Öykü

Alaşım

Gecenin karasını yıkayan; zamanın bohçasını açan…

Hepsini titreten; sonsuzluğu içen…
Kendini tanıyan; Tek olan…
Vücudunda yaşatan; yaşamı soğuran…

Dört harfe sığdı ve bütün kainata dağıldı; yaşam verdi ve bedelini ödetti.
Tetragrammaton geldi, sesiyle en uzaklara ilişti.
Adının ezgisi hikayesiydi ve evrene dalga dalga betimledi.
Onun adı Ölüm’dür.”
Adonai’nin Evrenölüm’ü

Kozmojeni Prediksiyonları kitabının doğruluğu çok tartışılmış bir çevirisinden…

Kainat, dikişlerinden patlamak üzereydi. Kara geceliğin içini tamamen dolduran bu yaşlı kadın, Evren, sadece o anın ritmine uyarak dans ederken, gelecek notaları düşünmemiş, kendisini aşırı devindirmişti; birbirinin üzerinden aşan adımlar, ötelerin ardına uzanan kollar, hunharca sarsılan yaşlı vücut… Karanlıktan oluşan örtüsüyle özdeşleşmiş nihai varlık son anlarını yaşıyor, canlı yüzündeki parlaklığın alevini yüreğinde yaşayan tüm duygulanımlara son ana kadar sunuyordu.

Hiçlikte bir yanına doğru manevra yaptı ve müziğin yükseldiği yerde boğulmamak istercesine ellerini çırptı. On beş milyar yaşında olduğu halde bir kuğunun zarafetiyle ileriye atıldığı zaman, zihnindeki engin boşluklar arasında dolanıp duran notalara sözlerin de katıldığını fark etmeye başlamıştı. Dansının kaligrafisini süsleyeceği umuduyla, anlığını bu sözlere açtı ve sesteki motifi anlamaya çalıştı:

Bir şey… Harfler arasında bir bağıntı… Dört sesin düzenli sıralanışında aşina bir tını… Karanlıktaki Tanrı’nın zifiri zihninde yoğunlaşan ismin tanışıklığı… Evren’in benliğinin karşısında bir silüet tohumlanıyor, şekle geldikçe Kadim Olan tözünü buluyor; Kocamış Karı’ya kendi ismi zikrediliyor. Adonai’nin konsantrasyonu çözülüyor; Adı Kutsal Olan, kendisini tanımanın dehşetiyle kalakalıyor. Nada’yla -Evren’in İç Sesi’yle- icra edilen ilahi dans birden bire sonlanıyor.

.

.

.

Daimi Gece’nin dönüşünün ortasında duruvermesiyle, bütün sırları altında saklayacak kadar kocaman olan eteğinin pileleri birbirinin üzerine yığıldı, gizemlerse -asla keşfedilmemek üzere- bu kozmik harabenin altında kaldı. Kainat zifirinin anaforundaki akışında bir dalga, dalgada da Nada’nın eceli olan müziğin anlattığı son öykü vardı:

.
Toprağın çoraklığıyla grileşmiş arazide rüzgarın kendisine yer açmak için ittiredurduğu kırık ve çapraşık kayalar, yerlerini ormanın yeşiline hiç bir zaman terk etmeyecekmişçesine kök salıyor, kendi inatçı koruluğunu oluşturuyordu. Gecenin en karanlık olduğu bu devirde, kötücül doğa ruhlarının canlılıkla beslendiği sofralar gibi görünen, gölgeler ve gizil fısıltılarla örtülü küçük tepeler, odaklanmış bir amaçtan yoksun, kendi hallerinde ecellerini bekliyordu. Griliğin içinde, kurumuşluğun bozluğuyla kamufle olmuş dikenli çalılar tüm araziye seyrekçe dağılmıştı. Yeryüzünün bir parçası olmaktan ziyade, onun, gökyüzünün ağırlığıyla zedelenmesini engellemek için konulmuştu. Kemik rengi köpüklere girift kıvrımlarının sıklığı sayesinde benzeyen bir tanesi de bulunduğu tepenin zirvesinde, rüzgardan azade bir şekilde çırpınmaktaydı.

Yavru bir kedi, çalının içinde korkuyla sinmiş kertenkeleye ve onu çevreleyen dikenlere aldırmadan, tırnağını geçirebildiği her bitki çıkıntısını pençeliyordu. Bazen hedefinin etrafında taklalar atıyor ve ardından daha iyisine davet edercesine, tırnaklarını açıp kapatarak gerinirken mırlıyordu. Daha ötede, tepenin ilerisinde bir şahin, avı sandığı çizgilerle dolu çakıl taşını seçememiş, tüm vahşiliğiyle dalışa geçmişti. Manzaranın ötesi boyunca saçılmış tepelerde muhtelif varlıklar, anlamlı bir amaçsallıktan uzak, kaotik şekillerde kendi eylemlerini(ya da eylemsizliklerini) uyguluyordu. Bütün bir Doğa, deliliği soluyor, kendisinin nerede durduğunu bile açıkça göremeden rastgele hedeflere odaklanıyordu. Canlılığın düşünce ve duygu dolu kıvrımlarından uzak, anlamsız bir koşuşturmaca…

.
Bir taşın gölgesinde kaçan yılan, onu korkutan şeye tehditkâr şekilde tıslarken, taşının hemen önüne kaba bir bot konuyor; kendisini ezen ayaklardan sakına sakına neredeyse parke döşeli yola dönüşmüş patikada fazladan bir çift ayak daha ilerliyor. Adımlar patika boyunca devam ederken onların sahibi olan insan, kucağında taşıdığı sandığın ağırlığından şikayet etmeyi hiç kesmiyor. Takip ettiği yol birkaç kıvrımın ardından, sıralar halinde dümdüz uzanan barakalara varıyor. Kayalık arazinin kaosundan tel örgülerle ayrılmış bu düzenli alanın üstü açık koridorlarında bir çok insan, amaçlılıkla bir yerlere seğirtiyor. Kimse görmesin diye vahşi doğanın sınırında, tepelerin gölgeleri arasında kurulmuş bu kampta gizli işler dönüyor.

.
Kendisine dil çıkartmış yılanın tehdidinin farkına hiç varmamış Profesör, yerleşkeye nihayet varlığında, taşıdığı sandığı depo olarak kullanılan barakaya bıraktı ve ardından odasına yollandı. Yapıların arasına açılmış daracık koridorlarda ilerlerken, karşılaştığı diğer Profesörlere selam vermeyi de unutmamıştı. Sonuçta, herkes aynı amaçla buradaydı ve neyin nerede olduğunu bilmeleri lazımdı.

Odasının girişine vardığında duvardaki mesaj kutusunda üzeri acele ve heyecanla karalanmış bir sürü kağıdın durduğunu gördü fakat umursamadı, çünkü yapmakta oldukları şeyle ilgili sonsuz endişeleriyle kıvranmakta olan bir başka Profesör’ün komplo teorileri ile dolu olduklarının farkındaydı. Delice değillerdi -eğer öyle olsalardı o Profesör’ü kendileriyle aynı araştırma tesisine almazlardı- fakat çözüm de sunmuyorlardı. Onlarla ilgilenme işini ertelemeye karar vererek içeriye daldı.

Kendisine ayrılmış bu odada kitaplar veya araştırma notları için özel bir yer ayırmamıştı, bu yüzden, içerideki her şey dışarıdaki vahşi doğayı betimlercesine etrafa saçılmıştı. Sandalyeye oturmadan önce masadaki kağıtlardan birisini eline alıp şöyle bir baktı.

Üzeri çeşitli renk ve tarzlardaki çizgilerle dolu mekanik bir cihaz parçasının şematiğiydi bu. Muhtelif desenlerden çıkartılan oklara iliştirilmiş açıklamalarda fizik kurallarının aktığı Gerçeklik Yatağı’nın başka noktalara aktarılması için büyüler oldukları yazılıydı. Çizgilerden birisindeki nota göre, dişliler boyunca uzanan mavi desenler, çarkların sürtünme kuvvetini bambaşka bir yerdeki kazanlara salt sıcaklık olarak aktarmaktaydı. Hemen altına tıkıştırılmış ek açıklamaya göre, ısıtma olmadan sıcaklığın sağlanması, ilahi ya da değil, herhangi bir gözlemcin dikkatini dev makineden uzak tutmayı da sağlayacaktı. S şeklindeki bir pistonla ilgili açıklamadaysa, buradaki basıncın hemen aşağıdaki ahşap tüpleri titreştirmesi için ilgili desenlerin kuzgun gagasıyla kazınarak çizilmesi gerektiği vurgulu bir el yazısıyla açıklanmıştı.

“Böylesi kaba uyarılara ihtiyaç yok. Yapılabilecek her şey yapıldığına göre, hatalı davranış için yer kalmadı; Her şey hazır, sadece, Baykuş’u çalıştıracak ritüeller yapılmalı.” Profesör’ün sesi, kağıdı incelerken onaylamaz bir tını taşıdığı halde elleri ivedilikle çalışarak odadan ayrılmak için hazırlık yapıyordu. Bugün ihtiyaç duyacağı bütün dokümanları kolunun altında toplarken bir yandan da, yapmak üzere oldukları gizli deneyin kaba hatlarının üzerinden istemsizce geçiyordu:

İnsanlığın üzerinde dolaşabildiği veya cihazlarıyla uzanabildiği bütün diyar bir bütündü. Fakat, evrende bir başka diyar daha vardı: Gören Gözler’e bile karartılmış olan, hiç bir insanın ulaşmasının mümkün olmadığı bir yarı-küre… Ama, mümkünlüğün ölçütü doğa yasalarıdır ve büyü, doğa yasalarını yazandır! Saklı kılınanı görmek, Her-şey’e erişmek, özgürlük alanının sınırlarını dışarıdan çizmek!.. Bilinen evrende yapılabilecek her şey yapıldıktan sonra başka olasılıkları da var kılmanın yegane yöntemi. Üzerine ve içine işlenmiş büyülerle çalışacak bu dev makine, bize saklı kılınan yegane gizemi -kosmosdaki son gizemi- de, analiz ederek gösterecek. Baykuş, gözlerini karanlığa dikecek ve onun gördükleriyle göz bebeklerimiz büyüyecek.

Kol altında topladığı bir deste kağıt ile odanın ortasında dikildi bir süre. Kağıtları toplayarak son aşamasına giriş yaptığı süreç onsuz da tamamlanabilirmiş gibi hissetmek için, dokümanlardaki ona ağır gelen bilgilerin havaya yavaşça karışmasını bekledi. Neredeyse, her bir harf için bir saniye… Dalmıştı. Gözlerini dikip baktığı yerde kendi erişim anahtarının da onu beklediğini fark edince silkinerek toparlandı ve deneyin başlaması için ihtiyaç duydukları son nesne olarak onu da alıp odadan ayrıldı.

.
Deneye katılan her Profesör için birer tane vardı ondan, herkesinki kendi tasarımıyla kendisini temsil etmesi için yaratılmıştı. Hafif bir yağmurla erimişçesine çamurlaşmış sert kayaçtan yolda ilerlerken anahtarının ağırlığının psikolojik olduğunun farkındaydı. Eh, kendi anahtarı gerçekten de bir anahtardı; odaklanmışlığını temsil etsin diye onu gerçek anahtar şeklinde yapmıştı. Bir anahtarın şekli, hacmi, pürüzleri ve yetkinliği… Sahip olmanın sorumluluğu…

Neyse ki bu işte tek başına değildi, bütün Profesörler cihazın pozitronik beyninde temsil edilmeliydi. Erişim anahtarlarını beyindeki devreleri tamamlayacak şekilde yerleştirecekler ve dev makineye önceden işlenmiş tek süreci kendi gerçekliklerine de işleyeceklerdi. Bacalardan dumanlar çıkacak, çeşit çeşit borular sarsılacak, dişli çarklar devre kartları üzerinde uygun noktalara senkronize şekilde temas ederken tüm yapıdaki büyüler serbest kalacak.

.
Deneyin kalbine(ve beynine) giden geçidin kapısına geldiğinde yüzünü çiseleyen yağmura doğru kaldırdı. Gözlüklerinin ardından gördüğü gök yüzünde bulutların kendi içine kıvranan canlı yapısı kapkara, hiç bir şekilde işlenilemez bir karaltı duvarıyla sekteye uğruyordu. Oraya, gizemli olayların olduğu ufka daha yaklaşırken kımıl kımıl yapıları dağılmaya başlıyordu. Ama yağmur… Damlalar rüzgarla birlikte oradan oraya seyahat ederken, Profesör’e, bilinmezliğin ötesinden sırlar fısıldanıyordu.

Birden, yanında taşıdığı belgeleri hatırladı. Sanki, zihnindeki karmaşa yüzünden kendisinin ne halde ve nerede olduğunu unutmuştu. Bakışlarını önünde, zihnini gelecekte, kağıtları elinde ve botlarını yürümede hazır ederek içeriye girdi.

.
Geniş bir hol, bomboş bir şekilde onu bekliyordu. Dışarıdaki hafif gölgelerin yaratıcısı kapalı gök yüzünü içeride, duyguların ve düşüncelerin akıp gitmesine, değişmesine izin vermeyecek şekilde kapatılmış atmosferin zindanı da karşılıyor ve koridor boyunca her yere derin gölgeler sıvıyordu. Kararlılık. Duvarlar, ilerideki odada onu beklediklerini bildiği Profesörlerin nefeslerinden bunu soluyordu. Kendisi de ortamın atmosferine anında uyum sağlayarak karanlıklara adım attığında, onunla birlikte, az ötesindeki karaltılardan bir silüet de çıktı koridora.

“GERİ DUR! BURADAN ÖTESİ TANRI’NIN TOPRAKLARI!” Ses, gölgelerin arasından süzülerek içine, ciğerlerine sızmıştı sanki. Onu kulaklarıyla duymamış fakat O, aldığı nefesle birlikte beynine kadar saplanmıştı. İnsanlığın binyıllar boyunca biriktirdiği bütün gizli bilgileri hatmetmiş olmanın getirdiği vakarı elinden kaçırdı. İşte, o an tabanları yağlamak istedi; ah evet, korkusunun bacaklarından akıp onu buradan sıvıştırması ne kadar da iyi olurdu! Dehşete yuvarlanırken Baykuş’un dev gövdesinden dışarıya devrilmek, nereye gittiğine bakmadan ve nereden kaçtığını anımsamadan koşmak istedi.

Aksine, başından aşağıya dökülen ürpertinin ayaklarında beton gibi kalıplaştığını, onu buraya mıhladığını hissetti. Korkudan kıpırdayamıyordu fakat düşünebiliyordu. Korktuğunu biliyordu; korkusunun bilinmezliğin çukurlarından çıktığını düşünüyordu. Gölgelerin vekili ona seslenmişti ve böylesi bir şeyden kaçamayacağını, onun sessiz sesindeki her bir harfin vurgusunda hissetmişti. O halde; O’nu çözmeli, kavramalı ve ne yapabileceğine bakmalıydı. O’nu anlaması gerektiğini düşündü. Yoluna devam etmeye karar verdiği anda, ayaklarındaki ağırlığın uçucu bir gaza dönüştüğünü, onu hafiflettiğini ve ilerleyişini kesinleştirdiğini hissetti. İlerlemeye başladı.

Hedefindeki odaya vardığında ardında bıraktığı dehşetten hiç bir eser kalmamıştı. Beyazlar içindeki profesörler, daha verimli bir varoluşu inşa etmek için topaklanarak bir araya gelen süt gibi muhtelif yerlerde gruplanmıştı. O da bu tepkimedeki yerini aldı ve erişim anahtarını yerleştirerek devinimi başlattı.

.
Dev makinenin çalışmasıyla birlikte çorak araziyi dört şey dolduruyor: Yer altının kendine has, basit gizemlerine sığınmış yaratıkları bile daha derinlere süren bir gürültü; gökteki gri bulutlara yayılan ve oradan tüm atmosferi dolduran yaldızlı bir parıltı; diyarı boydan boya kesen sonsuz güçteki karanlığa tutulan farazi fenerlerin ışığı ve ayyuka çıkan gizemlerin kendini açık eden çığlığı. Bilişi soğuran karanlık, son emelini de tamamlıyor; teninden öteye odaklanamamış bakışlar artık, yüreğine nüfuz ediyor. Tanrı’nın Toprakları, Evren’in kalanıyla oluşturduğu alaşımı, bilebileceği yegane yasa ve moral kendinink i olan insanlığa açıyor. Bu bir anlık farkındalıktan sonra her şey kararıyor.

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu

Büyüyünce yazar olacağına kendini inandırmış bir yavrucak. Öykü, çizgi roman, radyo tiyatrosu ve video oyunu alanlarında şansını deniyor. Yaratıcı sohbetten ve güzellikleri paylaşmaktan da çok hoşlanıyor. Yazılarına http://yordamsiz.blogspot.com/ isimli blogunda ulaşmak mümkün.

Alaşım” için 2 Yorum Var

  1. Seçkinin en sıra dışı öykülerinden biri olsa gerek. Başlangıcının düşündüğünün aksine, bambaşka bir konuyla devam ediyoruz ve bu hoş bir sürpriz. Bu bakımdan şaşırmak, tahminlerimin çıkmaması bir okur olarak beni memnun etti.

    Yalnız şöyle bir durum var, bu fazla yoğun bir öykü. Anlatımın üstüne bir külçe oturmuş gibi. Öykünün yarısına kadar fazlaca cümlelerin öyküdeki akışkanlığı, o yaşlı hanımın dansındaki ritmi bozduğunu düşünüyorum. O cümleler bu denli uzun olmasa, bölünseler, yağ gibi akıp gidecektim bende. Bir okur olarak öykünün yarısına kadar birçok kez cümleler arasında koptum ve geri dönüp cümleyi yeniden okudum.

    “Gecenin karasını yıkayan; zamanın bohçasını açan” cümlesinde bahsedilen Ölüm için bir önerim olacak. Ölüm zamanı sonlandıransa “bohçayı kapatan” kişi olması daha hoş olur gibi geldi bana. Ama siz nasıl yorumlayarak bunu yazdınız, onu bilemiyorum. Merak da ediyorum :).

    Evrenin yaşına rağmen zarifçe dans eden bir yaşlı kadın olması çok hoşuma gitti. Ben de onunla birlikte oturduğum yerde hafifçe sallandım. Fakat bu hanıma daha sonra Kocamış Karı denmesi biraz gözümü tırmaladı. Yaşlı ama zarif bir bayan için böyle bir tabir sırıtıyor gibi. En azından şahsi görüşüm.

    “Kainat, dikişlerinden patlamak üzereydi.” cümlesi merak uyandıran bir açılış oldu. Okurken beni keyiflendiren bir cümleydi, özellikle belirtmek istedim.

    Özetle, başlangıcı şiirsel, devamıysa beklenmedik bir yöne giden bir öykü oldu. Ellerinize sağlık. Benim yegane tavsiyem, o fazlaca uzun cümlelerin öyküde yarattığı yükü hafifletmeniz. Bence o zaman şimdikinden de güzel olacak.

    1. Eleştiri için çok teşekkür ederim. Bir süredir öykülerime yorum gelmediği için gerçekte ne yaptığıma ve yapmadığıma dair pek fikrim olmuyordu.

      Yazdıklarımın güzel olduğunu fakat öyküyü deneyimleyebilmek veya düşleyebilmek için çok fazla “sıkışık” olduğunu okuyan hemen hemen herkesten duyuyorum. Bir türlü aşamadım o sorunu. Kelimeler, ifadeler bana yeterli gelmiyor gibi… Sanırım, paragraflarda bulunması gereken “anlam tamamlaması” görevini cümlelere yüklemeye çalışıyorum. O yüzden de böyle uzun, anlaşılmaz, öykünün geçtiği diyarla okuyucu arasında yarı şeffaf, bezden bir engel, bir tür perde gibi dikiliyor.
      Üstelik, bu öyküyü yazdığım günlerde çok hastaydım ve üzerine yeterince düşünemeyip her zaman yapmaya çalıştığım “denem” lerimi ve “ince ince dokuma”larımı yapamamıştım. Önceki yazdıklarımdan daha temel olması gerekiyor :/

      Şey… Aslında, bunu yapan dam da “Ölüm”ün kendisi. Pek düzgün yediremedim sanırım öyküye. Öyküdeki her şey, o başlangıçta 4-4 gruplandırdığım dizemsi kehanetin açımlanması. Aynı zamanda, bir alttaki bölümdeki Kozmik Kadın’ın dansının kendisi. O kadın tüm evren, Ölüm dahil var olan her kavram ve nesne… Evrendeki devinim, onun dansına karşılık gelirken felsefenin temel sorunlarından birisi olan beden-zihin veya madde-düşünce ayrımındaki gibi, evrendeki tüm düşünsel etkinlikler de(akılsal oldukları ve bir tür matematiği içlerinde barındırdıkları için) müzik olarak tecelli oluyor. Yani, dansına eşlik eden müzik, evrende gelişen düşünsel tarihin kendisi.
      Musevilikte bir tür inanış var(başka bir çok dinde ve felsefi düşüncede de benzerlerine denk gelmiştim) Tanrı’nın adının doğru telafuz edilmesi kıyameti getirecektir diye. Bu öyküde o isim Evren’in içinden söyleniyor. Yani, aslıdna, o müziğin içinden… Ve müziği de Evren, kendi zihnindeki düşüncelerden(bizim düşüncelerimizden) oluşturuyor. Elbette, bu düşüncenin madde dünyasındaki karşılığı da dansın durması oluyor. Bütün bir öykü Evren’in eteğinin o son savruluşunu, kendi üzerine katlanışını anlatıyor.

      🙂 Koca Karı konusunda kesinlikle haklısın. Rahatsızlık veya benzeri bir his vereceğini pek düşünmeden eklemiştim onu. Belirli bir nesneye, onun sıfatları veya zamirleri olabilecek, belki lakaplarıyla birlikte ve her seferinde farklı bir tanesiyle seslenerek “bir şeyler anlatmak”a çalışıyorum son birkaç seferdir. Burada da, konumuz Evren olduğu için, kendi içerisinde her şeyi barındırıyor. Zarafet, bilgelik, kocamışlık, rahatsızlık veriş… Bunu anlatmaktı amacım fakat okuyucunun o an hissedebileceklerini hesaba katmamıştım. Sanırım, hatalarımın temeli bununla iglil ibir yerlerde.

      Yeni seçki için alelacele bir şeyler hazırladım. Güzel olmasını dilediğim halde pek beğenemedim. Yine de, onun anlatımının sade olması için elimden gelen her şeyi yaptım. Hatta, bir hayli abarttım galiba. Tavsiye için de çok teşekkür ederim, deniyorum 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *