Öykü

Hiçkimse; Kimsin Sen

Soka kenti Büyüksu’nun güneyinde kurulmuş bir kentti. Alka krallığının tek ve en büyük kenti ve başkentiydi. Çevresindeki krallıklarla karşılaştırıldığında küçük ve fakir bir krallık olan Alka’nın en büyük avantajı ticari yolların kavşak noktası sayılabilecek konumda olmasıydı. Soka kentinin büyükçe bir yay çizen sahilinde özellikle merkeze yakın bölgesinde lokantalar, tavernalar ve meyhaneler vardı. Kalacak yer, içki, eğlence ve kadın; uzaklardan gelen denizciler ve ticaret erbabının isteyebileceği pek çok şeye sahipti. Denizin ışıltısı, bu yerlerden birinde oturan Hiçkimse’nin gözlerini kamaştırmaya başlamıştı. Geniş körfezin batısından iyice alçalan güneş tüm şirinliğini dünyaya gönderiyordu sanki. Genç adam geçirdiği Sarı Girdap adlı maceranın yorgunluğuyla iskemleye çöktüğü gibi kalmıştı. Sabah, kendisine yardımcı olmaktan geri durmayan şamanla birlikte Soka kentine, kraliyetin başkentine gelmişlerdi. Buldukları ilk handa konaklamışlardı. Yaşlı adam, bulduğu hokkayla tüyü ustalıkla kullanmış, yaşadıklarını bir çırpıda kaleme almıştı. Öyle bir çırpı dediğimize bakmayın yani sabah çekildiği köşesinden hiç kalkmadan istettiği kaz tüyünü hokkaya batıra batıra öğleye kadar yazmış, yüzünde bir gülümsemeyle masadan kalkmıştı. Güneş tam tepedeyken, handan çıkarak kraliyet meydanına doğru yol almaya başlamıştı. O dakikadan beridir Hiçkimse aylak olarak kendisini beklemeye başlamıştı.

Yaşlı adam içeri ilk girdiğinde salona şöyle bir göz attı. Dışarıdaki ışık seline göre karanlık düşen ortamda Genç adam elini kaldırarak yerini belli etti. İlk sorusu “Ne yaptın” oldu. Şaman, “Aslında biz gereksiz acele etmişiz” dedi masaya oturduğunda. “Diğer anlatıcılar arasında da geç kalanlar olacağı için kabul heyeti, elinizdekini daha sonra getirebilirsiniz” dedi. Bense bu kadar emekten sonra geri götür sonra gene getir olmasın diyerek teslim ettim. Kısa bir sessizlik oldu. Ardından hafifçe peltekleşen bir ses tonuyla “Şaman sen doğru olanı yaptın.” Genç adamın sözleri dudaklarından öylesine dökülmüştü. Sitem var mıydı sözlerinde, Şaman bir an düşündü ama diğer soru gelince ilk cevaba gerek kalmamıştı. “Aç mısın?” Adam kafa sallamakla yetindi, sabahtan bu yana ağzına bir şey koymamıştı. Az sonra yanlarına gelen hancıya siparişleri yağdırmaya başladılar.

Yemeği bitirdiklerinde güneş, kraliyet başkenti Soka’ nın kıyısında kurulduğu koca denizin sularını kızıla boyayarak batıyordu. Sıkça yanlarına gelen hancı son olarak “Cila olsun” diyerek en iyi şaraplarından birini teklif edince dışarıdaki masalardan birinde içebileceklerini söylemişlerdi.

Seçkin olduğu her halinden belli olan ama bir o kadar küçük testi masaya konduğunda hemen yanlarında bir gölge belirdi ve masalarına oturmak için izin istedi. Önce her ikisi de beleşçi zannetmişlerdi yanlarına oturan kişiyi ama giderken masaya bıraktığı gümüş liraları görünce yanıldıklarını anlamışlardı. Birkaç laf çevirmeden sonra yaşadıklarının ve yazdıklarının okunduğunu anlayınca ikisinin de hoşlarına gitti. Adam, giyimi kuşamıyla kendini gizlemişti, bildikleri sadece adının Dipsiz olduğuydu. Eğer daha derine sohbet edebilselerdi bu adın nereden geldiğini anlayabilirlerdi. Sohbet daha çok Dipsizin konuşmasıyla şekillendi. Adam, önce Demircinin çok hoşuna gittiğini söyledi. Şaman bir daha o köye gittiklerinde Karpa ile daha uzun sohbetler edeceklerini ve nasıl çalıştığına daha çok dikkat edeceğini söyledi. Aslında haklıydı da Karpa, o Yaşlı kurt öyle kolay geçiştirilecek biri değildi. Şaman sözlerini “Karpa ve Vata’yla geçmişte yaşadıklarımızı bir gün anlatırım umarım” diyerek bağladı. Adam tekrar söze girerek tanıştıkları kişilerin isimlerini beğendiğini ekledi. Benzer isimlerin uzaklarda doğuda ve güneyde sıkça kullanıldığını ekledi. Bir ara yaşlı adama dönerek neden kendisini bazen Rahip bezen Keşiş diye tanıttığını bile sordu. Sözlerinin sonunda Hiçkimse’nin uzun zamandır unuttuğu soru vardı. “Hiçkimse; kendine ejderha avcısı diyen garip kişi, sen kimsin” dedi ve artık kendini iyice hissettiren karanlıkta kaybolmuştu.

Belli etmese de bu soru genç yiğidin kafasına kırık bir ok gibi saplandı kaldı. Hele hancının getirdiği şaraptan sonra bu konu kafasını iyice meşgul etmeye başlamıştı. İnsanı öldüren merak duygusu beynini yemeye başlamıştı. Bazen dumanlı kafasıyla kendini genç bir prens olarak görüyor içi heyecanla doluyordu. Bazen de dilenci ailesinin kendisini reddettiği bir çocuk gibi düşünüyor ve ağlamaklı oluyordu. Yemekten sonra köye dönmek için yola çıktılar. Bayara’nın kendilerine verdiği iki hayvan iki güzel aygır sayesinde yürümekten kurtulmuşlardı.

Yol boyu konuşmadan Afsa’ya vardılar. Duyulan yalnızca usul usul akan ırmağın ve uzaklardan gelen gece kuşlarının sesiydi. Aslında değerlendirecekleri, üzerinde konuşacakları konu çoktu ama Hiçkimse’nin içinden konuşmak gelmiyordu ve bu durumu yüzüne o kadar iyi yansıtıyordu ki artık insan sarrafı olmuş olan Şaman ilk cümle yoldaşından gelinceye kadar konuşmamaya karar vermişti. Ne zaman uzaktan ay ışığında yıkanan köyün damları görünmeye başladı o zaman genç adamın dudakları aralandı. “Yarın sabah istersen Karpa’yı görmeye gidelim. Belki bu sayede kendisinden bazı bilgileri alabiliriz” dedi. Şamanda aynı kanaateydi, yarın sabah daha iyi konuşuruz. Bu konuda kendisinin söyleyebileceği fazla bir söz yoktu. O nedenle demirciden yardım isteyecekti.

Uyandığında güneş bir hayli yol almıştı. Şamanı köyün meydanında bıraktıktan sonra yamaçtaki kulübesine zor atmıştı kendisini. Çakırkeyif olması gecenin tadını almasına yardım etmişti ama kafasındaki sorulara bir cevap bulamıyordu. İçinde bulunduğu sıkıntıyı dağıtabilmek için bir zaman kulübenin önündeki eşikte oturdu. Bir yıldızlara bakıyordu bir uzakta soluk ışıklarını zorlukla görebildiği köye. İçine hafif ürperti girince içeriye girdi ve kendini yatağa attı. Başını yastığa koyar koymaz dalmıştı derin uykuya.

Uyandığında her taraf ışıl ışıldı. Yattığı yerde gerindi, öylece tembellik yaptı. Ardından bahçedeki kuyudan su çekip soğuk suyla yüzünü iyice yıkadı. Uyurken bile yanından ayırmadığı kılıcını kuşanarak kendini bayırdan aşağıya saldı.

Köyün meydanındaki tapınağa varıncaya kadar durmadı. Erkekler tarlalarına gitmiş olmalıydılar, kadınlarsa evlerinde kendilerini meşgul edecek işlerle boğuşuyorlardı. Bu nedenle yolda kimselere rastlamadı. Küçük tapınağın bahçesindeki ulu Kayın ağacının gölgesinde oturmuş birkaç kişi görünce adımlarını sıklaştırdı. Biraz daha yaklaşınca kimlerin olduğunu seçmeyi başarmıştı. Şaman her zaman olduğu gibi sırtını binaya vermiş yola hakim bir yerde oturuyordu. Karşısında köyün reisi sayılabilecek Bala vardı. İlk uyandığı günlerden hatırlıyordu Bala’yı. Birkaç adım daha attıktan sonra başından hiç çıkarmadığı yün beresinden tanıdı diğer adamı. Bu kendisine Yıldız taşından kılıç dövmüş olan Karpa’ydı. Yaklaştığını gördüklerinde eski bir dostu görmenin heyecanıyla yerlerinden kalktılar.

Kısa hoş beşten sonra konuya girdiler. Bala’nın kızı güzel Nevanın getirdiği yiyeceklerle iyi bir kahvaltı yaptılar. Bu sabah kızı görememişti, gerçi uzun zamandır göremiyordu. Bir an durdu düşündü, özlemiş miydi? Gözleriyle birlikte gülümseyen dudakları canlandırdı hayalinde özlemişti. Kendisine hava atar gibi konuşmasını, kızdığında küçümser gibi bakışlarını ve yüreğinin içine kadar işleyen gözlerini özlemişti, ama Neva şimdi yoktu.

Tam anlamıyla havadan sudan konuşuldu, yaklaşan sonbahar ve soğumaya başlayan sular sohbete iyi bir giriş olmuştu. Kahvaltı bitmişti ve Karpa vedalaşmak için hazırlanıyordu ki Hiçkimse beynini aç bir böcek gibi kemiren soruyu sordu. “Kimim Ben? Üç adam birbirlerine baktılar. Bir gün bu sorunun geleceğini biliyorlardı hatta Şaman geç bile kaldığını düşünüyordu. “Bir sabah alçak tavanını kalın tahtalarla kaplamış küçük pencereli taş duvarlı bir kulübede gözlerimi açtım. Sanki o gün doğmuş gibiydim. Ve şimdi sizler bana kim olduğumu ve nereden geldiğimi söyleyeceksiniz” dedi. Sesindeki kararlılık diğerlerini ürkütmüştü. Yaşlı demirci Karpa yutkundu “Benim dolaşmam gerekiyor. Bahçenin bir kenarında sessizce otlayan katırını gösterdi. “Kırmızı toprak lazım, kara kayalardan lazım. Tarla zamanı yaklaşıyor ve dükkanım da hammadde kalmadı. Bu yüzden bildiklerimi anlatayım ve yoluma koyulayım.

“Yaklaşık iki yıl kadar önceydi. Uzaklardan gelen bir yolcunun yanındaydın. Mavidağların ardında Kobe çölünün kıyısında bir köyden geliyor Büyüksu’nun ötesine gitmekten söz ediyordu. Sen onun yanında anasının eteğinden ayrılmayan çocuk, bir kuyruk gibiydin ve ben seni alıp buraya Afsa’ya getirdim. Neden Afsa dersen burası senin yuvan olabilirdi ve seni koruyacak kollayacak bilge bir kişi vardı.

Bu adam nasıl bir adamdı babam mıydı yoksa uzak bir akrabam mıydı? Hiçkimse merak içindeydi. Artık kim olduğunu ve nereden geldiğini öğrenmeliydi. Yaşlı demirci başındaki bereyi indirdi dalgın dalgın kel kafasını kaşımaya başladı. “Ben öyle sık sık gezen biri değilim, o nedenle bana gelenleri tanıyabilirim ancak. O adamı da tanımıyorum.” Durdu düşünür gibi yaptı. İçinde bulunduğu kalabalıkta hemen farkedilecek kadar uzun boylu biriydi. Uzun boylu ve zayıftı, bir dal, bir çubuk gibi. Seni benimle tanıştırdıktan sonra sırtındaki ağır yükten kurtulan hammal gibi olmuştu. “Alış veriş yapacağım ve hemen döneceğim” dedi ve gitti. Bir daha ne kendisini gördüm ne de bir haber aldım.

Toplantıya ev sahipliği yapan Şaman araya girdi. “Adamın adını veya hiç olmazsa köyün adını söyle” Diğerleri sana ne oluyor der gibi dik dik baktılar Şamana. “Size bunca iyilik eden ve köyünüzün belki de krallığın en büyük kahramanlarından birine bunları söylemek ne kadar doğru. “ masadaki diğerleri suç işlemiş gibi önce birbirlerine sonra yere baktılar. Şaman, Bala’ya dönerek; Hiçkimse’nin kaderinde eğer bu köy bu krallık varsa hiç sorun yok. Kendisinden önce yazılan o yazıda Afsa yoksa yapabileceğimiz hiçbir şey yok demektir. O zaman bu kararı kendisine bırakalım…

Dediğim gibi uzaktan geldiğini söylemişti uzun boylu adam. Güneyden Kobe çölünün sınırı sayılabilecek bir yer olduğunu söylemişti. Geniş düzlüklerin ortasında kayalara kurulmuş bir köyden geliyorum” demişti. Durdu gözlerini güneye mavi dağların ötesini görebilecekmiş gibi dikti. Başka da bir şey söylediğini hatırlamıyorum” dedi. Köyün güzeli babasının yanına geldiğinde iki adam yola çıkmaya karar vermişlerdi. Bu konuya bir daha da dönülmedi.

Gecenini sabaha döndüğü saatlerde iki adam, kendilerine armağan edilen iki atın sırtında yola çıkmışlardı bile. Bir ara Hiçkimse kendisini uğurlamaya gelen iki üç kişinin arasında özel birini aradı, bulamayınca içini gizli bir hüzün kapladı. Bilmediğiyse köyün meydanına bakan en büyük evin penceresinden kendisini gizlice yolcu eden Neva’nın göz pınarlarının dolu olmasıydı.

Yolculukları üç gün sürdü. Gündüzleri yol aldılar geceleri dinlendiler. Önce mavi dağlara tırmandılar. Dar patikalardan, gür ormanlardan geçtiler. Sonra tekrar yokuş aşağı inmeye başladılar. Bir daha çıktılar ve tekrar indiler. Bazen derin koyakları loş aydınlığında bazen de güneşin bağrında yol aldılar. Acele etmeleri için sebepleri olmadığından atlarını zorlamıyorlardı. Güneye indikçe havaların belirgin bir şekilde ısındığı fark ediyorlardı. Hayvanları yormadan olabildiğince hızlı yol almaya çalışıyorlardı.. Büyüksu’nun çevresinden gözlerinin alışkın olduğu yeşil ağaçlar yerini tek tük sarıya çalan çalılara bırakmaya başlamıştı. Siyah humuslu toprak, yeşil çayırlar; sarı kil ve kuma dönüşmüştü. Çöle yaklaştıkları iyice belli olmaya başlamıştı. Temel sorun Demirci Karpa’nın tarif ettiği alçak tepeleri bulmaktaydı. Dördüncü günün sabahında çevrelerine baktıklarında göz alabildiğince düzlükler vardı. Genişliğin ortasında sanki kaybolmuşlardı. Yine de Tanrının sevgili kulları olmuş olmalıydılar ki uzaktan kendilerine doğru yaklaşan küçük bir gurup gördüler. Gurupta insanlardan başka uzun bacaklı kocaman hayvanlarda vardı. “Develer” dedi şaman dudaklarından sessizce dökülen tek kelimeyle. Daha henüz sıcaklar başlamadığı için yer kendilerine hayali görüntüler hazırlamıyordu.

Yarım saat sonra yolcular yanlarına vardılar. Kısa bir selamlaşmadan sonra gidecekleri yolu sordular ve kafilenin reisi olabilecek yaşlıca biri eliyle günlerdir yol aldıkları yönün solunu gösterdi. Bir yarım gün daha gitmeleri gerektiğini söyledi. Acele bir kahvaltıdan sonra tekrar yola koyuldular, doğal olarak kafile reisinin gösterdiği yöne doğru. Güneş tam tepelerindeyken ufukta hayal meyal kayalıklar göründü. “keşke atları geride bıraksaydık” yaşlı adam doğru söylüyordu. Hayvanlardan indiler, böylesi daha adil olacaktı. Taşıdıkları su miktarı o kadar azalmıştı ki ancak kendilerine yeterdi hayvanlara değil. Yine de yollarına devam ettiler. Kum taşlarından oluşan tepelere vardıklarında önce hiçbir şey görmediler. Biraz dikkatli bakınca kayaların üzerindeki kara lekeleri gördüler. Birkaç dakika sonrasındaysa bu lekelerin birer küçük pencere ve bir kişinin bile zorlukla geçebileceği kapılar olduğunu anladılar. Boz renkli kayalar vardı, kayaların üzerine göz göz işlenmiş küçük pencereler vardı ama hayat belirtisi yoktu. İyice yakınlaştılar kayalara.

Önlerindeki kapı benzeri oyuğa yanaştı genç savaşçı. Seslendi kimse var mı diye. Hiçbir cevap alamadı. Şaman başka bir yığına yaklaşarak seslendi oradan da bir ses seda gelmedi. Yılların bilgesi Hiçkimse’yi yanına çağırdı. Atları kuytuya güneşin etkisinin en az olduğunu düşündükleri bir yere bağladılar. Neredeyse iki büklüm ilerleyerek içeri girdiler.

Bir mağaradan hallice bir boşluğa açılıyordu oyuk. İçeride tavandaki minik deliklerden yayılan loş bir aydınlık ve tatlı bir serinlik vardı. Bu iki kahramanın derin bir oh demelerine neden olacak hoştu. Gözleri alışınca içeriyi kolaçan ettiler. Mobilya sayılabilecek birkaç ilkel eşya vardı. Kum taşlarından biçimlendirilmiş masa benzeri şekiller, pişmiş kilden kap kaçak ve köşede bir ocak bulunuyordu. Kıyı bucak arandılar tahıl ve tohumların konduğu kaplar gördüler, daha küçük kaplarda da kavrulmuş etler vardı, büyücek bir testide su buldular. Şaman bir kaç yudum aldıktan sonra yerde duran toprak kaba doldurarak dışarı atlara götürdü. Serin su hayvanlara çok iyi gelmiş olacaktı ki gözlerinin içleri parlamaya başladı ve keyifle kişnediler.

Yaşlı bilge çevresine bakındı olduğu yerden en az yirmi mağara saydı. Böyle bir köyde nasıl kimsenin olamayacağını anlamaya çalıştı. İçeride taze sayılabilecek yiyeceklerin olması, suyun bulunması buralarda yaşayan birilerinin olduğunun deliliydi. O halde ahali neredeydi. O bunları düşünürken uzaklardan gelen bir vınlama dikkatini yoğunlaştırmasına yol açtı. İstem dışı kendisini yere attı. Başının üzerinden bir ok geçti ve beş on adım ötesinde toprağa saplandı. Eğer yerde yuvarlanıp konumunu değiştirmeseydi bir ikincisi bacağına saplanacaktı. Hızla doğruldu ve okların geldiği yönün aksine sıçradı. Doğanın hazırlamış olduğu alçak sayılabilecek bir hendeğe attı kendisini. Gırtlağını yırtarcasına arkadaşını çağırdı. “Hiçkimse!!!”

Ejder savaşçısı, yol arkadaşının dışarıdan gelen sesini duyunca ok gibi fırladı yerinden iki saniye sonrasında dışarıdaydı. Daha eşikteyken boz toprağın üzerine saplanmış okları görünce sanki yıllardır bu işin içindeymiş gibi olanları birkaç saniyede kavradı. Kayaların diplerinden bir kertenkele gibi yol alarak düşmanının üzerine yürüdü. Birkaç dakika sonrasındaysa kendilerine alçak bir duvarı siper eden yabancıların ensesindeydi. Kılıcını çekmeye gerek kalmadan adamları yumruklarıyla hakladı. Geride nöbetçi olmaları için bırakılmış olan üç asker her biri bir yana savrulmuştu. Birden biraz daha yukarıda bir kişinin daha olduğunu gördü. Yukarıda saklanan adam görüldüğünü fark edince hızla kaçmaya başladı. Hiçkimse’nin onu yakalamasına imkan yoktu ama yanına, kayalara doğru tırmandı. Yukarıda çevresine bakınınca adamın köyün öte yanına düzlüğe indiğini ve kendisini bekleyen atlardan birine atladığını fark etti. Bir sağlam bir yayı birde oku olsaydı haklayabilirdi ama geri dönmekten başka yapabileceği yoktu. Aşağı inerken olduğu yerde duraladı. Kendisini izleyen başka gözler olduğunu hissediyordu. Güneşin ışınlarının etkisini azaltmak için elini siper ederek iyice etrafı kolaçan etti ama kimseleri göremedi. Tüm dikkatiyle bir daha taradı etrafı ama ne bir ses ne de bir göz vardı. Aşağı indiğinde Şamana hissettiklerini anlatırken neredeyse kalp atışlarını duyacaktım diyecekti.

Uzandığı hendekten doğrulan Şamanın gördüğü manzarayla birlikte gözleri faltaşı gibi açıldı. Az öncesine kadar bomboş olduğunu düşündükleri oyuklardan bir ikişer insan çıkmaya başlamıştı. Esmer derili yaşlı genç çoluk çocuk dışarıda duruyorlardı. İçlerinden biri, diğerlerine göre daha iri yapıda olan biri ileri yanlarına doğru yürümeye başladı. Hiçkimse yukarıdan üç çapulcuyu hakladığı yerden aşağıya inmeye başladı. Bir yandan da kendilerine yaklaşma cesareti gösteren adama dönerek “uzun sağlam urganlar istiyorum” dedi. Çevredeki bütün başlar kendisine dönse de söyledikleri anlaşılmamış olmalıydı. Şaman o yörenin diliyle tekrar söyleyince bir çocuk gölgeler arasında kayboldu bir biraz sonra iki eliyle zor taşıdığı koca bir kangal urganla döndü.

Akşamüzeri mağaraların büyüklerinin birinde bir gurup ileri gelen konuklarla konuşuyordu. Hiçkimse halkın ne kadar zayıf ve bakımsız olduğunu düşündü. Bütün bedenler zayıftı ve kaburgalar belli olacak kadar bakımsızdı. Yaşlı adam orada olmalarının nedenini açıkladı ve kimi aradıklarını söyledi. Muhatabı olan ve kendisinden çok daha yaşlı olan seyrek sakallı bir ihtiyar aradıkları kişinin Vanen olabileceğini söyledi. Çünkü köyün erkekleri arasında o kadar uzaklara gitme cesareti gösteren ve ticarete heves eden bir tek o vardı. Ve şimdi o adam yani uzun adam ve birkaç arkadaşı dışarıda tuzakları kontrol etmeye gitmişti. Köy halkı çölün zor şartlarında çevreden topladıkları bitkilerle ve avladıkları irili ufaklı hayvanlarla yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ve yakaladıkları haycvanların derilerini işleyip Vanen’e teslim ediyorlardı.

Adamı beklerken içeriye heyecanlı bir çocuk girdi, yaklaşan kocaman bir buluttan söz etti. Dışarı çıkıp kontrol ettiler nesne bulut olamayacak kadar hızlı hareket ediyordu. O zaman tehlikenin büyüklüğünü farkeden köy halkı evlerine daha doğrusu ev diye yaşadıkları barınaklarına koştular. Hallerinde çabukluk vardı ama hiç telaş yoktu, sanki önceden hazırlıklılarmış gibi hızlı hareket ediyorlardı. Birkaç dakika içerisinde bulut üzerlerine çökmek üzereyken ortalıkta kimsecikler kalmamıştı. Hatta önceden hazırlanmış taşlarla tüm kapılar, bacalar ve pencereler sımsıkı kapanmıştı.

Şaman ve yol arkadaşı Hiçkimse neler olduğunu anlamadan kendilerini barınaklardan birinde bulmuşlardı. Soru soracak fırsat bulamadan önce loş karanlığa girmişlerdi. Saniyeler içerisinde girişlere ve çıkışlara yığınaklar yapılmıştı. Artık zifiri denebilecek bir ortamdaydılar. İkisi birden bileklerine yapışan kemikleri iyice belirgin parmaklarla çekilmeye başlamışlardı. Önce kapının karşısındaki hafif çıkıntılık yapan bir kayanın önüne getirildiler. Ardından koca kaya sanki bir kenarından menteşesi varmış gibi döndü ve açılan bir delikte kayboldular. İşte o zaman kendilerini ancak bir kişinin emekleyerek ilerleyebileceği bir dehlizde buldular. Önden çekiştirilerek ve arkalarından iteklenerek bir zaman ilerlediler. Ne kadar süründüklerini anlamamışlardı, birden başka deliklerinde açıldığı geniş bir mağaraya çıktılar. Bir toplantı salonundaymış gibi tüm köy halkı oradaydı.

Az önce yani bu baskın gerçekleşmeden önce kendileriyle konuşan köyün bilgesi bu durumun birkaç aydır olduğunu söyledi. İlk baskında çok zaiyat vermişlerdi. O kadar çok kanatlı şeytan bir arada hareket ediyordu ki sayılarını sayabilmek imkansızdı. Çöldeki kayalar kadar çok demişti saldırganların sayısı konusunda fikir verebilmek için. Onlar konuşurken, küçük bir gölge Hiçkimsenin yanına yaklaştı. Bu az önce yaklaşan bulutun haberini veren çocuktu. Yaşlılar konuşurken elini kavradığı genç adamı ısrarla ve sürüklercesine mağaranın hafifçe rampayla yükseldiği uzak köşesine götürmeye çalışıyordu. Şamanla bir an gözgöze geldiler. Eski kurt neler olduğunu sezmiş olmalıydı ki bir göz hareketiyle genç adamın gitmesine izin verdi.

İki gölge sessizce geniş boşluğun uzak ve karanlık köşesine ilerlediler. Mağaranın sıkça kullanıldığı, zeminin kayalardan ve taşlardan temizlenmesinden ve sağa sola yığılan malzemelerden belliydi. Burası köyün sığınağı, deposu ve toplantı yeriydi. Geldiklerinde ortalıkta ve barınaklarda neden kimseyi bulamadıkları anlaşılmıştı. Duvar dibinde vardıklarında yükselen küçük çıkıntıları gördü. Çocuk, burada büyümüş olmanın avantajıyla, dağ keçisi gibi korkusuzca tırmanıyordu bir ayağın sığabileceği genişlikteki basamakları. Dik eğimi sonuna vardıklarında, geldiklerine benzeyen başka bir oyukla karşılaştılar. Uzun bir sürünme aşamasından sonraysa gün ışığı gözlerini kamaştırmaya başlamıştı.

Köyün kurulduğu kayalıkların zirvesindeydiler. Geldikleri yol ve göz alabildiğine uzanan çöl önlerindeydi. Buradan bakan gözlerden habersiz kimse köye yaklaşamazdı. Şimdiyse dikkat etmeleri gereken aşağıda dönüp duran kara, vahşi sürüydü. Yaratıkların çığlıkları havada yankılanıyor kulakları tırmalayacak kadar çoğalıyordu. Aç sürü hareket eden her şeye saldırıyordu. Hiçkimse, neler olduğunu anlamaya bu kanatlı sürünün vahşilerini tanımaya çalışıyordu. Bir karga veya kuzgun büyüklüğünde, geniş zar kanatlı, yılan boyunlu, şahin pençeli vahşilerdi. Yüzlercesi bir arada uçuyor ve birbirlerine kanat uçları bile değmiyordu. Bakışları aşağıda yerde koşmaya çalışan iri bir gölgeye takıldı. Bir insan mı yoksa bir hayvan mı olduğunu seçemiyordu amavarmaya çalıştığı evlere varamadan bulut üzerine çöktü. Kanatlı felaketin üyeleri zavallıdan geri kalanları parçalıyordu. Kılavuzu olan, kendini buralar getiren küçük çocuk omuzuna dokundu. Uzanan elinin parmakları gri kara bulutun ortasında havada asılıymış gibi duran ve diğerlerinden daha iri olan hayvanı gösteriyordu.

Ötekilerin ışığı yutan mat siyahının aksine parlak gümüş rengi vardı, sanki koca sürüyü O yönlendiriyordu. Talan edilecek bir şey kalmadığını anlayınca havada yükselmeye başladı. O kadar hızlı uçuyordu ki diğerleri ona yetişmek için delice kanat çırpıyorlardı ama kafi değildi. Havada geniş bir daire çizdi, sürüde peşindeydi. Normal şartlarda olsa göze hoş gelebilecek bir ahenk vardı hareketlerinde. Gümüş kanatlı kuş, tepenin öte yüzüne yöneldiğinde Hiçkimse görüş açısından çıkmaya başlayan yaratıkları izlemek için konum değiştirmek istedi. İşte o zaman ayaklarının altındaki taşlar yuvarlandı. Bir kaçı yolunun üzerindeki eğreti taşları da sürükleyerek ve sesi biz buradayız der gibi yankılanarak zemine kadar düştü. İşte o sesler sürü lideri olan alımlı kuşun dikkatini çekti. Sert bir hareketle geri döndü, liderlerini izleyen kara gölgede tabii. Genç savaşçı hatasını anlamıştı ama iş işten geçmişti. O an bir mucize oldu çocuğun elinde bir yay ve bir ok belirdi. Küçük çocuğun yaşına rağmen yanından ayırmadığı silah olmalıydı. Yiğidimiz kendisine uzatılan yayı aldı, oku taktı ve yayı gerdi. Hareketleri o kadar hızlıydı ki canavarların lideri kendisine çılgın bir dalış yaparken ok fırlamıştı bile.

Değme usta okçular bu kadar mahirane atış yapabilir miydi yoksa yayı geren kollar Hiçkimse’nin olsa da oku yönlendiren bizzat kaderin kendisi miydi bilinmez. Ortadaki gerçek, okun kendilerine hızla yaklaşan parlak kuşun ağzından girmiş sol kanadının altından çıkmış olmasıydı. Çok az sayıda insanın duymak isteyeceği şiddette bir çığlık, acının ta kendisi havayı yırttı. Bir iki kere kanadını çırpmak istedi yapamadı. Kurşun gibi düşmeye başladı. Daha da önemlisi diğerlerinin, kendilerini yönlendiren liderlerinin yokluğunda, karmakarışık olan korkunç kara sürünün kör kalmasıydı. Havada birbirlerine çarpmaya başladılar, kimileri ışığı görmek için güneşe doğru yükselmeye başladı kimileri aşağı kayalara attı kendilerini,parçalandı. Genç adam ve küçük çocuk, eğer üzerinde bulundukları kızgın ve keskin kayalara yapışmasalardı keskin pençeler ve sivri gagalar parçalayacaktı bedenlerini. Olaylar o kadar çabuk gelişmişti ki bizimkilerin solukları düzelmeden çöl eski sessizliğe bürünmüştü.

Güneş ufka yaklaştığında köyü oluşturan kayalıkların önü bayram yerine dönmüştü. Hep saklanarak korunmaya çalıştıkları kötülük temizlenmişti. Olabildiğince az temas ederek çalılarla ve sopalarla tüm ölü yaratıklar bir araya toplandı ve bir çukura dolduruldu. Üzerlerine dizilen kuru dallar ve çalılarla birlikte yakıldı. Yalnızca gümüşi yaratık Şamanın önünde kalmıştı bir süre. Çok ejderha görmüştü bir kısmını da avlamışlardı. Bir at boyutunda olanlardan ulu ağaçlar kadar yüksek olanlara kadar pek çok tür tanımıştı ama bu kadar ufak ve bu kadar sinsi olanlarına rastlamamıştı. Başkente vardıklarında Kralın danışmanına kötülüğün bu kadar ileri gitmiş olabileceğine hayret ettiğini söyleyecekti. Birkaç dakika sonra o leşi de yanan alevlerin içine fırlattı.

Hiçkimse çocukla birlikte düzlüğe indiklerinde, yukarıdan gördüğü parçalanan varlığın aradıkları uzun adama ait olduğunu anlamışlardı. Zavallı adam, açık alanda kuduz sürüye yakalanmıştı ve kendisinden geriye uzun bir iskelet kalmıştı. O baskında köy halkının tek kaybı Vanen olmuştu. Şamanın önderlik ettiği sade bir törenle köyün içerisindeki mağarada mezarlık gibi ayrılan bir köşeye defnetmişlerdi. Ailesi ve köylüler yas içindeydiler. Talihin güzelliğne bakın ki kendilerini bu kadar uzağa taşımış olan iki at, tehlikeyi sezmiş bağlarını kopararak olabildiği kadar uzağa kaçmıştı. Tehlike geçtikten sonra çevrede dolanmaya başlamışlar, Hiçkimse’nin seslenmesiyle da yanlarına gelmişlerdi.

Toprak tencerelerde yemekler pişerken köyün yaşlılar heyeti toplantı yapıyordu. Öncesinde Şaman, köyün ileri gelenleriyle fikir alışverişinde bulunulmuş durum değerlendirmesi yapmıştı. Köy halkına davette bulunmuş isterlerse yani benzer tehlikelere tekrar maruz kalırlarsa kuzeye gelip Afsa ırmağının bir kıyısına yerleşebileceklerini orada yeni bir yaşantıya başlayabileceklerini söyledi. Adamlar içeride uzun süre kaldılar. İşte o arada Kıdara’nın yanına sessiz bir gölge yanaştı. Orada olduklarında hiç yanlarından ayrılmamış olan delikanlıydı bu. Belli ki söylemek istedikleri vardı. Uzak köşede yanan meşalenin titrek alevinde konuşmaya başladılar.

Çocuk onbir yada oniki yaşındaydı. Sizin buraya niçin geldiğinizi biliyorum dedi fısıldar gibi. Yaşlı adam şaşırmıştı. Tamam buraya geliş nedenleri bir sır değildi ama bunu çocukların ağzından duymak zordu. Kafasını çevirip baktı, diğerleri gibi zayıf bir bedeni vardı. Derisi doğrudan kemiklerine yapışmış bir yüzü, çıkık elmacık kemikleri vardı. Vanen, buraya yabancıyla geldiğinde ben yanındaydım. “Hasta olabilir diyerek bizleri yabancıdan uzak tutmaya çalışıyordu. Bir defa yanlarına yaklaşmaya çalıştığımda adamın iki kelimeyi sürekli tekrarladığını duydum. Bilge adamın gözleri parladı. Hiçkimse’nin kim olabileceği konusundaki tek tanıklarını kaybetmişlerdi ama başka bir iz bulmuşlardı. “Ne diyordu anımsıyor musun” “Dua gibi tekrarlıyordu, Feta diyordu ve Kebasa diyordu. İki kişi karanlıkta konuşurlarken yanlarına yaklaşan Hiçkimse de bu sözleri duydu. “Feta, dedi Kebasa dedi mırıldanır gibi. Ardından gelen soru doğrudan Yaşlı bilgeyeydi, bu iki kelime sence neyi ifade ediyor” Maceraya başladıkları da kafasında olan soru sadece biçim değiştirmişti. Şaman bu isimleri bilebilecek kişinin Kang Son olabileceğini düşünüyordu.

O ara yaşlılar heyeti toplantılarını bitirmişlerdi. Köy halkı adına karar almaya yetkili olan bu kurul, alıştıkları hayata devam etmeye ve köyde kalmaya karar vermişlerdi. Kurulun başkanı olan en yaşlı üye, en iyi silahları olan gizliliklerine güvendiğini ve bu saldırılar tekrarlarsa bu civarda bulunan ve uzaktan akraba oldukları diğer köylere gidebileceklerini söyledi. Yapabilecekleri başka iş olmadığından sabah erkenden dönüş yoluna düşmeye karar vermişti iki yolcu. “Belki de kraliyet duvarındaki yazı zamanına yetişiriz” dedi Hiçkimse.

Uzaklarda, fersah fersah ötelerde kızgın birileri bir başarısızlığın daha ardından küfürler ediyordu. Bu kaçıncı başarısızlık olmuştu ardarda gelen. Kendisine bu haberleri getiren Gambaya lanetler yağdırıyordu. Lanetlerden ve öfke selinden en büyük payıysa Kıdara ve onun genç arkadaşı Hiçkimse alıyordu…

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Hiçkimse; Kimsin Sen” için 7 Yorum Var

  1. Selam Azizhayri…
    Bu sefer çizdiği Şaman karakterin dokusunu daha sıkılaştırmışsın. Böylece Şaman’dan daha net bir görüntüye kavuşmuş. Okuyucun 🙂 olarak kafamdaki soru işaretlerini giderdiğin için teşekkürler. Mesela yazılarında görmek istediğim başka şeyler var. *Hiçkimse karakterinin ismini ne kadar beğendiğimi biliyorsun. Cümle başında kullandığında onu bir ünlem ifadesinden çıkarmak için sonrasında virgül kullanmanı öneririm. Böylece Türkçenin yapısal azizliğinden kurtarmış olursun. *Şaman olmak büyücü olmak karakterin dokusunu ören ve onu tanımlayan bir şey, yaşlı olmak ise onu niteleyen bir başka şeydir. Hiçkimsenin aynı zmanda Savaşçı ve genç bir adam olması gibi. Eğer konuşmalarda Şaman’ı bir tür ünvan gibi kullanmıyorsan ağırlıklı olarak ismini kullanman, olay örgüsünden bahsederken ya da ruh durumuna girdiğinde, onu tanımayan üçüncü bir kişi ile konuşmasında da onu niteleyen ifadeli kullanman tek bir karakteri farklı isimler arasında kaybetmeni engeller. Bu bir tür yazınsal zenginlik aynı zmanda. ancak kafa karışıklığı da yartabilir. Bunun dengesini kurabileceğini düşünüyorum (karakter isimlerinin büyük küçük yazılışı verilecek vurgu anlamında öenm taşır. bunu da belirteyim istedim.) Çünkü ismi çok güzel. Onun sahip olduğu olağanüstülüğü bırak biz yeri geldiğinde görelim.*Hiçkimse’nin kendini keşif yolculuğuna çıktığını görüyorum. Aslında yazdıklarının büyük bir amacı olmalı. Bu belki Hiçkimse’nin kendini bulma yolculuğu ve bu sırada karşılaştığı güçlükler olabilir. *Paragrafları bölmekten korkma böyle rahatlıkla ileri sarabilir ya da olaya vurgu için es verebilirsin. *Ekranda izlediğin görsel sanatlar mutlaka karşılaşan iki kişinin en azından bir şekilde selamlaşmasını isteyebilir. “Hoşbeş” edebilirler ancak bu hal yazılı hale gelince genel çerçevede hiç bir olayla bağ kuramayacağından o kısımlar havada kalabilir.
    Diğerleri:*Sarı Girdap’a bağlaman çok güzel 🙂 Bununla beraber o hikayenin adını sen biliyorsun ama kahraman bilmiyor. Onun için Sarı Girdap denilen hikayeyi gerçekten yaşamak zorunda kaldı. Bugün senin için ne kadar gerçekse onun içinde o kadar gerçek. *Zaman kipleri arasındaki geçişler ve uyumu önceki hikayelerine göre daha iyi yakalamaya başlamışsın. Gittikçe daha iyi oluyorsun. Ancak kendini geliştirmeye devam etmeni gönülden isterim bazı paragraflar tekrar elden geçmeyi hak ediyor. *Konuşma balonlarına dikkat bazıları dışarıda kalmış.
    Bambaşka birşey:Bugün hikayeni bir kez daha oku. Bazı paragrafların tek bir virgül istemeden parladığını bazılarının bir romandan çıkmış gibi olduğunu bazılarının yeniden yazılsa daha iyi olacağını göreceksin. Bununla beraber bazı yerler sanki bir “hikaye” havasından çıkıp senin “anlatına” dönmüş. Hikayenin parçası değil de sanki bir “bu böyledir. O da böyledir. Şu da şöyledir” gibi bir hale bürünmüş. Bu yüzden o kısımları hikaye akışına uyumlu hale getirirsen yağ gibi akar. *Yazmak kendinden emin olmayı gerektirir ve sürekli karar vermeyi. Bu yüzen net olmalıdır. Karar vermekte zorlandığında yazmayı bırak şöyle bir dolaş gel. Farkında değildin ama sen çoktan ne yazacağını biliyorsun. Hayal gücü beynin mekanize kısımlarından daha hızlı çalışır. Bırak makine çalışsın.
    *Küçük çocuğun bence biraz daha büyümesi lazım. Çünkü 10-11 yaşındaysa ve Hiçkimse de yabancının dizinin dibinden ayrılmayan bir çocuksa o halde o zamanları nasıl hatırlıyor. Olay zamanlamasına bir kez daha bakmak istersin belki. Y a da ben bir şey kaçırdım? Bunun dışında o kısım güzel oturmuş. *Neva fikrini sevdim.
    Genel olarak; kurgu konusunda bir sıkıntı yaşamadığını görüyorum. Her birinde ilginç bir olay yazıyorsun. Hikayelerinin parça parça mı devam edecek yoksa bir yerde evresel bir hedef ya da amaca hizmet edecek mi diye düşündüğümde son cümleyi okudum. Bir önceki hikayene göre daha vurucu bir şekilde iyi kötü savaşı ve arkasındaki neden ve bu nedenin Hiçkimsenin kim olduğuna bağlı olduğunu hissettirdin.
    Tüm bu serüven bitince yani Hiçkimse kim olduğunu öğrenince, düşmanlar yenildiğinde, belki Neva sonunda ona aşık olunca, Kıdara neyin peşindeyse onu başarında; bence yazdıklarının bir çıktısını al kitap okur gibi oku. Böylece tüm yolculuk boyunca kafanda oluşan fikirleri netleştiğinde bilgisayarın başına oturup baştan yaz. Böylece eline bir serüven romanı olmuş olur…
    Bana beleşçi mi dedin 🙂 Uzun pelerinler ya da farklı yüzler altına saklandığım doğrudur. Seni okuduğum ve okuyacağım da öyle… Eğer sormaya cesaretin varsa öğrenmeyi hak ediyorsundur, der bir bilge. Kim olduğunu sonra söylerim. O halde; Adım Dipsiz ve diğer Dipsizlerden biriyim sadece. Döngüdeki kırmızı bir noktayım, ne aydınlık ne karanlık ama hepsinden bir parça fazla bir parça azım… Ve düzenlerin dibini çıkarıp başka başka yerlere bağladığım için de Dipsiz diye anılırım. Bunun dışında, kelimelere ne kadar dökmeye çalışsam da başarılı olamayacağım. Ama Minnetarım. Hem de çok… Şimdiye kadar aldığım en güzel hediye. Arkadaşım, çok teşekkürler.
    Eline ve düşgücüne sağlık
    Sevgiler, Dipsiz

  2. Öyküyü bitirdiğimde ne yorum yapsam bilemedim başta. Sanırım uzun uzadıya yorum yazmaya gerek. Öykü zaten kendisini anlatıyor, hem de çok güzel anlatıyor.

  3. Merhaba:
    Eleştirilerinizi okuduğumda takvimler pazartesi gününü gösteriyordu. Bilmiyorum ama aylardır yıllardır Kayıp Rıhtıma denemelerimi gönderiyorum. Ciddi eleştiriler almak çok güzel. Bu yüzden cevap yazabilmek için birkaç defa okumam ve kendimde o cesareti bulmam gerekti. İnsanları toplum karşısında bir şeyler söylemekten alıkoyan neden kendine güven eksikliği ve buna bağlı olarak yanlış bir cümle kurarım korkusudur. Bu nedenle doğru düzgün birkaç kelime dizebilmek için uğraşıyorum.
    Yazdıklarına çok sevindiğimi söylemeye gerek yok sanırım. Tavsiyelerinize uymaya çalışacağım Bu nedenle yazdıklarına zaman zaman bakabilmek için ayrı bir sayfaya taşıdım.
    Konuşma balonları büyük sorun. Tırnak içine aldım hoşuma gitmedi. Dedi diye cümleleri sonlandırmaya çalıştım “dedi” ler o kadar çoğaldı ki beni bile ! rahatsız etti. Virgülden sonra sözleri ekledim o da cümlelerin anlaşılmasını zorlaştırdı. Bu yüzden biraz daha arayışımın sürmesi gerekiyor sanki.
    Bir macera havasında olsun belki de yapabilirsem kendi çapında fantastik kurgu olsun diye yazıyorum Hiçkimseyi. Bu nedenle kahramanların üzerinde durmanın fazla durmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Yani psikolojik bir roman havasına girmesi en son isteyeceğim şey. Bu yüzden detaya inmiyordum. Lakin anladım ki Şamanın ve Baş kahramanım olan Hiçkimsenin biraz daha üzerinde durulması gerekiyor. Neva e sevdim. Güzel ve akıllı biri o, Üstelik bir prenses gibi büyük burunlu da değil. Köyde gördüğü ilk günden beri seviyor delikanlıyı ama kendine o kadar güveniyor ki sevmiyormuş gibi ilgilenmiyormuş gibi davranmak daha çok hoşuna gidiyor. Bu hanımefendi sırf bu nedenlerden dolayı bile Hiçkimsenin evreninde daha çok yer bulmalı diye düşünüyorum.
    En büyük eksikliğimin ne olduğunu da hatırlattın bana. Yazdıklarımı geri dönüp bir kere daha okumuyorum son noktayı koyduktan sonra. Bu konuda haklı gerekçelerim var. Napeleon generallerini toplamış karşısına dizmiş. Anlatın bakalım savaşı neden kaybettik diye sorduğunda sıranın başındaki “Hiç barutumuz kalmadı” demiş. Bu cevap üzerine imparator diğerlerine dönüp “Başka mazerete gerek yok” demiş. Benim de ucu ucuna yetiştirdiğim denemeleri göndermiş olmak bile yetiyor bana çoğu zaman -ki çoğu zaman yöneticinin hoş görüsü sayesinde gecikmeli de olsa alıyor ve sayfaya koyuyor- tekrar okumaya zamanım olmuyor. Bir sabah işe geldiğinizde bir fırsatını bulup Kayıp rıhtıma baktığınızda emeğinizi orada görünce gözleriniz parıldıyor. İçinizi kaplayan hoş bir gurur tüm yorgunluğunuzu unutturuyor. Belki bu satırları bile sabah tekrar gözden geçirmeden sayfaya ekleyeceğim. Çünkü beni düşünen yazdıklarımı okuyup eleştiri yapan esrarengiz kişiye cevap vermemek büyük bir saygısızlık, hatta cevabı geciktirmek bile başlı başına bir kabalık.
    Sözleriniz bana cesaret verdi, bu konu o kadar engin ki bir roman değil birkaç roman bile çıkar diye düşünüyorum. Kurgu zamanı olarak Tam olarak Satılık Gezegen konusuyla başladı hatta daha bile geriye gidebilir. Aslında vaktim olsa ve kendimi bu işlere biraz daha verebilsem- iddialı olmasından korkuyorum ama- çok daha iyi şeyler ortaya çıkar diye düşünüyorum. Bu arada kafama takılan bir noktayı da yazmalıyım –yoksa forumun tartışma bölümüne ayrı bir başlık olarak mı açmalıyım bilemiyorum- yazdıklarım –yazdıklarımız çalınabilir mi? Bir gün bu denemelerin temel alındığı bir kitap piyasaya çıkar mı? Korkum bu. Evet, yazmak iyi ama sizin hayat vermeye çalıştıklarınızı başka birinde görmek can sıkıcı olur en hafifinden. Sanırım düşünmem gereken konu Kurtadamlar…

    1. Selamlar,

      Konuşma kısımları için bir daha baktım. Konuşmaları paragrafların içinden çıkarmayı, kelimelerden ufak tefek fedakarlık yapmayı düşünür müsün? Bir yerde okumuştum. Eğer konuşma kısımlarını tasvirlerle aynı paragrafta değil de ayırarak yazılırsa anlatım farklarını daha hızlı kavrıyormuşuz…
      Tekrar okuyunca fark ettim, bu sefer kahramanların ruh hallerini/olayları/mekanı anlatmalarına imkan sağlamışsın. Gittikçe daha gerçek oluyorlar.

      Rıhtım yazarlarından Deniz, bana bıraktığı son yorumda bana çok içten tavsiyelerde bulundu. Bu yüzden bu ayki yazımı tamamen değiştirdim. Biraz gerginim ama gelişmek için eleştiri toplamak beğeni toplamaktan daha önemli değil mi 🙂 Konuşma kısımları daha fazla olacak. Ve az once yukarıda yazdığım şeyi uyguladım. Bakalım…

      Senin paragrafına uygulayınca da böyle oldu:

      Yaşlı adam içeri ilk girdiğinde salona şöyle bir göz attı. Dışarıdaki ışık seline göre karanlık düşen ortamda Genç adam elini kaldırarak yerini belli etti. İlk sorusu “Ne yaptın” oldu.

      Şaman, “Aslında biz gereksiz acele etmişiz. Diğer anlatıcılar arasında da geç kalanlar olacağı için kabul heyeti, elinizdekini daha sonra getirebilirsiniz, dedi. Bense bu kadar emekten sonra geri götür sonra gene getir olmasın diyerek teslim ettim.”

      Kısa bir sessizlik oldu.

      “Şaman sen doğru olanı yaptın.” Genç adamın sözleri dudaklarından öylesine dökülmüştü. Sitem var mıydı sözlerinde, Şaman bir an düşündü ama diğer soru gelince ilk cevaba gerek kalmamıştı.

      “Aç mısın?”.

      Kafa sallamakla yetindi, sabahtan bu yana ağzına bir şey koymamıştı. Az sonra yanlarına gelen hancıya siparişleri yağdırmaya başladılar.

      Endişen konusunda; admin sağolsun sayfanın altında telif hakların yazarlara ait olduğunu söyleyen bir not düşmüş. Bununla beraer, endişende sana katılıyorum. Birilerinin kesip-kopyalayıp-yapıştırması benim de endişelndiğim bir konuydu. Sonra şöyle düşündüm. Bunu biri ancak bir kere yapabilir. Gözünün önünde Hiçkimseyi gören sadece sensin.. Bir de Kayıp Rıhtım’daki herkes senin neyi yazdığını biliyor. Eminim bir teleif Hakkı davası için mahkeme salonunda yaka kartlarımızla buluşmakta sıkıntı olmayacaktır. 🙂 Tabii bu işin şaka kısmı…

      Yakında yeni hikayelerde görüşmek üzere
      Selamlar
      Dipsiz.

      1. Bu tür yazının daha nrahat okunduğunu biliyorum. Biliyorum ama çok yer tutacağını düşündüğüm için konuşma balonlarını satır aralarına koymayı tercih ediyorum. Bir daha ki sefer dediğiniz gibi yazmaya çalışacağım…

  4. Merhaba
    Sevgili Okan Okan, seni ihmal etmek istemezdim… Okumana ve beğenmene çok sevindim… Her ikinize de teşekkür ederim…

  5. Merhabalar. Öncelikle gözüme çarpan nokta, kelime hazinen ve kelimeleri birbirine tutturman. “büyükçe bir yay çizen sahilinde” şehir planını hem gözümde çıkardı, hem de ona bir estetik verdi. Fakat bu cümleden önce satır başı yapsaydın, etkisi katbekat artacaktı.
    “Dışarıdaki ışık seline göre karanlık düşen ortamda” Bu da bir diğeri…

    Parağrafları okuldaki dersler gibi düşün. Eğer teneffüsler olmasaydı, eve erken giderdik. Ama ilk dersten sonra hiçbir şey kafamıza girmezdi. Okumadan bile öyküne bakınca en az üç, hatta dört kat fazla paragraf kullanmalısın, diye düşünüyorum.

    Eğer bir dialog yazıyorsan, parağraf başı yapman birçok yönden avantaj sağlar. Ben yazmış olsaydım aşağıdaki gibi yazardım. Bunu, daha doğru diye veya akıl vermek niyetiyle değil; farklı bir bakış açısı altında görüp, kendi sağlamanı yapasın diye yapıyorum.

    Yaşlı adam içeri ilk girdiğinde salona şöyle bir göz attı. Dışarıdaki ışık seline göre karanlık düşen ortamda Genç adam elini kaldırarak yerini belli etti. İlk sorusu:
    “Ne yaptın” oldu. Şaman:
    “Aslında biz gereksiz acele etmişiz” dedi masaya oturduğunda. “Diğer anlatıcılar arasında da geç kalanlar olacağı için kabul heyeti, elinizdekini daha sonra getirebilirsiniz, dedi. Bense bu kadar emekten sonra geri götür sonra gene getir olmasın diyerek teslim ettim.”
    Kısa bir sessizlik oldu. Ardından hafifçe peltekleşen bir ses tonuyla:
    “Şaman, sen doğru olanı yaptın.” dedi.
    Genç adamın sözleri dudaklarından öylesine dökülmüştü. Sitem var mıydı sözlerinde, Şaman bir an düşündü ama diğer soru gelince ilk cevaba gerek kalmamıştı.
    “Aç mısın?” diye sordu/dedi. Adam kafa sallamakla yetindi, sabahtan bu yana ağzına bir şey koymamıştı. Az sonra yanlarına gelen hancıya siparişleri yağdırmaya başladılar.

    Özellikle tümcelerine bayıldım. Zamanım olursa tüm yazdıklarını gözden geçirmeye çalışacağım.

    Ben eserimin çalınması durumuna şöyle bakıyorum. Eğer birisi benim yazdıklarımda bir kitap çıkartırsa, eseri basan yayınevi ile görüşür, “Bakın, bu benim fikrim.” derim. Fakat bunu, çalınan eser üzerinde hak iddaa etmek için değil de, hikayemi beğenmiş bir yayınevi bulduğum için yaparım. Zaten hikayelerin kaynağı benim, bir tanesi heba olsun gitsin. Beni yayıncı arama zahmetinden kurtarmış sayılmaz mı?

    Gelecek ay görüşmek üzere…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *