudaki kaygılarımı silip süpürmüştü. Elimin titremesinin nedeni çok daha farklıydı. Kocaman ısırıklarla tüketmekte olduğunuz ton balıklı sandviçin arasına konan marul yaprağının üzerinde kıvranan yeşil kurtçuğu görünce içiniz kalkar ya, ona benzer bir irkilme. O kurtçuk kadar küçük, ama orada bulunmasıyla tüm gerçekliği kökten değiştiren bir ayrıntı: Ayakkabının söylediklerini teyit etmek!

Aklımdan geçen buydu ve ilk anda tehlikeli biçimde mantıklı görünmüştü. Hey, demiştim kendi kendime, gider oturma odasına bakarsın, orada gerçekten bir sinek olmadığını görürsün, böylece zerrecik denizindeki dalgalanma hikâyesinin martavaldan başka bir şey olmadığı ortaya çıkar, sen de kahrolası sandalyene kurulup Forbes‘ın ‘En Çok Kazanan Türk Yazarlar’ listesine girmeni sağlayacak romanı yazmaya devam edersin.

Dedim ya, fikir ilk anda gözüme çok mantıklı görünmüştü. Bak, sinek olmadığını gör ve rahatla! Ama çatlak bir fay hattındaki sarsıntı gibi elimi titreten düşünce hemen sonra zihnimde patlamıştı: Ya sinek gerçekten oradaysa!

Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki beyinle ruh birbirinden bağımsız hareket eden, hatta birbirine düşman olan iki kutup. Ruhunuz dinginleştiği an beyniniz bir çapanoğulluğu yapıp işi bulandırmaya bayılır, ya da beyniniz dinlenmeye çekildiğinde ruhunuz en olmadık rüya boyalarına dalıp onu huzursuz etmekten arsızca bir zevk alır. Bana olan da buydu. Ruhum rahatlamasını sağlayacak tezler üretiyor, beynim sadistçe bir gayretle o tezleri çürütmeye çalışıyordu:

[Ya sinek gerçekten oradaysa!]

Rastlantı. Sinek oradaysa pencere kanadı mutlaka kapalıdır.

[Oh, evet… Ama ya pencere kanadı gerçekten aralıksa!]

Bir rastlantı daha. Kanat açıksa da balkon korkuluğunda tüneyen bir serçe olmadığına eminim.

[Öyle ya… Ama ya serçe de gerçekten oradaysa!]

Rastlantı, rastlantı… Ama tut ki serçe de orada, yine de eminim ki yan bahçenin duvarında tüneyen bir kedi yoktur.

[Yoktur, değil mi? Ama ya varsa!]

Rastlantının dik âlâsı! Ama kedi oradaysa bile, gecenin bu saatinde kahrolası köpeğini işetmeye çıkaran birinin sokaktan geçmesi mümkün değil.

[Ama ya mümkünse!]

İtiraf etmek gerekirse içimde bir tutam korku kaldığının farkındaydım, ama bu korku ayakkabıya ilişkin değildi. Anladınız ya, daha çok söylediklerinin gerçekleşmesi olasılığından korkuyordum. Ve tabii ki sonrasında olacaklardan (Bir kez daha hatırlayın, çekyatın ağlaması, masayla sandalyenin atışması, çatal bıçak takımının söylediği Karadeniz türküleri, yani delilik). İşte, elimin titremesinin nedeni buydu. Kendimi delilik uçurumuna hayatımın hiçbir evresinde olmadığım kadar yakın hissediyordum.

“Saçmalama!” diye söylenerek holü hızla adımladım. Yanından geçtiğim sırada, ayakkabının marleye değen kemerinin uzanıp bileğime sarılacağı gibi delice bir korku daha hissettim. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Allah’ın cezası garabet fısıltıyla, [üç damla ve ardından ıslanan küller], gibi abuk sabuk bir şeyler söylemekle yetindi sadece, ardından sustu.

Çalışma odamın güven veren dağınıklığıyla kuşatılınca derin bir nefes alarak çay dolu fincanı bilgisayar masamın kenarındaki altlığa bıraktım. Döner koltuğuma kuruldum. Poşetin kaşıktan kurtularak bir kez daha yüzeye ulaştığını gördüm, ama önemsemedim bu kez, nasılsa yeter miktarda dem suya karışmıştı.

Kıpırtısız durarak sessizliği dinledim bir süre. Kulaklarıma dolan uğultunun ardındaki sessizliği yani. Yoksa ayakkabı sonunda susmuş olsa da uğultu yerinde duruyordu. Onunla baş etmek daha kolaydı neyse ki. Fareye uzanıp Macintosh’umun sessizliğe karşı mucize olan müzik programı iTunes’ın simgesini tıkladım. Açılan alanda Sagopa Kajmer’in adını arattım ve ekrana dizilen listede Baytar adlı bir başka mucizeyi seçtim. Şarkının kıvrak notaları ve ilaç gibi sözleriyle kuşatıldığım anda ayakkabıya ait tehditkâr sözler de, beynimle ruhumu meşgul eden felaket olasılıkları da çocukken görülen ve zamanla etkisi geçen dehşetli bir kâbus gibi silikleşti.

“Bu dilden firar eden her söz yaydan çıkmış ok gibi…”

Sigara yaktım, çaydan bir yudum aldım, lanet olası poşet ağzıma girebilmek için hareketlenince öfkeyle tutup küllüğe bıraktım.

“Aklımın ipinin ucu da kaçmış, timsah katreleri boşalsın…”

Korkuyla yüzleşmek mi dersiniz, yoksa az önceki delice tedirginliğimle hesaplaşmak mı, bilmem, ama bir kez daha dikkat kesilip şarkının arasından sızabilecek sesleri dinledim. Çıt yoktu. Ne uğultu kalmıştı, ne de ayakkabının serzenişleri.

“Bugün ömür yarım gün, serbest kalsın fikrim…”

Rahat bir nefes alarak bir kez daha fareye uzandım. iTunes’i arka plana atıp ücretsiz bir ofis yazılımı olan NeoOffice’i ekrana getirdim. İşte, kelimelerinin birer kopyası beynimde de yer eden romanım karşımdaydı. Savulun Forbes‘cılar, ben geliyorum!

Yazdığım birkaç paragrafı hızlıca gözden geçirdim. Beynimde döneduran, henüz nesnelleşmemiş cümleleri kabaca yokladım, tamam, hepsi yazılmaya hazırdı. Klavyeye uzandım, ama tuşlara dokunmak mümkün olmadı. Boşluk tuşunun üzerine eşit aralıklarla serpilmiş üç damlaya takıldı gözüm. Belli ki ağzıma kaçmaya heveslenen çay poşetini fincandan çıkardığımda olan olmuş, firar eden bu üç damla sinsice klavyeye sızmaya çalışmıştı. Geniş boşluk tuşunu hesaba katmamışlardı neyse ki. Kâğıt mendil yardımıyla kolayca üstesinden gelinecek zavallı birer tehditten ibarettiler.

Bilgisayar masama bitişik olan kitap dolabının üzerindeki kâğıt mendil paketine uzandım. Küllüğün görüş alanıma girmesi de aynı anda oldu. Bir an, kısacık bir an görüntüye bakarak kalakaldım: Zemine yayılan turuncu izmaritler ve ıslak çay poşetinin iğrenç bir lapaya döndürdüğü ıslak küller.

Dehşetli korku hemen sonra geldi. Ayağa fırladım. Neredeyse sandalye devrilecekti. Gözlerim kocaman açılmış halde bilgisayardan birkaç adım uzaklaştım. İnanmayarak bir kez daha klavyenin boşluk tuşundaki üç damlaya ve küllükteki iğrenç ıslaklığa baktım. Hemen sonra ayakkabı, sanırım Sagopa Kajmer’in kim bilir ne zaman susmasından da faydalanarak güldü. Kirli, yapış yapış, beyindeki kaşıntıdan çok daha fazla rahatsız edici bir gülüştü bu. Yine de sinsi bir sesle söylenen cümle kadar korkutucu değildi:

[Sana söylemiştim!]

Evet, gerçekten söylemişti. Elimde fincanla hızla yanından geçtiğim sırada fısıldayarak söylediği sözler beynimde yankılanıyordu: Üç damla ve ardından ıslanan küller!

Şimdi o üç damla klavyede parıldıyor, üzerlerine poşeti atmamla ıslanan küller izmaritlerin beslendiği iğrenç bir lapa gibi duruyordu.

Üç damla ve ardından ıslanan küller!

Tanrı aşkına! Bunu nasıl bilebilirdi? Bir ayakkabı… kırmızı, sinsi, aşağılık, garabet bir ayakkabı geleceği nasıl bilebilirdi?

Tamam, sizinle oyun oynamayacağım! Siz de, ben de başından beri farkındayız konuşanın ayakkabı olmadığının. Ayakkabılar konuşmaz, değil mi? Biz insanlar, çevremizde göze görünmeyen cinlerin fink attığına, adalet diye bir şeyin gerçekten var olduğuna, ufoların dünyayı ziyaret ettiğine inandığımıza benzer bir safdillikle inanırız bazen imkânsız şeylere. Oysa her şey beynimizde olup bitmektedir, değil mi? Tıpkı şu ayakkabının benimle konuştuğu, tehdit ettiği konusunda olduğu gibi, kuruntularımızı, korkularımızı, çocuksu hezeyanlarımızı içine tıkıştırdığımız birer kılıftır pek çok nesne.

Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki en başından beri bunun farkındayım. Olaya ilginizi çekecek bir unsur katabilmek adına konuşan bir ayakkabı uydurdum, hepsi bu. Ah hayır, kahrolası ayakkabıyı kaldırmazsam karımın öleceği konusu uydurma değildi. Keşke öyle olsaydı. Tamam, bunu söyleyen ayakkabı değildi, bunun fazlasıyla farkındaydım, ama onu öyle devrilmiş görünce içimden yükselen bir ses aynen şöyle demişti: Bu ayakkabıyı kaldırmalıyım, yoksa karımın başına kötü bir şey gelecek!

Hadi yapmayın, eminim siz de benzer kuruntulara kapılmışsınızdır. Hatırlayın: Çocuğunuz okula gitmek için evden çıktığında koşturarak pencereye gider, servis aracına binene dek arkasından bakarsınız. Hayır, temkinli olmaktan söz etmiyorum, o ayrı bir konu, değinmeye çalıştığım şey içinizdeki o kötücül tohum. “Oğlumun arkasından bakmazsam akşam geri gelmeyebilir!” Anladınız mı? Sanki sırf siz olması gereken eylemi gerçekleştirip de oğlunuzun ardından bakmadınız diye kötü birtakım olaylar tetiklenecek, ardından da hiç ama hiç istemediğiniz bir şey olacaktır. Kendinizi o kötü olayın ardından değerlendirme yaparken düşündüğünüz bile olmuştur belki. “Sabah oğlumun arkasından baksaydım bu felaket yaşanmayabilir miydi?”

Örnekler çoğaltılabilir, ama zihninizi daha fazla kirletmek istemiyorum. Çünkü şu saatten sonra önemli olan kuruntu değil, çok basit bir örnekle de olsa geleceğe dair bir kehanetin gerçekleşmesi: Üç damla ve ardından ıslanan küller! Ve Tanrı şahidim, bu beni fazlasıyla korkuttu. Çünkü gelecekten haberdar olmanın lütuf değil, lanet olduğuna inanırım oldum olası. Ama gelin, kartları açık oynayalım. İşte size bir itiraf daha: Korkumun asıl nedeni, bu denli basit bir kehanete bile odaklanabilen zihnimin karımın ölümüyle ilgili kuruntusunun da gerçeği işaret ettiğine dair duymaya başladığım kuşkuydu. İşin beter yanı, az önce ayakkabının söylediğini varsaydığım her şeyi kontrol etmek için dayanılmaz bir dürtü duyuyordum. Oturma odasında bir sinek var mıydı gerçekten? Balkon korkuluğuna bir serçe tünemiş miydi? Sonra kedi, köpek, adam?

Sandalyeden yavaşça kalktım. İşin garip yanı, az önce klavyedeki üç damlayı görüp de korkuyla ayağa sıçradıktan sonra hangi ara tekrar oturdum, farkında bile değildim. Ağır adımlarla yürüyerek odadan çıktım, hole ayak bastım. Oturma odası hemen solumdaki kapının, karımın mışıl mışıl uyuduğu yatak odası da holün ucundaki büyük camlı kapının ardındaydı. Ayrıca holün sol duvarında mutfağın, sağ duvarında da banyoyla tuvaletin ve bir çeşit ardiye olarak kullandığımız küçük odanın kapısı vardı. Tüm bu kapılar bana yapış yapış yaratıkların karanlıkların içinde birbirine sürtündüğü iğrenç boyutlara açılırcasına tehdit edici görünüyordu.

Derin bir nefes alarak yatak odasının kapısına baktım. İlk hedefin orası olmasına karar vermiştim. Karımı sarıldığı ve muhtemelen sağ bacağını dışarı çıkardığı yorganın altında görecek, hâlâ nefes alıp verdiğine kanaat getirdikten sonra görevime geri dönecektim. Hayır, yazmaya değil. Kalbim göğüs kafesimde gümbürderken kusursuz cümleler kurmaya çalışmak anlamsız olacaktı. İlk başta ne kadar dirensem de yapılması gereken en yerinde hareketin kahrolası ayakkabının sözlerini teyit etmek olduğuna karar vermiştim. Ne kaybederdim ki? Aklımı mı? Tükürdüğümün aklının zaten pek normal işlemediği ortadaydı, öyle değil mi?

Yanından geçerken ayakkabıya kayıtsız bir nefretle baktım. Evet, abartmıyorum, aynen öyle, katıksız bir nefret. Sadece onu meydana getiren deriden, iplerden, sentetik diğer malzemelerden değil, onu tasarlayandan da, tezgâhındaki malzemeleri bir araya getirip imal edenden de, vitrininde sergileyerek satılmasına aracı olandan da nefret ediyordum. Yüzünü hiç görmediğim bu kişiler olmasa bu kahrolası ayakkabı şu anda holde yer kaplamayacak, zihnimi iğrenç ve korkutucu kuşkularla dolduramayacaktı.

Ayakkabı saf nefretimi ve o nefretin yaptırabileceklerini sezinlemiş gibi sessizdi. Yanından geçip gidişimde çıt çıkarmadı. Hoş, buna gerek de yoktu. Nasılsa kuruntularımı beslemiş, zihnimi çamur deryasına çevirmişti. Artık, son derece sıradan bir ayakkabıyım rolünü üstlenebilirdi.

Holü temkinli adımlarla geçtim. Çünkü içgüdülerim hâlâ karanlık odalardan çıkabilecek iğrenç yaratıklara karşı uyarı sinyalleri göndermeyi sürdürüyordu. Garip bir yabancılaşma yaşamama neden oluyordu bu. Hem kendi evimde hem de değildim. Bildiğim gerçekliğin üzerine saydam bir kılıf gibi başka bir gerçeklik geçirilmiş ve o gerçeklikte en inanılmaz şeyler olabilirmiş gibi hissediyordum.

Yatak odasının kapısını hafifçe ittim. Menteşeler gıcırdadı. Hafifçe. Yine de gecenin sessizliğinde bu hafif gıcırtı kulağa aç bir yırtıcının mide gurultusu gibi korkutucu geliyordu. Menteşeler de aşağılık ayakkabı gibi dile gelse, muhtemelen, neden bizi yağlamadığını sorabilir miyiz, diyeceklerdi. Neyse ki böyle bir şey olmadı. Olduysa da ben duymadım. Kim bilir kaç zamandır hiç farkında olmadan tuttuğum nefesimi gürültülü şekilde koyvermiştim çünkü.

Karım geniş yatağımızın kendine ait olan yanındaydı. Sağda. Yorganı iyice üzerine çekmiş, kapıya sırtını dönmüştü. Sadece yastığa yayılan kızıl saçlarını görüyordum. Oda holdeki ışıkla aydınlandığından ve o aydınlığın bir kısmı da kapının önünde durmam nedeniyle zayi olduğundan gerçekte kızıla boyalı olan o saçlar kuzguni siyah gibi görünüyordu, ama tutup da bu ayrıntıyla uğraşacak değildim. Saç renginin farklı görünmesi yatakta karımın değil de hiç tanımadığım başka birinin, mesela gerçekliğin üzerine geçirilen farklı gerçekliğe ait kan emici bir yaratığın yattığı anlamına gelmiyordu, öyle değil mi? Yoksa geliyor muydu? Yatağın diğer ucuna gidip de karımın güzel yüzünü görmek istesem korkunç bir yaratığın vantuz gibi açılan karanlık ve leş kokulu ağzıyla mı karşılaşacaktım? Bir an üçüncü sınıf korku filmlerine ait bu klişe bile gözüme fazlasıyla olası göründü. Hatta yatakta o korkunç yaratık yerine karımın yattığını görsem şaşıracağımı düşündüm. Neyse ki bu iğrenç duygu geldiği gibi hızlıca çekip gitti.

Sadece, karımın genelde dışarı çıkardığı narin bacağını bu kez yorganın altında saklaması hafif bir huzursuzluk duymama yol açtı, ama ayakkabıyla başlayan çılgınca kuruntuların saçma bir yansıması olduğunu kendime yineleyerek bu huzursuzluğun da üstesinden gelmeyi başardım. En azından o an için.

Kapıyı yavaşça çektim, ama tam olarak kapamayarak biraz aralık bıraktım. Başka gerçekliğin korkunç yaratıkları karımın yerine geçmek için gölgelerden sıyrıldığında oluşacak sürtünme seslerini duymak için aldığım bir önlemdi bu. Böylece zaman yitirmeden yardıma koşabilecek, karımı kurtaracaktım.

Gözlerinizin yukarıdaki satırların üzerinde neredeyse keyifle dolaştığını görür gibiyim. Hatta zihninizde neon ışıklarından oluşmuşçasına parıldayan düşünceyi bile görüyorum: Tamamen keçileri kaçırmış bu! Gölgelerden sıyrılacak yaratıklara karşı önlem almak mı? Daha neler artık!

Haklısınız. Yani neredeyse. Bunlar delice düşünceler. Ama anlayın. En azından deneyin. Gecenin bir yarısı, sessizlikle sarmalanan, hem kendi eviniz olduğunu hem de olmadığını hissettiğiniz bir yerdesiniz; zihninizde oluşuveren ve kendi halindeki bir ayakkabıya mal ettiğiniz kahrolası kuruntuların gerçekliğini sorgulamanıza neden olacak sıra dışı bir şey yaşamışsınız (hatırlayın, üç damla ve ardından ıslanan küller); üstelik tüm o saçmalıkların doğruluğunu teyit etmek gibi bir karara bile varmışsınız; şimdi tüm bunların yanına bildiğiniz ve kabul ettiğiniz yaşama ait olmayan bir şeyleri koyun; karınızın yerine geçmek için fırsat kollayan vantuz ağızlı bir yaratığı mesela. Evet, söyleyin, sırıttı mı? Hayır, değil mi? Peki bu akıl almaz düşünce bir Picasso tablosu gibi parçalara ayrılan gerçekliğinizin yanında aykırı durdu mu? Tam aksine, dekoru tamamladı. Böyle söyleyeceğinizi biliyordum. Şu köşeye de bir kurt adam ekleyelim ki takım bozulmasın! Bunu da ben uydurdum.

Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki tüm bunların gerçek olamayacağını biliyordum. Daha ilk andan beri. Hâlâ aklı başında olan bir parçam aralıksız aynı şeyi söylüyordu: Hey, kardeşim, saçmalama! Ama içine girdiğim hâl bir girdap gibi beni çekiyor, yetmezmiş gibi çevreme de dolanıyordu. Örümcek ağına yakalanan bir karasineği düşünün, işte öyle. Benim dolandığım ağ geleceğe ait öngörülerden ibaretti. Lanet olası bir ayakkabıyı düzeltmezsem karımın öleceği kuruntusuyla başlamış ve bir anda bildik gerçekliğin yerini almıştı. Ve şimdi bu yeni gerçeklikte ihtiyaç duyduğum şeyi yapacak, oturma odasında bir sineğin olup olmadığını kontrol edecektim.

Hızlı ve kararlı biçimde holü bir kez daha adımlayarak oturma odasına girdim. Büyük olasılıkla sarhoşken evi tasarlayan mimarın kapının arkasındaki duvara yerleştirdiği elektrik düğmesine dokunarak ışığı yaktım. Sonrasında tüm duvarları bakışlarımla taramam sadece birkaç saniye sürdü. Ve evet, sinek orada duruyordu. Tam karşımdaki duvarda.

Saçmalama! Bu hiçbir şeyi kanıtlamaz!

Biliyorum… Biliyorum…

Sinek el başparmağımın tırnağı büyüklüğündeydi. Türevlerine göre oldukça iri olduğu anlamına geliyordu bu. Simsiyahtı. Karım onlara “para sineği” diyor ve batıl bir itikatla bulundukları evin paraya boğulacağına inanıyordu. Aramızda kalsın, bana göre iğrenç ayakları boktan çıkmayan bir haşereden başka şey değillerdi. Ve şimdi onlardan biri şampanya rengi duvarın üzerinde ak alındaki günah gibi sırıtıyordu. Öyle ki, bir bardak sütün üzerinde olsa ancak bu denli görünür olabilirdi.

Tamam işte, yanıt bu. Sinek o kadar belirgin ki onu daha önce fark edip beynine kaydettin. Bu nedenle duvarda olduğunu biliyordun. Öngörü dediğin o saçmalığın nedeni bu.

İlk önce sarıldığım düşünce buydu. Ve bir an neredeyse doğruluğuna iman edecektim. Ama beynimin oyunbozan yanı darbeyi indirmekte gecikmedi.

Serçe! Balkonun korkuluğuna tüneyen bir serçe var mı?

Elbette yok. Serçeler bu saatte uykuda olur.

Pencereye yaklaşıp balkona baktım. Ve tombala! Kahrolası bir serçe balkonun rengi solmuş korkuluğunun üzerinde duruyordu. Kabul, gerçekten de uyuyor gibi görünüyordu. Yine de rahatlatıcı değildi bu.

Tükürdüğümün kedisi peki? O kahrolası hayvan yerinde mi? Yan bahçenin duvarında tüneyen aşağılık bir kedi var mı?

Balkon nedeniyle yan bahçe duvarını göremiyordum. Ama bu sorun değildi. Orada bir kedinin cehennemi bekleyen ifritler gibi tünediğine emindim. Hayır, kahrolasının varlığını hissettiğim gibi abuk sabuk bir şey söylemeyeceğim. Onun orada olduğuna emindim. Çünkü sokağın görebildiğim kısmında yeniyetme Golden Retriever’ının tasma kayışını tutarak sallana sallana yürüyen bir adam vardı. Ayakkabının söylediğini varsaydığım kötü kehanetin tüm parçaları yerli yerindeyken kedinin bunun dışında kalmasını beklemek safdillik olurdu, öyle değil mi?

Sonrası bir anda gelişti. Kendimi savunmak için söylemiyorum, ama tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki her şey bir anda oldu.

İlk önce döngüyü tamamlamayı denedim. Gecikmiş de olsam treni rayına sokabilirdim. Lanet olası sinek yerinden birkaç dakika geç havalansa da pencereden çıkıp serçenin dikkatini dağıtabilir, serçe kaldırıma inebilir, kedi serçeyi avlamak için yere atlayabilir, Retriever peşine takılıp kediyi birkaç sokak boyunca kovalayabilir, sahibi de canı çıkana dek onu izleyebilirdi. Bu olabilirdi. Gerçekten olabilirdi.

Ama olmadı.

Sineği korkutup uçmasını sağlamak için elimi yanına dek uzatıp parmaklarımı şaklattım. Tepki vermedi. İşaret parmağımın ucuyla sineğin hemen yanındaki duvara vurdum birkaç kez. Yine hareket etmedi. Sonunda dayanamayıp parmağımla yavaşça kanatlarına dokundum. O iğrenç şeffaf şeyler hafifçe titreşti. Ve tükürdüğümün sineği sonunda uçtu. Ama pencereye doğru değil. Hole doğru.

Aynı anda ayakkabının sesini yine duydum.

[Üzgünüm. Artık çok geç.]

Ve Allah kahretsin ki gerçekten üzgündü. Her şeyin başlamasına neden olan o aşağılık ayakkabı gerçekten üzgündü. Bunu sesinden anlayabiliyordum. Ve onun üzüntüsü bana hızla dehşete doğru evrilen bir korku olarak sirayet ediyordu.

Aman Tanrım! Karım ölecek! Hem de ben lanet olası bir ayakkabıyı yerinden kaldırmadığım için olacak bu!

Korkuyu iliklerime dek hissediyordum. Bu korkunç şey ihtimal olmaktan çıkmış, hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri halini almıştı.

Karım ölecek!

Delirecek gibiydim. Kalbim kulaklarımda vuruyordu. Yine de müspet bilime inanan yanım ayakta kalmaya çabalıyor, umut dolu cümleler üretiyordu.

Karımın yaşaması bu denli anlık bir olaya bağlı olamaz, değil mi? Hey, hadi, Tanrı’nın insanların kaderini bir karasineğin keyfine göre belirlediğine kim inanır? Ben değil! Afrika’da bir kelebek kanatlarını çırptığında Kuzey Amerika’da fırtına çıkacağını düşünen gerzeklerden değilim! İşte bu! Evet, işte bu!

Ama hayır! İşimi şansa bırakmayacaktım. Sinek hududu terk ettiğine göre kehanetin ikinci aşamasına geçmekten başka çare yoktu.

Hızla pencereye yönelip balkona baktım. Serçe yerindeydi. Sinek olmadan da dikkatini çekip kaldırıma konmasını sağlayabilirdim. Aralık duran pencere kanadını ardına dek açıp ellerimi hızla birbirine çarptım. Çıkan ses gecenin sessizliğinde hatırı sayılır bir çınlama yarattı. Öyle ki, iki kat aşağıda, sahibinin tuttuğu kayışın ucunda tüylerini savurarak yürüyen Golden Retriever bile başını kaldırıp bana doğru baktı. Sahibi o kadar dikkatli olmamalı ki sağını solunu kolaçan etmekle yetindi. Güvende olduğuna kanaat getirip yürümeye devam etti sonra. Ve gerçekten de güvendeydi. O an için.

Serçe telaşla havalandı. Birkaç tüyü kaldı geride. Ne var ki içten içe tahmin ettiğim gibi yere doğru değil, apartmanın üst katlarına doğru uçtu gitti.

Artık katıksız dehşetin içindeydim. Kapıyı açmayı bile akıl edemeyerek pencereden balkona atladım. Uzanıp yan bahçenin duvarını görmeye çalıştım. Bunun için yarı belime kadar korkuluktan sarkmam gerekti, ama kediyi görmeyi de başardım.

Tam zihnimde yer ettiği gibiydi. Sarı beyaz tüyleri olan irice bir kedi. Kuyruğunu altına toplamış, yarım ay halini almış, uyuyordu. Daracık duvarın üzerinde değil de kuş tüyü yatakta yatarcasına huzurlu görünüyordu. Yapmam gereken, huzurlu uykusundan uyanarak sokağa atlamasını sağlamaktı. Bu kadar basit.

Balkonu bir uçtan diğerine kuşatan çamaşır iplerindeki mandallardan birkaçını aceleyle söküp aldım. Sağ elime aktardığım bir mandalla kediyi nişanlamaya uğraşırken sol elimdeki diğer mandalları düşürmemeye çalışıyordum. Panik hali bedenimi öyle ele geçirmişti ki bu basit şey bile çok bilinmeyenli bir denklemmişçesine zihnimi zorluyordu. Belki bu nedenle belki de kader öyle istediğinden ilk atışı ıskaladım. Mandal kedinin çok uzağına, ta bahçenin ortalarına dek uçtu gitti.

Göz ucuyla köpekli adama baktım. Birkaç metre sonra bizim apartmanın önünden geçecekti. Her şey için çok geç olacaktı o zaman. Sonunda kediyi harekete geçirmeyi başarsam bile Retriever’ın görüş alanına giremeyecek ve bütün plan suya düşecekti.

Derin bir soluk alarak sağ elime yeni bir mandal aktardım. Bu kez daha dikkatli ve mümkün olduğunca sakin şekilde nişan aldım. Bir, iki, üç… Mandalı fırlattım. Tam isabet!

Kedi yerinde sıçrayarak dört ayağı üzerine dikildi. Şaşkınlıkla sağa sola bakarak saldırının nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Tehdit altında olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki iki ayağını öne uzatıp kıçını havaya dikerek uzun uzun gerindi. Kuyruğunu salladı. Ve sokağa atladı.

Tamam, dedim içimden. Yüce Tanrım! Oldu! Başardım!

Köpek kediyi sokağa atladığı anda gördü. Hırlayarak çekiştirdi tasma kayışını. Sahibinin direnişiyle karşılaşsa da kediye birkaç hızlı adımla yaklaşmayı başardı. Kesik kesik birkaç kez havladı. Sesinde öfkeden çok ilgi vardı sanki. Hayrola, gecenin bu saatinde neden hâlâ ayaktasın, der gibi.

Adam, “Hey, Goldi, sakin ol,” diyerek kayışı çekiştirdi. Sesi inceydi. Neredeyse kadınsı. “Goldi, sakin ol oğlum.”

Kahretsin ki Goldi uysal bir köpekti. Bunu sarsılarak anladım. Kuyruğunu savurup kıçını sağa sola sallayarak sahibinin yanına gitti. Adamın bacaklarına süründü birkaç kere. Sonra uysal biçimde önüne dönüp yolu adımlamaya devam etti. Bir ara, yahu nasıl unuttum, dercesine kedinin olduğu tarafa döndüyse de kesik bir hav sesi çıkarmakla yetindi ve bu da zaten durumdan hiç rahatsız olmayan kedinin podyumdaki mankenler gibi kırıta kırıta yürüyüp uzaklaşmasını sağlamaktan başka işe yaramadı.

Çaresizlikle korkuluları kavradım. Hâlâ sol elimde olan birkaç mandal yere düştü. O anda onları hayatıma benzettim. Fazlasıyla. Benim hayatım da düzeltmediğim bir ayakkabı yüzünden böyle yerlere serilecekti. Karım ölecekti. Ben de vicdan azabıyla baş edemeyerek ya delirecek ya da intihar edecektim. Korkum ve kederim öylesine yoğundu ki gelecekte olması muhtemel kötü bir kehanetle değil, geçmişe ait acımasız ve katıksız bir gerçekle karşı karşıya gibiydim. Kalbimin çürüdüğüne emindim ve size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki bu abartı değildi.

Goldi’yle sahibi apartmanımızın önünden geçip sokak boyunca yürümeye devam etti. Birkaç metre uzaklaşmışlardı ki köpek komşu apartmanın önündeki ağaca doğru hareketleniverdi. Komik gelecek belki, ama kötü kaderimizi değiştirme ihtimalini aklıma sokan işte bu hareket oldu. Goldi’nin işeme isteği. Köpek işemek için durmasa muhtemelen balkonda öylece kalacak, sokağın diğer ucunda gözden yitmelerini çaresizce izleyecektim.

Adam, “Umarım bu kez işini halledersin,” diyerek tasma kayışını biraz gevşetti. Sonra da kaldırımın kenarına oturup bir sigara yaktı. Omzuna astığı bez çantadan cep telefonunu ve kulaklığını çıkardığını gördüğümde aklımda apaydınlık bir fikir belirdi. Hâlâ şansım var! Her şeyi düzeltebilirim!

Adam sabahleyin arabasına binmezse otobüs durağına dalmayacak, dolayısıyla karımın ölmesine neden olamayacaktı, öyle değil mi?

Bu öylesine ışıltılı bir fikirdi ki o ana dek nasıl olup da aklıma gelmediğine şaşar buldum kendimi. Ama konu üzerinde düşünüp de zaman yitirme lüksüm yoktu. Hızla harekete geçmeliydim.

Pencereden odaya geçtim. Hızla hole, oradan da mutfağa daldım. Tezgâh üzerindeki et bıçağını kaptım. Bir kez daha holü adımlayarak dış kapıya yöneldim. Koruma zincirini ve kilidi açarken omzumun üzerinden ayakkabıya baktım. Tüm bu kahrolası şeylerin tetikleyicisi değilmiş gibi sıradan görünüyordu. Ama hayır, her şeyin farkındaydım. Kehanetin farkındaydım. Yapmam gerekenin farkındaydım.

Kapıyı ardına dek açık bırakarak apartman merdivenlerini inmeye koyuldum. Hızla. Bıçak sol elimdeydi. Sağ elimle tırabzana tutunmuştum. Ayaklarım çıplaktı. Mümkün olduğunca sessiz ve dikkat çekmeden hareket etmem gerektiğinden ışığı yakmamıştım. Ama sorun değildi. Öylesine odaklanmıştım ki karanlığın gizlediği her ayrıntıyı yarasa gibi görebiliyordum.

Büyük metal kapıyı yavaşça açtım. Sağ kanadının zemine sabitlenmesini sağlayan yer sürgüsünü çıkarıp yan çevirdim. Yanıma anahtar almadığıma göre dış kapının otomatik olarak kapanması ihtimalini göz ardı edemezdim.

Parmaklarımın ucuna basarak hızla adama yaklaşmaya başladım. Hâlâ kaldırım kenarında oturmuş sigarasını tüttürüyordu. Sırtı bana dönüktü. Kulaklıklar kulağında, telefon sağ elindeydi. Artık iletişim cihazı olmaktan çok medya eğlentisi halini alan cep telefonunun radyosunu dinliyor olabilirdi. Hoş, hiç de umurumda değildi bu.

Adamın tam arkasına sokulduğumda hızla doğrulup çevreyi kolaçan ettim. Apartmanlardaki pencerelerin çoğu karanlıktı. Aydınlık olanların perdeleri de sımsıkı örtülüydü. Sokak lambalarının tembelce aydınlattığı sokakta sadece adamla ben var gibiydik. Ah tabii bir de Goldi. Ama yeni yetme Retriever hâlâ ağacın dibinde işini görmeye çalıştığından herhangi bir sorun oluşturmuyordu.

Bıçağı iki elimle kavrayıp başımın üzerine kaldırdım. Kısacık bir an parıldadı sokak lambasının ışığı altında. Ama adamın dikkatini çeken bu ışıltı değil, bir anda önüne seriliveren gölgemdi. Yani, öyle sanıyorum. Durup da bunu ona sorma fırsatım olmadı.

Adam merak dolu gözlerini bana doğru çevirdiğinde bıçağı hızla indirdim. Metal, boyunla omzun birleştiği noktaya gömüldü. Yarısına kadar. Adamın o an çığlık çığlığa bağırmamasının nedeni sadece şaşkınlıktı. Tabii bunu da soramadım. Ama neredeyse eminim.

Telaşla doğrulmaya çalıştı. Başaramadı. Kıçının üzerine düştü tekrar. Elini kaldırıp bıçağa uzanmayı denedi. Kısık bir inleme yükseldi boğazından. Sanırım daha ilk darbeyle ölmeye başlamıştı. Ama tabii işi riske edemezdim. Bıçağı hızla geri çektim. Ette açılan yarıktan organik bir fıskiyeymiş gibi kan fışkırmaya başladı.

Adam öne doğru hamle ederek dizlerinin üzerine düştü. Elleri de yerdeydi. Bu haliyle Goldi’yle şakalaşmaya niyetlenmiş gibi duruyordu. Köpek de aynı şeyi düşünmüş olmalı ki kıçını sallayıp kuyruğunu savurarak geldi. Sahibinin yüzünü kokladı. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlayıp inleyerek geri çekilmesi uzun sürmedi.

Apartmanları bir kez daha hızlıca gözden geçirerek atıldım. Kanlı bıçağı sağ elime almıştım. Adamın yanına çömeldim. Saçlarını avuçlayıp başını geri çektim. Ancak o zaman anladım en fazla yirmi beş yaşında olduğunu. İçim sızladı. Ama duracak değildim. Bıçağın keskin yanını soluk borusuna dayadım. Gözleri dehşetle büyüdü. Neler olup bittiğini ancak anlıyor gibiydi. Dudakları aralandı. “Sen ne…” dedi. Ağzından sızan kan nedeniyle cümleyi tamamlayamadı.

O zaman ona durumu açıklamam gerektiğini düşündüm. Caninin biri değildim. Kalpsiz değildim. Bir ölüm makinesi değildim. Mecbur olduğu şeyi yapan bir kader kurbanıydım sadece. Ne var ki zihnim cümleler üretemeyecek kadar kuruydu. Adamın yaşlarla ıslanan gözlerine baktım ve sadece, “Af edersin,” diyebildim.

Ağzına dolan kanı tükürdü. Öksürdü. Güçlükle, “Sen ne,” dedi bir kez daha. “Bayan… sen ne… yapıyorsun?”

O anda bilincinin kapandığını anladım. Katilini bir kadın olarak görmesi bunun kanıtıydı, öyle değil mi? Gerçi ince yapılıydım, saçlarım uzun ve atkuyruğuydu, yine de adamı yanıltanın bunlar olduğunu sanmıyordum. Belki de karşısında gerçekten beni değil, bir kadını görüyordu. Azrail’in kadın olarak görünmediğini kim iddia edebilir?

Kulağına eğildim. Hâlâ yerinde duran kulaklığı çıkardım tırnağımla iterek. Parmak izi bırakmayı göze alamazdım. Kulaklık nedeniyle az önce söylediğimi duymadığını düşünerek bir kez daha, “Af edersin,” dedim. “Buna mecburdum. Ama merak etme. Acını dindireceğim.”

Başını geri çekerek avucumdaki saçlarını kurtarmayı denedi. Gözlerindeki dehşeti son kez apaçık görmeme neden oldu bu. Ardından bıçağı sürtmeye başladım. Kan omzundaki kadar tazyikli olmasa da gene yoğun şekilde boşaldı. Adam hırıltılar ve iniltiler arasında yüz üstü yığıldı. Elektrik verilmiş gibi titremeye başladı bedeni.

Hızlı adımlarla geri çekilerek apartmanımızın gölgesine sığındım. Tamamen hareketsiz kalana dek izledim onu. Olur da kalkarsa diye içeri girmeye cesaret edemiyordum. Ama az ötede kaygılı bir sessizlikle inleyip duran Goldi ağır adımlarla sokulup sahibinin çevresindeki asfaltı kaplayan kanı yalamaya başlayınca her şeyin bittiğine ikna oldum. Sessiz adımlarla apartmana girip kapıyı kapadım. Yine ışığı yakmadan merdivenleri çıkarak dairemize girdim. İlk işim bıçağı yıkamak oldu. Üstümü başımı kontrol ettim. Tek damla olsun kan bulaşmadığını görmek rahatlamamı sağladı. Bıçağı mutfak tezgâhındaki yerine bırakıp yatak odasına yöneldim. Aralık kapıdan başımı uzattım. Karım hâlâ yorganın altında uyuyordu. Tüm olup bitenler sırasında rüyaların güvenli kollarında olduğunu bilmek içimdeki huzuru perçinledi. Gurur da duydum, inkâr etmeyeceğim. Karım yine benimleydi. Öyle de kalacaktı. Bunu ben sağlamıştım.

Çalışma odamın penceresine giderek perdeyi araladım. Sokağa baktım. Kurbanım hâlâ boylu boyunca asfaltta yatıyordu. Goldi kanı yalamaktan vazgeçmiş, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, üzüntüyle sahibinin çevresinde dolaşıyordu. Sonunda dayanamayıp ulumaya başladı. Öyle acı içinde bağırıyordu ki etinden et kesilmiş gibiydi.

Hemen geri çekilerek perdeyi kapadım. Ağır adımlarla yürüyüp Macintosh’umun başına geçtim. Romanımın yazdığım kadarı ekranda ışıldıyordu. Olasılık Mezarlığı. Ve evet, belki de bu kez olacaktı. Belki de bu romanla görünmeyen bir yazar olma külfetinden kurtulacak, Forbes’ın ‘En Çok Kazanan Türk Yazarlar’ listesinde kendime Turgut Özakman’la Orkun Uçar arasında bir yer edinebilecektim. Sanıyorum daha önce de söylemiştim, ama yinelemekte fayda var, Orhan Pamuk bile Nobel aldıktan sonra gözüme her şey olası görünüyordu.

Karşı apartmanlardan birinde bir pencerenin açıldığını duydum. Bir kadın, susmak bilmeyen Goldi’ye, “Hoşt! Hoşt!” diye bağırdı. “Git başka yerde ulu Allah’ın cez…” Sonra çığlık atmaya başladı. Başka pencerelerin açılma sesine ve hayret, korku, dehşet yüklü başka bağırışların duyulmasına neden oldu bu.

Parmaklarımı kütürdeterek son yazdığım satırları okudum. Evet, kitap gerçekten iyi gidiyordu. Mahalle sakinlerinin gittikçe yükselen sesleri eşliğinde klavyenin tuşlarına basmaya başladım. Garip bir duyguydu. Tahmin edersiniz, dışarıda insanlar yeryüzüne filolar halinde inen ufolara tanık oluyormuş, on binlerce yıldır söylenegelen kıyametin gerçekleştiğini görüyormuş, yolcu uçaklarının ikiz kulelere çarpmasını izliyormuş gibi çığlık atarken kendi zihninizi kurcalamakla yetinmek her durumda garipti. Hoş bir yabancılaşma hissi yaratıyordu. Bir masal kitabının içinden gerçek dünyaya bakmak gibi.

Ve size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki, kitap gerçekten iyi gidiyordu.

Buraya dek okuduysanız teşekkürler. Şimdi oyunbozanlık yapacağım: Bu okuduğunuz, yazımı devam eden yeni romanım Olasılık Mezarlığı‘nın giriş bölümüydü. İlk okuyanların Kayıp Rıhtım okurları olması gerektiğine karar verdim. Dilerim kitap yayınlandıktan sonra da buluşuruz. Sevgilerimle.


Aşkın Güngör

Olasılık Mezarlığı” için 8 Yorum Var

  1. Aşkın Güngör’den yeni bir roman haberi! İşte bu güzel bir sürpriz… pardon… oyunbozanlıktı 🙂

    Hikayeyi baştan sona soluksuz okudum. “Tamam, sizinle oyun oynamayacağım! Siz de, ben de başından beri farkındayız konuşanın ayakkabı olmadığının.” ile başlayan paragraf haricinde öykünün tamamını oldukça beğendim. Orası öykünün gidişatını biraz baltalamış. Onun haricinde kesinlikle kayda değer bir hikaye olmuş.

    Ellerinize sağlık…

  2. Öncelikle romanın adı yeniden “Olasılık Mezarlığı” olarak değiştiği -yanılmıyorum öyle değil mi?- için ne kadar mutlu olduğumdan bahsetmek istiyorum. Öyküden çok, buna sevinmiştim görünce! : )

    İnanılmaz keyifli bir giriş bölümüydü. Zevk almasını bilene; beklediğini sonuna kadar veren başarılı bir tınısı var yazının.

    “Karımın ölmemesi için yapmam gerekenleri bana bir ayakkabı söyledi.”

    Böyle başlayan bir romanın sıradan olması da mümkün mü zaten? : )

    Ayrıca ben İhsan Abi’nin aksine, en çok o kısımda etkilendim: “Tamam, sizinle oyun oynamayacağım! Siz de, ben de başından beri farkındayız konuşanın ayakkabı olmadığının.”

    Bana çok cesurca geldi.

    Yeni roman(lar)ınızı dört gözle bekliyorum Aşkın Bey, kaleminize sağlık! : )

  3. Aşkın Bey ellerinize sağlık, enfes bir hikaye olmuş! O nasıl bir ayakkabıdır öyle yahu, suçsuz bir adamı son sigarasını içerken öldürmek… Adam zaten delirmiş gibi, korktum vallahi :))

    Ayrıca ilk bölümüydü diye not düşmüşsünüzya hani, fakat öyle bir yerde bitmiş ki devamı nasıl olur diye düşünmeden duramıyorum… Adamın ayakkabı ile konuşmaları -kendi kendine konuşmaları- hala daha devam ederse ortaya cidden bir mezarlık çıkacak gibi. Ayrıca çok soğukkanlı bir yazar çıktı adam, ilk defa birisini öldürüp de -hele ki aklında hiç böyle bir şey yokken- normal şekilde devam edebilen bir adamın zaten deliliğe meyilliliği vardır diye düşündüm.

    Benim merak ettiğim, “adamın tüm bunları yapması yerine sabah karısını işe göndermemesi yetmez miydi” sorusu? Sabah karısını işe göndermese zaten araba ona çarpmayacaktı. Ya da “olasılık” başlığı burada mı devreye giriyor, merak ettim iyice…

    Ellerinize sağlık tekrardan, kitabı merakla bekliyorum 🙂

  4. Sevgili Magicalbronze, mademki bu soruyu sorarak (“adamın tüm bunları yapması yerine sabah karısını işe göndermemesi yetmez miydi”) hedefi onikiden vurdun, o zaman 2. bölümün 10, 11 ve 12. paragraflarını okumayı da hakettin demektir :)) Böyle buyur lütfen (korkarım böyle böyle tamamını yayınlayacağız kitabın Kayıp Rıhtım’da :))

    ———–

    Yine de itiraf etmeliyim, döngüyü kırma girişiminde atladığım bir nokta vardı. Dehşetli panik halindeyken aklıma bile gelmeyen başka bir olasılık. Kahrolası sineğe, serçeye, kediye, köpeğe ve adama o derece odaklanmasam bulabileceğim başka bir çözüm: Kazanın olacağı sabah karımın evden çıkmasını engellemek. Ne kadar basit, değil mi? Belki öyle. Ama panik duygusu insanın algısını körleştiriyor. En olası seçeneği değil, en yapılmaması gerekeni hayata geçirmek kaçınılmaz bir gereklilik halini alıveriyor. Benim durumumda olan da buydu. Geçici algı körlüğü.

    O kahrolası algı körlüğüne yakalanmasam kurbanım Golden Retriever’ını işetmek için hâlâ sabahın dördünde sokakları adımlıyor olabilirdi. Ama yakalandım. Panik batağının dibine çekildim. Boğulmamak için kıyıdaki bir şeye tutundum. O an tek kurtuluş yolu gibi gözüken bir şeye. Boa yılanının ıslak bedeni boğulmakta olan biri için sarılacak bir dal gibi görünebilir ya, işte öyle tehlikeli bir şeye. Öldürme dürtüsüne. Bıçağı kaptım ve adamın gırtlağını kestim. Hayır, bu şekilde yazınca çok sert durdu. Şu şekilde düzeltmeme izin verin: Kader kalemini aldım ve kelimelerden birkaçını değiştirdim. Böyle daha iyi olmadı mı? Evet, bence de.

    Ama hayır, size yalan söyleyemem. Bahsettiğim kansız olasılığı, yani karımın evden çıkmasını engellemeyi uygulamaya koyamazdım. Olmazdı. Bu kez değil. Bunu daha önce denemiştim. Anmak bile istemediğim korkunç tartışmalara, nihayet karımın bir paranoyak olduğumu söyleyerek benden ayrılacağı tehditleri savurmasına yol açmıştı. Aramız daha yeni düzeliyordu ve bunu riske etmeyi göze alamıyordum. Yani o panik anında bu basit yolu dikkate almamamın nedeni aklıma gelmemesi değil, onu olasılık olarak bile göremememdi. Öyle bir şansım yoktu çünkü.

    ———–

  5. Vay vay vay, bilmediğimiz neler oluyormuş yahu?! Karısı ile arası açılmasın diye gidip bir adamı öldürmek… Lakin adam açısından da -hele de o haldeki bir adam açısından- doğru olan yol gibi gözüküyor. Valla ne diyeceğimi şaşırmış durumdayım, artık kitabın çıkmasını iple beklemem dışında bana hiç bir seçenek bırakmadınız, umarım en kısa zamanda çıkar ve biz okurlarla buluşur. Tekrar ellerinize sağlık ve bu güzel jestiniz içinde teşekkürler 🙂

  6. Bu arada, sevgili DarLy OpuS’a yanıt vermeyi unutmuşum: Evet, sevgili kardeşim, roman tekrar eski adına dönüş yaptı sevgili Ozancan ve sanırım senin isme desteğinle. Bilmeyenlere not: Bir ara kitabın adını Fibonacci Mezarlığı olarak değiştirmeyi gündeme almıştım.

  7. Yazınızı bir solukta okudum, betimlemeleriniz ve hayatın içinden gelen inkarlarınız, lanetlemeleriniz ile çok gerçekçi ve etkileyiciydi. Bir çok noktada beni faka bastırdınız ve kimi yerde de bekleneni sıkmadan, usandırmadan sunmuşsunuz elinize sağlık 🙂

    Sadece Olasılık Mezarlığı derken bazı olasılıklar zihnimden geçmiyor değil. Yatak odasında yatan karısının saçlarının kızıl yerine siyah görünmesi, alışkanlığının aksine sağ ayağını yorgan ile gizlemesi ve ölürken gencin katiline bayan diye hitap etmesi, bana başkahramın kocası ile yerdeğiştirmiş olasılığını düşündürdü. Bunda da faka basmış olabileceğimi de söylemeden geçemeyeceğim… 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *