Öykü

Altın Kanatlar

Makrand köyü dağların ortasına sıkışıp kalmış olan küçücük bir yerleşim birimiydi. Sık ormanlarla kaplı olan dağlardan bu köye hiçbir şekilde ulaşım yoktu. Ara sıra uğrayan kurtları ve yaban domuzlarını saymazsak bu köye dışarıdan hiçbir canlı uğramazdı. Burada yaşamak zorunda olanlar sadece buranın kambur halkıydı. Zaten onlar da dünyada kendilerinden başka zeka sahibi canlılar olabileceğine inanmıyorlardı. Köylü kendine yetecek kadar çavdar üretir bundan ekmek yapar, birkaç çeşit meyve ve sebzesini üretir ve ipek böceklerinin varlıklarına şükrederek elbiselerini dokurlardı. Dış dünyada bu kadar pahalı olabileceğini bilseler belki en azından iç çamaşırlarını ipekten yapmazlardı ama onların pahalılıktan da pek haberleri yoktu. Köyün ekonomik sistemini anlatmanın bize pek bir faydası olacağını düşünmediğimden Makrand ve halkı için hayati öneme sahip bir başka şeyden bahsetmek istiyorum: Ulunehir.

Etrafındaki heybetli dağların bu köye belki de tek hediyesi olan Ulunehir bu köy için hayat demekti. O olmasa çavdar ekemez, elma toplayamaz, ipek kozalarını kaynatacak suyu bulamazlardı. Bu sebeple Makrand’ın kambur çocukları doğduklarında bu nehrin akıp giden sularında yıkanırdı. Ulunehir kutsaldı. Ulunehir bağışlayıcıydı. Bir hata yaptığınızda Ulunehir’in sularında yıkanırsanız sizi affederdi. Pek tabii bu kadar kutsal bir nehrin hayat boyu yanlarında olduğu varlıkları ölümlerinde yalnız bırakması beklenemez. Makrandlılar ölülerini bir törenle, görünen ve görünmeyen pisliklerinden kurtarması için, Ulunehir’in şefkatli sularına teslim ederlerdi. Teslim edilecek kişi üzerinde beyaz ipekten elbisesiyle bir sandala yatırılır, köyün en yaşlı kişisi ölen kişinin ardından bir konuşma yapar, sonra da sandalın ipi merhumun akrabaları tarafından çözülürdü. Köylüler sandalı ‘yokluk’ noktasına kadar takip eder sonra da evlerine dönerlerdi. Yokluk, aslında bir çağlayandı fakat köylüler çağlayanın ne olduğunu bilmezdi. Nehir üzerinde giden şeylerin bir anda ortadan kaybolmalarını ‘yokluğun içine çekilmek’ olarak algılayabiliyorlardı. Köyde kurabileceğiniz en ağır hakaret de bu yüzden ‘yokluk seni alsın’dı.

‘Yokluk seni alsın…’ Neva, annesinin ipini isteksizce çözerken bu cümleyi düşünüyordu. Henüz 15 yaşındaydı ve bu yokluğa gönderdiği ikinci sandaldı. Ağlamamaya çalışıyordu. Babasını yokluğa gönderdikten sonra yaptığı gibi. O zamanlar annesini ve dedesini üzmekten korkuyordu, şimdi ise sadece dedesini. Yaşlı adam kendisinden çok daha fazla sandal göndermişti yokluğa fakat dayanıyordu. Bunu kendisinin de yapabileceğinden emindi Neva. O güçlüydü. Babasının yokluğuna nasıl dayandığını hatırlamaya çalıştı. Bunu yapması için önce babasını hatırlaması gerekiyordu. Fakat ona dair hatırlayabildiği tek şey Ulunehir’de yol alan bir sandal ve içinden sallanan bir eldi. Evet, nadiren de olsa Makrandlılar el sallayabilecek kadar hayatta olan kişileri de sandalla yokluğa gönderirlerdi. Bazen bunun sebebi kişinin köylüler tarafından affedilemeyecek bir suç işlemesi olurdu ki, köyde yaklaşık 50 yıldır böyle bir suç işlenmemişti. Hayır, Neva’nın babası böyle bir suç işlememişti. O yalnızca beceriksizce bir ağaç kesmişti.

Bir ağaç kesmek Makrand’da büyük bir suç değildir. Hatta ısınmak için yaptıysanız ayıplanmazsınız bile bu normal bir şeydir. Fakat kestiğiniz ağacın üzerinize düşmesi, bunun üzeribe belinizdenden aşağısının tutmaması ve çalışamayacak duruma gelmeniz… Makrand’da çalışamayacak kişilere yer yoktur. Birilerinin bakımına muhtaçsanız eğer onurlu bir şekilde kendi isteğinizle sandala binersiniz. İşte Neva’nın babası da böyle onurlu bir adamdı. ‘Tek suçu beceriksizce ağaç kesmek olan onurlu bir adam…’ Neva babasını sorduğu zaman annesi böyle anlatırdı onu. Tek cümle kısa ve öz. Hikayenin uzun halini dedesinden dinlemişti. Ama şu anda hikayeyi değil babasını hatırlamak istiyordu. Ona ihtiyacı vardı onuruna değil.

Annesini yokluğa uğurlayıp eve döndüklerinde Neva’nın aklına “Belki de sorun bu topraklardadır.” düşüncesi geldi. Belki bu topraklardan kaçıp gidebilse her şeyi arkasında bırakabilirdi. Bu köyün dışında daha mutlu olabileceği bir yerler olmalıydı. Hem neden dünyadaki tek akıllı canlılar onlar olsundu ki. Bu düşüncelerini tek sırdaşı olan dedesine anlattı. Yaşlı adam bütün bilgeliğiyle ona bu köyün dışında yaşayamayacağını anlattı.

“Daha önce bu köyü terk etmeyi deneyenler olmadı mı sanıyorsun evlat. Bu ağaçların ve dağların sakladığı onlarca tehlikeli hayvan var. Kuzey dağlarının olduğu yerde kızılkanatlar var. Kızılkanatların ne olduklarını biliyor musun? Onlar kartallardan dört kat daha büyüktür. Kargalardan beş kat daha uğursuz. Kaplanlardan on kat daha yırtıcı… Daha bu topraklardan kuzey yönüne gidip de ellerinden kurtulabilen olmamıştır.”

“Öyleyse biz de güneye gideriz!” dedi kız cesurca. Gençliğinin cehaletiyle böyle gözü pek cümleler kurabiliyor diye düşündü dedesi. Ve daha önce çok şey görmüş bir adamın edasıyla anlatmaya devam etti atalarından duyduklarını.

“Güney dağları daha mı güvenli sanıyorsun? Kara kanatlı ejder seni oradan geçirir mi? Güneşin bile gökyüzünden nasıl titreyerek geçtiğini görmüyor musun onun korkusundan? Gözleri yıldızlardan daha parlak, kanatları ise güneşin ışığını yutacak kadar karanlık. Hatırla daha birkaç yıl önce güneş onun tarafından esir alınmıştı da köyün yaşlıları yalvararak kurtarmıştı. Hayatımızın en umutsuz birkaç dakikasıydı. Topraklarından geçmene izin verir mi sanıyorsun?”

Genç Neva o günü hatırlamıştı. Annesine sarılıp ağlamıştı Kara kanatlı ejder güneşi aldığında. Köyün yaşlılarının yakarışlarına acıyıp onu geri bıraktığında ise büyük bir şenlik yapılmıştı Kara kanatlı ejder adına. Ama vazgeçmiyordu. “Peki ya doğuya gitsek?”

“Gök kanatlı atmacaların diyarına gidelim istiyorsun. Zehirli pençeleriyle bizleri ölümlerin en acılı olanıyla tanıştırsınlar. Benim dedemin anlattığı kadarıyla o yöne gitmek gafletinde bulunan bir boz ayı gök kanatlı bir atmacanın pençesini yemiş ve tam bir gün acı içerisinde inleyerek ölmüş. Diğerleri kadar heybetli görünmeseler de onları küçümsemek yapabileceğin en büyük hata olur.” Torununun sessiz ve kaçamak bakışlarından henüz vazgeçmediğini anlayan yaşlı adam o sormadan son sorusunun cevabını da verdi.

“Batı’yı da bilmek istersin. Önce Ulunehir’in üzerinden aşman gerekecek tabi. Bunu başarabilirsen ve defalarca nehrin karşısında gördüğümüz kurtlardan ve yaban domuzlarından da kaçabilirsen seni ak kanatlı ölüm melekleri bekliyor olacak. Ak kanatlı melekler asla uyumaz kızım. Kovanına saldırılmış bir arı ordusu gibi kalabalık, sabah rüzgarı kadar sessizce gelirler. Sinsi ve acımasız bir ölüm bekler onların topraklarından geçenleri. Onlardan hiç kimse kurtulamadı şimdiye dek.” Yaşlı adam Neva’nın bütün çıkış yollarını kapatmıştı. Küçük kız acısını içine gömüp bu köyde yaşamak zorundaydı artık.

“Ama dede, bunları gören ya da yaşayan hiç kimse yok. Belki de daha güzel yerler, daha başka birilerini buluruz gidersek.”

“Belki de… Ama burada kesin olarak yaşayacağın bir hayatı bırakıp neden küçük bir ihtimalin peşinden gidesin ki? Küçüğüm seni anlıyorum. Burayı terk edersen yaşadığın acıyı da arkanda bırakacağına inanıyorsun. Fakat sen nereye kaçarsan kaç, kamburun da seninle birlikte gelecek. Bu acı senin içinde ve onunla yaşamayı öğrenmelisin.”

Dedesinin bu son sözleri Neva’yı iki yıl daha oyalamayı başarmıştı. Bu süre içerisinde Neva çalışmış, köyün normal bir ferdi gibi davranmıştı. Fakat talipleri çıkmaya başladığında bu köye saplanıp kalma korkusu da gün yüzüne çıkmaya başladı. Dedesi son günlerinde dahi ona evlenmesi için telkinlerde bulunsa da bir türlü yıldıramamıştı. ‘Seninle ilgilenmeliyim’ diyordu Neva başkasıyla değil. Nihayet yaşlı adam da vadesini doldurup yokluğa teslim olduğunda Neva Makrand’dan kaçıp gitmeye kesin olarak karar vermişti. Köyden kaçmanın cezasının yokluğa teslim edilmek olduğunu yaşlılardan defalarca duymuştu Neva. Bu yüzden gece vakti gizlice yola çıkması gerekiyordu. Doğuya gitmeye karar vermişti. Çünkü yaratıkların içinde en az korktuğu gök kanatlı atmacalardı. ‘Yanıma bir sopa alırsam belki de onlarla savaşabilirim’ diyordu. Birkaç dilim çavdar ekmeği ve bir hafta yetecek kadar meyve kurusuyla yola çıkmaya karar verdi.

Kimse fark etmeden yola çıkmak pek zor olmamıştı. Karanlıkta doğu ormanlarının içine dalmak gerçekten büyük cesaret isteyen bir işti fakat yakalanma korkusu ormanın uğursuz görüntüsünü bastırıyordu. Bir süre ağaçların arasında ilerledi Neva. Ayaklarında küçük yaralar açan dikenleri, elbisesinden minik hatıralar alan dalları umursamadan yürüdü bu devasa ormanın içerisinde. Hep aynı yöne doğru yürürse ormandan çıkabileceğini düşünüyordu. Fakat bir sorun vardı: Bütün ağaçlar birbirine benziyordu. Daha doğrusu başlarda o öyle düşünüyordu. Yaşlı bir meşenin yanından geçerken dalda elbisesinin omzundan kopmuş bir parçanın durduğunu görünce oturduğu yerde kaldı. O hep aynı yöne gidiyordu ama sanki bir lanet onu sürekli başladığı noktaya geri getiriyordu. Köyden asla kaçamayacağını düşünerek gözünden bir damla yaş süzüldü. Ve oraya asla geri de dönemeyeceği aklına gelince hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Neva. Ve öylece yaşlı meşenin altında uyuya kaldı.

Sabah güneşi dalların arasından bir yol bulup yüzüne vurduğunda rahatsız yatağından kalkıp nerde olduğunu anlamaya çalıştı önce genç kız. Uyku sersemliğiyle dün gece yaşadıkları aklına geldi. Tam umutsuzluğuna kaldığı yerden devam edecekken aklına şu geldi: Doğuya yürümek için yola çıktım. Güneş varken güneşin doğduğu yeri gözden kaybetmem mümkün değil. Öyleyse gün batana kadar yürüyüp batınca konaklamalı.

Bulduğu bu muhteşem fikir onun kanını yeniden hızlandırmış bu da acıkmasına sebep olmuştu. Yanında getirdiği bir miktar çavdar ekmeğinden kopardığı tutumlu bir parçanın arasına koyduğu meyve kurusuyla açlığını bastırdıktan sonra yeniden yola koyuldu. Yolda yürürken yiyecek fırsatlarını da kaçırmıyordu. Çekirge Makrandlıların sevdiği bir yiyecekti. Ormanda bazı yabani meyve ağaçları da olduğundan onlardan da toplamayı ihmal etmiyordu. Her ne kadar kambur bünyesi ağaçlara tırmanmaya pek müsait olmasa da köyünde meyve toplanan teknikle, uzandığı dalı silkeleyip düşenleri toplayarak, alabildiği meyveyi alıyordu yanına.

Gündüzleri yürüyerek ve etrafını keşfederek geçmesine geçiyordu ama geceleri çok sıkıcı oluyordu Neva için. Yolculuğuna başladığının üçüncü günü kendisini korkutan bir baykuş, meyve kurularından birkaçını çalan iki sincap ve dalıyla kendisini tokatlama cüretini gösteren bir fıstık çamını da yokluğun kendilerini alması temennisiyle selamladıktan sonra bir arkadaşa ihtiyacı olduğunu fark etti. Kendisine bu iş için kurban olarak eliyle rahatça kaldırabileceği hem de kendi kamburuyla özdeşleştirerek yakınlık kurabileceği bir kara kaplumbağası seçti. Rüzgar, her ne kadar bir kaplumbağa için ironik bir isim olsa da, Neva ile iyi anlaşmış görünüyordu. İlişkileri karşılıklı faydaya dayanıyordu Neva’ya göre. Kendisi doğuya giderken bulunduğuna göre Neva onu gideceği yere kadar daha hızlı götürecek, karşılık olarak o da Neva’nın gece mızmızlanmalarını dinleyecekti. Bu anlaşmayı ilk duyduğunda karşı çıkmadığına göre Rüzgar bu anlaşmayı onaylamış olmalıydı. Hem bir faydası daha vardı bu ilişkinin yaşlı kaplumbağaya uzanamayacağı dallara Neva sayesinde uzanıp daha fazla yaprak yiyebilirdi.

Artık bir arkadaşı da olan Neva için orman daha çekilir bi hale gelmişti. Bir kez kurtların saldırısından bir kez de yılan saldırısından kıl payı kurtulmayı başarmıştı fakat Gök Kanatlı Atmacalardan hiç haber yoktu. Ya bu yaratıklarla henüz karşılaşma zamanı gelmemişti ya da onlar yalnızca masal kahramanlarıydı. Gerçekte böyle şeyler yoktu. Ormanda bir ayını doldururken onların var olmadığı fikrine daha çok inanıyor ve dedesine kendisiyle gelmediği için daha çok kızıyordu Neva. Bunu da her akşam Rüzgar’a anlatıyordu. Ta ki mavi kanatları bir ağaç gövdesinde kazılı bir şekilde bulana kadar.

Yolculuğunun bir ayını doldurduğu sabah lezzetli çekirge kahvaltısını bitirdikten sonra yine doğuya doğru yola çıkmıştı. Yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüşten sonra rastladığı bir akçaağacın gövdesinde doğal olmayan bir şeyler fark etti. Bu ağacın gövdesinde iki adet kanat kazınmış ve içleri maviye boyanmıştı. Buna hiç şüphe yok ki bu zeka sahibi bir canlının işiydi. Yani ya çok eski zamanlardan bir Makrandlı buraya kadar gelip birilerini gök kanatlı atmacalara karşı uyarmak için bu işareti kazımıştı ya da yeryüzünde Makrandlılardan başka akıllı canlılar da vardı. Bu Neva için büyük bir keşifti. Gök kanatlılardan korkuyordu, evet, ama heyecanlıydı da başkaları olabilirdi. “Düşünsene Rüzgar!” dedi arkadaşını göz seviyesine kaldırarak, “Konuşacak birileri olabilir buralarda!” sonra arkadaşının alınmasını istemeyerek devam etti. “Tabii ki seninle konuşuyorum ama sen hep sessiz kalıyorsun. Belki bana cevap verecek biri…” arkadaşının gönlünü aldığına kanaat getirdiğinde adımlarını da kalp atışlarına oranla hızlandırdı Neva. İlerledikçe mavi kanatların sayısı artıyordu. Hatta birbirine benzeyen bazı sembollerle ağaçlar daha sık kazınmışlardı. Bunların ne olduklarından emin değildi fakat belli bir düzende yatay bir şekilde yan yana getirilmiş çeşitli sembollerdi. Ve zeka sahibi canlılar tarafından yapıldıkları kesindi. Şunu kesinlikle biliyordu ki Neva, Makrandlılar bu dünyada yalnız değillerdi. Akşama kadar bulduğu bu ilginç şekilleri inceledikten sonra bir tanesinin kazılı olduğu bir ağacın altında uyuya kaldı. Ertesi gün kalktığında en yakın arkadaşının yanında olmadığını fark edip onu aramaya koyuldu. Bir saatlik bir arama sonucu onu bulamayınca ‘herhalde gideceği yere kadar gelmiştir’ diyerek kendisini teselli etti. Avcı hayvanlardan birine yem olması daha büyük bir olasılık olmasına rağmen bunu düşünüp durumu kendisi için zorlaştırmak istemiyordu.

Rüzgar’ı ararken ağaçların artık iyice seyrekleştiğini fark etti Neva. Hatta ileride hiç ağacın olmadığı yemyeşil bir alan görebiliyordu. O yöne doğru ilerlediğinde haksız olmadığını fark etti. Ağaçların bittiği noktadan sonrası toprak seviyesi düşüyordu. Nispeten yüksek bir noktada olduğundan çevresinde daha çok şey görebiliyordu. Biraz ilerisinde gözlerine inanmakta zorluk çektiği bir şey gördü. Bu bir duvardı. Hayatında hiç bu kadar yükseğini görmemişti ama bu bir duvardı. Bulunduğu nokta duvarın üzerinde kaldığından içindeki şeyleri biraz görebiliyordu. İçeride başka duvarlar vardı. Kendi yaşadıkları evlere benzemeseler de bunların da birilerinin evi olduğundan emindi. O kadar çok vardı ve o kadar büyüklerdi ki, her bir evin kendi köyü kadar olduğunu söyleyebilirdi nerdeyse Neva. ‘Yeni evim işte burası olmalı’ diye düşünerek bulunduğu tepeden yavaş yavaş aşağı inmeye başladı. Aynı anda da karşıdan bir grup yaratığın kendisine doğru geldiklerini gördü. Bunlar devasa yaratıklardı. Daha da yaklaşınca aslında gelenlerin devasa yaratıklar olmadığını, bir çeşit büyük yaratığa binmiş kişiler olduklarını anladı. Ama bu kişiler Neva’dan farklıydı. Onların kamburları yoktu.

Bu bir grup adam Neva’ya şaşkınlıkla bakıp etrafını sardılar. Hepsinin boyunlarında, kollarında ya da yüzlerinde mavi kanatlı dövmeler vardı. Bellerinde Neva’nın hiç görmediği uzunlukta bıçaklar vardı. Ve ona düşmanca bakıyorlardı.

“Burada ne işin var? Hangi millettensin sen?” diye sordu içlerinde en süslü giyinmiş olan. Neva bu dili tanıyordu fakat onun alıştığı gibi konuşmuyordu adam. Sanki boğuluyormuş da yardım istiyormuş gibi konuşuyordu.

“Ben köyümü terk ettim. Makrand’ı…” diyebildi Genç kız sadece.

“Makrand da neresi? Bizimle dalga mı geçiyorsun? Dövmen nerede?”

“Makrand ormanın içinde bir köydür. Dövme ya da dalga dediğin şeylerin ne olduklarını bilmiyorum.” Bu cevapların üzerine ‘neden kamburları olmadığını sorsam mı?’ diye düşündü Neva ama birinin kamburuyla ilgili konuşmayı bırakın bakmak bile çok büyük ayıptı Makrand’da.

“Kambur sürtük bir de yalan söylüyor.” diye gürledi diğerinin hemen sağındaki adam. “Bu ormanın içlerinde hayat yoktur. Bunu herkes bilir. Şimdi bize dövmeni gösterecek misin?” sürtük kelimesinin ne anlama geldiğini düşünürken bir başka adam bağırdı kenardan:

“Belki de çirkinliğine dayanamayan babası dövme bile vurmaya gerek görmeden ormana atmıştır kaltağı!” hepsi bir anda gürültülü bir şekilde gülmeye başlamışlardı.

“Söylediklerinizden bir şey anlamıyorum. Makrandlıyım. Bir aydır ormanda yolculuk yapıyorum. Belki beni şehrinizde bir süre ağırlarsanız…” sözlerini bitirmeye fırsat bulamadan yine bir kahkaha patlaması yaşandı.

“Seni öylece şehre alacağız öyle mi? Önce dövmeni görmemiz lazım! Mavi kanat olmadığına eminim. Böyle bir yaratığı şehirde bir kez görsem bir daha unutabileceğimi sanmıyorum. Kızıl veya kara kanatlılardan olabilir.”

“Ormanı geçtiğini söyledi efendimiz. Büyülü ormanı geçebilen bir akkanatlı da olabilir pekala.” Bu silik sesin sözleri önce kötü bir espri gibi herkesi sustursa da sözlerinde ciddi olduğunu görünce yine gülmeye başladılar.

“Bu geri zekalı herif hiçbir canlının o ormandan canlı olarak çıkamayacağını hala anlamamış.” dedi bir başka neşeli adam kenardan.

“Bu kadar eğlence yeter!” diye gürledi yine en süslü giysili olan. “Adamlarımla avlanmaya çıktım. İnsan ya da hayvan her ne olursa ilk avımın ne olduğunu bilmek isterim. Dövmeni gösterecek misin yoksa biz onu senin yerine bulalım mı?”

“Dövme demekle ne kastettiğini inan bilmiyorum.” Dedi yine masumca Neva.

“Dövme diyorum geri zekalı sürtük! İşte bak şuna benziyor, ya da şuna! Anladın mı? Bütün milletler dövme yaptırır. Senin yoksa eğer kılıcımla bir tane yapmayı çok isterim. Tabi onu canlı taşıyamayacaksın. Ama seni hemen öldürmeyeceğim. Önce…” Süslü adam heyecanla Neva’ya yapmak istediklerini anlatıyordu onun gözlerinin içine bakarak. Sadece kendisi değil etrafındaki adamlarının da bir takım şeyler yapacaklarını söylüyordu. Neva anlamsız gözlerle bu anlamadığı kelimeleri kullanıp duran adama bakıyordu. Bir kimsenin başka kimselere sahip olmasını garip bulmuştu. Kambur olmamalarından ya da kullandığı kelimelerden daha garipti bu durum. Bu anlamsız konuşmayı sona erdirmeye karar verdi Neva:

“Söylediklerinin tek kelimesini bile anlayabilmiş değilim. Maalesef o boyalı sembollerden birine de sahip değilim. Bizim köyümüzde hiç kimse böyle bir şeyle kendini gülünç duruma düşürmez.”

“Ne dedin sen?” adam atından atlayıp Neva’ya doğru yürüdü. “Gülünç duruma düşmek, öyle mi? Hem de bana, Atmaca diyarının prensine! Sana yeterince katlandım. Derhal çıkar şu elbiseni! Hangi milletten olduğunu göreceğim.”

Atmaca diyarı genç kıza tanıdık gelmişti. Artık anlatılan masallar daha inandırıcıydı. Ve karşısındaki adamlar daha korkutucu. Yine de bu adamların karşısında soyunmak istemiyordu. Bir kimsenin bir başkasının çıplak vücudunu hele de kamburunu görmesinden daha ayıp bir şey olamazdı.

“Elbiselerimi çıkarmak istemiyorum, hayır! Size şu dövme dediğiniz şeye sahip olmadığımı söyledim zaten! Madem şehrinize gelmemi istemiyorsunuz, gelmem! Beni rahat bırakın!”

“Bana sesini yükseltmeye nasıl cesaret edersin kambur sürtük!” Prens bu cümleyi haykırdıktan sonra Neva’nın ipek elbisesinin yakasına asıldı. Zaten zorlu orman yürüyüşünden hayli zarar görmüş olan elbise kolayca yırtılıp çıkıverdi. Karşılarında genç bir kızın çıplak bedeni kalmış olan adamlar, prensin az önceki vaatlerini düşünerek, şehvetle süzdüler onu. Kambur bir kız için çok güzel olduğunu düşündüler önce. Sonra kamburun oluğu yere bakınca düşündükleri şeyle karşı karşıya olmadıklarını anladılar. Hayatları boyunca hakkında en çok korku hikayesi dinledikleri şeydi bu. Adını anmaya bile cesaret edemedikleri bir şey… Çocukluklarından beri ormana gitmemeleri için anlatılan insan yiyen canavarların alameti farikası, altın kanatlar, kamburun olması gereken yerde yükseliyordu işte. Hem de dövme falan değil olanca ihtişamıyla oradaydılar. Hala atından inmemiş olanlar bir an daha düşünmediler. Gerisin geriye şehre doğru dörtnala koşturdular. Geride kalan Prens elinde Neva’nın elbisesiyle taş kesmiş, onun öfkeden kızıla çalan gözlerine bakıyordu. Kaçmak için beynine hücum eden düşünceler onu felç etmiş yerinden kımıldayamaz hale getirmişti. Prens savaşçı olmak için eğitilmişti. Başka insanları, hayvanları öldürmek ve şehir halkına cesur bir örnek olmak için. Ama bir prens bile bir kabusla savaşamazdı.

Prenslerini geride bırakarak şehre kaçan askerlerin hiçbirine acımadı kral. Hepsini kent meydanında hazırlattığı darağaçlarına astırdı. Gerekçe olarak prensi geride bırakmaları gösterildi. Zavallı prens askerler döndükten birkaç saat sonra kırbaç cezasıyla korkutulan bir başka tabur tarafından geri getirilmişti. Hekimler bir daha hareket edebilmesinin imkansız olduğunu söylüyorlardı. Öyle de oldu. Yaşadığı korkuyu hiçbir zaman atlatamadı. Kentte anlatılan hikayeler ise sonunda acımasız Altın kanatlıların ormanın yakınlarına kadar geldikleriyle ilgili idi. Cesur prensleri kente saldırmak isteyen yaratığa kendini siper etmiş bunun bedelini ağır ödemişti. Hayatı boyunca altın kanatlıların öykülerini anlatan anneler haklı çıkmanın gururuyla çocuklarına prensin hikayesini anlatıyorlardı. ‘Onlar zavallı birer kambur dilenci kılığında bile gelseler asla merhamet gösterip içeriye almayın.’ ‘Genç efendi gibi uyanık olun.’ cümleleri mavi kanatlıların şehrinde çok söylendi. Bazen de yaramazlık yapan çocukları alıp kaçan altın kanatlı bir kız olarak tasvir edildi.

Neva’nın efsanesi tüm şehirlerde kısa zamanda yayıldı. Uzun yıllar insanlar ormana ağaç kesmek için bile yaklaşamadılar. Şehir duvarlarındaki nöbetçiler meyhane arkadaşlarına dışarıda gördükleri dövmesi olmayan kambur kızla ilgili hikayeler anlattılar. Hatta bazıları kızın çırılçıplak olduğunu, altın kanatlarıyla uçtuğunu bile iddia etti. Diğer şehirlerde altın kanatlı kız ile karşılaşıp taşa dönüşen insanların varlığından bahsedildi. O’na gerçekte ne olduğunu ise kimse anlayamadı. Eğer bir gün cesaretinizi toplayıp uğursuz ormana gidebilirseniz belki orada bir kaplumbağayla ya da bir fareyle konuşan kambur kızı görebilirsiniz. Hatta iyi bir çocuk olup derinlere kadar giderseniz Makrand’ı bile görebilirsiniz.

Altın Kanatlar” için 1 Yorum Var

  1. Selamlar cemaziyel,

    Biraz (!) rötarlı da olsa söz verdiğim üzere öykünü okuyabildim… nihayet. Öncelikle senin artık roman yazma vaktin gelmiş, onu bir belirteyim izninle. Çünkü kısa hikaye yazarken bile her köyün tarihini, coğrafyasını, komşularını vs betimlemezsen rahat edemiyorsun. Sonra da hikayeyi kısaltacağım diye hepsini sıkıştırıp kompakt bir öykü sunuyorsun bizlere. Çok mu belli oluyor diyeceksin, evet, belli oluyor 🙂

    Bir de “Ben fantastik sevmem aslında,” deyip de hemen hemen her hikayende irili ufaklı dünyalar ve ırklar tasarlaman da çok sinir bozucu, kıskananlar olabilir. Demedi deme 🙂

    Eleştirilerime gelirsek… Kahramanımızın genç bir kız olduğunu çok geç fark ediyoruz, o biraz sıkıntı yaşatıyor başta. Aralarda bazı virgüllerin arazi olduğunu ve uzun zamandır bir şey yazmamanın seni çooook hafif paslandırdığını fark ettim bir de. Son olarak öykünün girişi, gelişmesi güzeldi, sonu da iyiydi ama en sonu… ı-ıh. O kadar okuduktan sonra Neva’ya ne olduğunu öğrenememek boşluk hissi yarattı bende. Bağladığın yer çok güzeldi, fakat muallakta bırakması kötüydü. En azından benim açımdan.

    Kalemine sağlık…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *