Öykü

Kambur Prens

Galaksinin uzak köşesinde kuytu bir gezegen vardı. Kuytu karanlık ve bir o kadar da ürkütücü. Thin lar yaşardı bu kıraç ve kayalık gezegende. Thin lar kötücül ruhlardı. Zaman zaman bir katı bedene gerek duysalar da yaşamlarını idare edebilmek için canlı bedenlere ihtiyaç duyarlardı. Yaşadıkları gezegenin zorluğu kendilerini yaşamını sürdürme konusunda bencil bir hale getirmişlerdi. Galaksi yönetimi veya her kim isterse bağlantı kurabildikleri Thin’lerle anlaşma sağlayabiliyordu. Bu oldukça tehlikeli bir işti. Galaksinin merkezinden uzak bir sistemin ürkütücü gezegenine gidebilecek cesaretiniz varsa ve bu cesareti yüzeye inerek taçlandırabilirseniz belki bir bağlantı kurabilirdiniz. Ama tüm riskleri göze alırda geminizle sağ salim dönebilirseniz bu bedensiz yaratıklarından birini yanınızda getirdiğiniz Thin şişesinde hapsedebilirdiniz. Bu kapatma sonsuza kadar sürmezdi tabii. Ama Thin için uygun bir konakçı bulursanız kendisi bıkasıya veya daha iyi bir konakçıya geçesiye kadar orada kalırdı. İşte uzaklara gönderilmiş kapsülde de bir Thin vardı. Ve kadın kocasının mor dudaklarında sonuna kadar açılmış ve damarları kanla dolmuş bakışlarından anlamıştı ölüm nedenini. O zaman duyduklarının bir efsaneden ibaret olmadığını öğrenmişti. Demek ki kocası gezegeninin kahramanı suikaste kurban gitmişti. Eğer uygarlıkta kalabilselerdi bu suçları mutlak olarak cezalandırıldı.

Uzakta, bir galaksi kadar uzakta Cantra gezegeninin önemli salonlarından birinde bir gurup insan konuşuyordu. “Ben sizlere bir iyilik daha yaptım” dedi adam odada bulunanlara. Diğerleri yüzüne hayretle baktılar. İstediği ilgiyi uyandırdığını fark edince sözlerine devam etti ev sahibi konumundaki Lomer Tatzeg. “Yeni sistemimizi kullanarak hem yıldız sisteminizdeki asi lideri ‘Nyks’i! uzaklara gönderdiniz hem de kendisine çok büyük bir armağan verdiniz.” Yüzüne iğrenç bir gülümseme yerleşmişti. “Hem kendini kurtarıcı sanan bir pürüzden hem de elimizde kalan iğrenç Thin’lerin birinden de kurtulduk.” “Yoksa” dedi Lord Kuzai yüzünde yayvan bir gülümseme vardı.

Evet, tahminin yerinde bir zamandır bize sorun çıkaran elemanımızdan da kurtulduk. Onca zaman her türlü pis işimizi halleden bedensiz hırs Thin Bho kendisine yeni bir konakçı buldu. Salonda bulunan gurupta bulunanların dudaklarından gayri ihtiyari aynı kelime çıkmıştı “Nyks” …

Eğer sonsuzluk diye bir kavram varsa eğer sonsuz bir hayattan söz edilecekse buna en yakın canlılardan biri Thin’lerdi. Evrenin ilk ışımaya başladığı günlerde doğmuş şimdileriyse içine kapanmış karanlık ve yoğun nesne haline gelmiş olan bir yıldızın çevresinde dolanan gezegende yaşayan varlıklardı Thin’ler. Evren kendilerine uzun çok uzun bir ömür bahşetmişti, düşmanlarından sır gibi sakladıkları birkaç yöntem dışında ölmezlerdi. Onlardan kurtulmanız için yapılması gereken iki şey vardı ya onu uzaklara gönderecektiniz veya onların olmadığı bir yerlere gidecektiniz. Normalde barışçı varlılardı Thinler ama kötülerine denk gelirseniz vay halinize. İşte Galaksinin Merkezi Hükümetinin yaptığı bundan farklı bir şey değildi. Thinleri kendi pis işlerinde kullanırlar ve ardından da onlardan bir an önce kurtulmaya çalışırlardı. İşte sayısı oldukça azalan bu ölümsüz sayılabilecek varlıkların birinden daha kurtulmuşlardı. Durumun farkına varan Kendi galaktik bölgesinde bir krallık kurmaya çalışan Kuzai içten bir kahkaha attı.

Önce her zaman tutulduğu şişede sandı kendini. Kendi gezegeninde ender olarak bulunan ve başka yerlerde rastlanmayan bir maddeden yapılan şişede hapsedilmişti. Ve şimdi serbest bırakılmıştı. Çok gelişmiş uyum sistemi salıverildiği bedeni kaplamıştı. Derin bir nefes aldı. İçinde bulunduğu organizmaya yayıldı. Atan yüreğin sesini duymayalı bir hayli zaman olmuştu. Keyfi birkaç saniye sürmemişti. Konaklamaya çalıştığı bedenin ritminin bozulduğunu fark etti. Kalbin atımları hızlanmıştı. Oksijeni alan sistemler çalışmıyordu. Spazmlar başlamıştı. Tam rahata erecekken birden sonunun gelebileceğini fark etmişti. Organizma ölüyordu. Uzun zaman çektiği açlıktan sonra birden bire yayılmaya başlayınca organizma buna dayanamamıştı. Konakladığı bedenin gözüyle çevresine baktı, yakınlarda bir başka canlı daha vardı. Ne yapmalı kendini o bedene atmalıydı. Diğer canlının kendisine yaklaşmasını beklemeliydi. Bir yandan da bu bedenin yaşam gücünü sonuna kadar tüketmeliydi. Acı feryadı dar kapsülde yankılandı. Bir daha duyuldu ve bir daha… Evini gezegenini bırak galaksisinin ötelerinde karnında iki embirio ile yalnız başına kalakalmıştı. Kumanda koltuğunda öylece kalakalan cansız bedene yaklaştı. Uzun yıllar önce öğrenci olduğu dönemlerde tanıdığı adam öylece kalmıştı. Eğildi elini tekrar eline aldı. Nabzı yoktu. Kalın giysilerinin üzerine kulağını adamın gögsüne yasladı kalbi atmıyordu. Bir kere daha bakmak için yüzüne eğildiğinde gözlerindeki karaltıyı fark etti. Siyaha yakın bir grilik göz aklarına yayılmaya başlamıştı. Leke her saniye yayılıyordu gözlerinde. Yüzüne baktığında göz çevrelerinin de siyaha dönmeye başladığını gördü. İşte o zaman düşmanlarının kendilerine nasıl bir oyun oynadıklarını fark etmişti. Kocası zehirlenmemiş Thin’lerden biri tarafından işgal edilmeye başlamıştı. Ne yapacağını bilemedi. Önce aklına gelen bütün işleri yoluna koyduktan sonra bir tören yapıp öyle defnedecekti kocasını çevresinde döndükleri yeni dünyada. Ama şimdi o kadar zamanının olmadığını biliyordu. Eşinin vücudunu işgal etmeye çalışan kötü varlıktan daha hızlı olmalıydı. İlk yardım dolabına koştu. Hava geçirmez yalıtım torbalarından birini bulabildiği en büyüğünü seçti. Zorlukla eşini içine katmaya çalıştı. Karaltı yüzünden boynuna inmeye başlamıştı. Lekelerin yerleştiği bölgelere değmemeye çalışarak kocaman bedeni torbaya yerleştirdi. Değer değmez birbirine değer değmez yapışan kenarlardan sonra torbadaki havayı boşaltacak küçük düğmeye dokundu. Hava boşalmaya başladı.

Yerleşmek için bu kadar acele etmemeliydi. Thin’ler bunca zamandır oradan oraya yaşayan bir asalak gibiydiler ama diğer canlıların bedenleri kendisi kadar uzun ömürlü olmadığı için böyle olmak zorundaydı. Kendi türünde olan çok az sayıda kalanlarda bu şekilde yaşıyordu. Thin’ler için başka bir yaşam şekli yoktu. Doğup büyüdükleri gezegende yapabilecekleri başka bir şey yoktu. Özellikle de Güneş ötesi, karanlık yarıda başka bir şey yapamıyorlardı. İlk dünyaya geldiğinde güneşleri kızıl devdi. Ataları yıldızlarının sarı yıldız olarak yaşadığı dönemleri biliyorlardı. İşte o kızıl dev çevresinde dönen sayısız gezegen vardı. O kızıl dev ki bırakın Galaksiyi bilinen evrendeki en eski yıldızlardan biriydi. Spiral galaksinin ücra kollarının birinde oluşmuştu gezegenleri. Vatanı ise o zamanla içine çökerek beyaz cüce haline gelmiş yıldızlarının en dış halkasında dolanan kayalık gezegendi. Türü zamanla geçen milyonlarca yıl boyunca evrimini geliştirmiş ve beyaz cücenin yaydığı zayıf ışık altında bile varlılarını sürdürmeyi başarmışlardı. Tabii sayıları oldukça azalmıştı. Ve Thin Thin bir elin parmaklarıyla sayılabilecek hayatta kalanlardan biriydi. Bedenlerinden kurtulmayı başarmışlar sis veya duman şeklinde serbest halde yaşamaya başlamışlardı. Ve zamanla tıpkı bir sıvı veya gaz gibi içine girdikleri yaşam formunun şeklini almayı öğrenmişlerdi. Ve şimdi son girdiği bu uzun boylu bedende bedenle birlikte ölecek gibiydi. İki seçeneği vardı ve biri gitmişti. Belki kendisine yaklaşan diğer canlıya sıçrayabilirdi. Ama kapanan torba ve boşalan hava bu ihtimali bitirmişti. O zaman bir yol kalıyordu derin uykuya alıp en az enerji tüketerek içinde yaşadığı ve artık yaşamayan bedeni sonuna kadar tüketmeliydi. İşte bu yüzden içine girdiği organizmanın uygun yerini bulmalı ve orada yoğunlaşmalıydı. Bir dakika bile sürmeyen rahatı bozulmuştu. Hava ile ilk temas edebileceği bir yere solunum organlarının içine yerleşti, vücut fonksiyonlarını en alt düzeye indirdi.

Kadın hareketlerini hızla tamamlamış ve lekeler yayılmadan Thin’i hapsetmişti. Thin efsanesi o kadar yayılmıştı ki işin gerçeğini kimse bilmiyordu. Söylencelerde geçen ve teleskoplarla bile görülemeyen bir beyaz cücenin uzak gezegeninde yaşadıkları ve üst varlık denilebilecek bir yaşam formuna geçtikleri söyleniyordu. Ama bu evrilme sırasında sayıları oldukça azaldığı söyleniliyordu. Bazılarının iyi olduğu ve yaşadıkları çevreye saygı duydukları biliniyordu. Ama bazılarının özelliklede birinin kötü olduğu yaşadıklarından neredeyse tüm galaksiyi sorumlu tuttuğunu duymuştu. Bu konuda yazılmış o kadar hikaye o kadar söylenti vardı ki; hangisinin gerçek hangisinin kurmaca olduğunu ayırt edemezdiniz. Ama bilinen Bho’nu hep kötü ve hırslı kişilere rastladığıydı. Binlerle ölçülebilecek zaman diliminde esir hayatı yaşamıştı. İşte bu yüzden Bho kötüydü ve hırslıydı. Yaşadıklarının intikamını almak ve kendisine bu acıları yaşatanları, ve de sesini çıkarmadan izleyenleri kendisine kul köle etmeye çalışıyordu. Acaba o Thin bu Thin miydi? İşini şansa bırakamazdı.

Bir yandan çaresizlik hissediyordu ve bir yandan da şansına küfür ediyordu. Kötü üzerine kötü bir kadere rastlamıştı. Kötüydü çünkü gezegeni işgal ediliyor ve sömürülüyordu. Kötüydü çünkü uzak bir gezegene gidip kendi hayatlarını kuracaklardı. Tüm paralarını servetlerini vermişler kıyıda köşede bir gezegen satın almışlardı. Kötüydü çünkü uzaklara, galaksilerinden çok uzaklara gönderilmişlerdi. O zaman yapması gerekenler belliydi. Kendi uygarlıklarını kuracaklardı. Karnındaki bebekleri doğuracak ve kocasının kendisinin hayallerini gerçekleştirecekti. Yapılması gerekense yasal olarak sahibi oldukları mavi gezegende uygun bir yer belirleyip aşağıya inmek ve uygarlık tohumlarını ekmeğe başlamaktı. Daha da önce işgale uğramış olan kocasının bedenini uzaya geri göndermeliydi. Kalın örtüyle sımsıkı kaplanmış olan bedene örtünün altındaki silik görüntüye baktı. Böyle veda etmemeleri gerekirdi. Yakınlarda duran malzeme sandıklarından birinin içini boşalttı. Bu tür sandıklar ilk yerleşmelerde iş görüyorlardı o nedenle tekrar kullanması gerekebilecekti. Üzerine yerleştirdiği vericiyi çalıştırıp çift kapılı çıkış bölmesinden gezegene doğru fırlattı. Kocasına güzel bir tören yapacaktı ama işlerini yoluna koyduktan sonra…

Köyün en kavruk gençlerinden biriydi Homtu. Yarı deli bir annesi vardı. Babası, şimdiki şefin kardeşiydi. Güney topraklarına yaptığı uzun yolculuklarının birinde yanında getirmişti kara derili kadını. Annesinin gençliğinde güzel biri olduğu söyleniliyordu köyün yaşlıları tarafından. Köyün ileri gelenleri kadından uzak durmasını eğer yapabilirse kadını geri götürmesini istediler kendisinden. Ama adam kendisine yapılan tüm ısrarları ve tavsiyeleri şiddetle reddetmişti. Hatta kendisini bekleyen Reislikten bile vazgeçmeye hazırdı. İşte o günlerde babası avda ölmüştü. Amcası Tonka yerine reis olarak seçilmişti.

Ufak tefekti ve annesinden aldığı açıkça belli olan kara deri vardı üzerinde, birde sırtında kocaman bir kambur. Ufak tefekti ama Homtu hırslı biriydi. Babasına ait olanı elde etmek istiyordu. Kabilenin elde ettiklerinden pay istiyordu. Uzaklardan gelen annesi yüzünden dışlanıyordu sürekli. Bir ara köyün şamanıyla birlikte olmaya çalışmıştı. Yaşlı şaman bir süre sonra nedendir bilinmez ama kendisini dışlamaya başlamıştı. Bu dışlanma kendisine cesaret vermişti, ne de olsa akıllıydı ve yaşlı bunağı korkutmuştu. Çünkü büyücüyü saf hatta salak buluyordu. Elinden bir şey gelmediğini anlamıştı. Bu da kendisine zaman zaman küstahlığa varan gurur veriyordu. Katılmadığı katılsa da sırtındaki ağır yük nedeniyle başarılı olamadığı avlardan yeteri kadar pay alamıyordu.. O zamanda başkalarının paylarını gizlice aşırıp annesine getiriyordu. En son yaptığı aşırma Reisin evinden olunca köyden uzaklara gönderilmesine karar verilmişti.

Homtu’nun yolculuğu sabah güneş doğmadan başlamıştı. Yanına iki sadık muhafızını vermişti koca reis Tonka. Köyden çıktıktan sonra yanındaki azmanlar kafasından bir deri torba geçirmişler ardından kollarına girmişlerdi. Saatlerce düşe kalka süren bir yolculuk başlamıştı. Önce batı ovasını aşmışlar, ardından bildikleri en uzak sınır olan Senal ırmağının kıyısına varmışlardı. Adam göremese de gün boyu sap taraflarında ırmağın sesini hep duymuştu. Neredeyse yıl boyu deli dolu akan ırmağın kıyısından saatlerce yol aldıktan sonra sığ bir yerden karşıya geçmişlerdi. O zaman hafifçe düşen damlaları fark etmişti. Buralar kabilesi için bilinmeyen topraklarla kaplıydı. Altlarındaki zemin yükselmeye başlamıştı, adam bir tepenin üzerine çıktıklarını hissetmişti. Birden durdular, iki muhafız ellerini arkasında birleştirdi ve bağladı. Kafasındaki deri torbayı tekrar kontrol ettikten sonra ellerindeki kargılarla kendisini dürtüklediler. Kara adam bilinmeze yürümeye başlamıştı.

Ne kadar yürüdüğünü bilemiyordu ama kafasındaki deri torbaya rağmen ortalığın şimşeklerle aydınlandığını biliyordu. Üstelik kendisini buralara getiren iki avcı çoktan geri dönüş yoluna koyulmuş olmalıydılar. Adımlarını daha dikkatli atmaya başladı. Ayaklarının altındaki taşlardan iri olanlardan birinin yanında durdu. Yere çömeldi ve kayalardan keskin köşeli birini buldu. Ellerini arkasında tutan urganı sürmeye başladı. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Elleri kan içinde kaldı bir zaman sonra. Elleri kan içindeydi ama kalın urganda liflerine ayrılmaya başlamıştı. Ve nihayetinde bilekleri serbest kaldı. Saatlerdir kasılı duran ellerini kullanmakta zorlanıyordu. Soğuktan ve yağmurdan dolayı sertleşen parmaklarıyla kafasına geçirilen torbayı büzen ince ipi buldu. Bir dakika sonrasındaysa kafasındaki deri torbayı çıkarmayı başarmıştı.

Karanlık bastırmıştı ve zaman zaman çakan şimşekler ortalığı bir anlığına da olsa gündüze çeviriyordu. İşte böyle anların birinde gitgide yaklaşan çakalların gölgelerini gördü. Uzun zamandır kendisini izliyor olmalıydılar. İki avcıya epey de yalvarmıştı kendisine bir silah hiç olmazsa bir bıçak vermeleri için. Tek tük ağaçlarla ve çokça çalılarla dolu geniş bir bozkırda duruyordu. Ne yönden geldiğini anlamaya çalıştı ama etraf iyice kararmıştı. Önce kendisine barınacak bir yer bulmalıydı. Aklına yüksek bir ağaca çıkmak geldi. Yüz adım kadar ötede duran yarı kurumuş bir ağaca yönelmişti ki kulakları sağır eden gök gürültüsü ve ardından düşen bir yıldırım verdiği kararın ne kadar yanlış olduğunu anlamasını sağladı. Ova, üç yanında göz alabildiğine uzanıyordu ama bir yönde, belli belirsiz karaltılar vardı. Adımlarını o yöne doğru sıklaştırdı. Bir şimşek daha çaktı ortalığı gündüze çeviren. İşte o zaman uzaklardaki kayalıkları gördü. Oralarda sığınabileceği bir kovuk bulabilirdi. Ve ardından az öncekinden daha büyük bir ses duydu. Gayri ihtiyari bir hareketle dizlerinin üzerine çömeldi. Annesinden ve köyün büyücüsünden öğrendiği duaları mırıldanmaya başladı.

Önce bir ses duydu. Diğerlerine benzemeyen bir sesti bu. Ardından da bir patlama sarstı ortalığı. Sanki köyün Tanrısı koca baltasını yere çalmıştı. Yüzünü yere gömdü, garip bir koku sardı çevresini. Birkaç saniye sonra gözlerini açtığından on adım ötesinde yere saplanan beyaz bir kaya duruyordu. Duaları artık sesli çıkmaya başlamıştı dudaklarından. Korkuyordu ama merakta ediyordu neler olduğunu. Kabilesinin tüm Tanrıları kendisini cezalandırıyor olmalıydı. Homtu, bir daha şefine karşı gelmeyeceğine yeminler ediyordu. Bir daha hırsızlık yapmayacağı konusunda sözler veriyordu. Babasına ait olduğuna inandığı şeflikten bile vazgeçebileceğine yeminler ediyordu. İşte o zaman kafasının içindeki sesi, diğer bütün sesleri bastıran tok sesi, Yüce ruhun sesini duydu. Ses, kendisine yaklaşmasını buyuruyordu. Ürkek adımları geri geri gitmeye başladığında ses gürleşmişti.

Thin Bho, içinde olduğu metal kapla birlikte şiddetle yere çarptığında her şeyin altüst olduğunu düşünmüştü. Evet, kendine ait bir bedeni yoktu ama içinde büzülüp kaldığı bu bedenin tüm acısını hissetmişti. Her seferinde böyle olduğunu biliyordu. Ruh ve beden birleşince bedenin yani içine girdiği kalıbın tüm duygularını hissediyordu. Acıkıyor, doyuyor; seviniyor, üzülüyordu. Bir saniye sonrasındaysa güdüleri her şeyin bitmediğini fısıldıyordu, çevresindeki yaşam formunu hissetmişti. Bir özgürlük tadı olmayan damağında belirmişti. Yanına çağırdı ilkel varlığı, ilkeldi çünkü çok çabuk etkisi altına almıştı… İlkeldi çünkü hırslarına yenik düşüyordu kolayca. Kendisine göre bir beden bulmuştu sonunda.

Yağmurun altında bile parıldayan düzgün şekilli kocaman kayaya yaklaştı. Her adım attığında kafasının içinde yankılanan ses çoğalıyordu. Güç diyordu, intikam diyordu, tüm dünyayı alacaksın senindir bizimdir diyordu. Ellerini ıslak saf metalden kayaya sürdü. Kayanın içindeki ruhun sabırsızlık ettiğini dışarı çıkmak için sabırsızlandığını hissediyordu. Ellerini sürdü pürüzsüz yüzeye, okşar gibi geziniyordu parmakları ve yüzükleri her şimşek çaktığında parıldıyordu. Sol eli kayanın altına doğru uzandığında bir küçük noktaya değdi parmağını o minicik yuvaya bastırdı. Kaya üzerinde ince bir yarık belirdi. Gökyüzünde o ana kadar çakan şimşeklerin toplamından daha büyük bir şimşek parıldadı. Kara bulutlar tüm karanlığıyla üzerlerine kapanmaya hazırdı sanki. Yarıktan ince bir duman çıkmaya başladığında Homtu büyülenmiş gibi kalakalmıştı öylece. Duman şöyle bir salındı havada, yeni düştüğü dünyayı anlamak için bir saniye dondu havada, ve yavaşça koyu renk derili, kambur adamın geniş burun deliklerinden içeri doğru süzüldü. Ruh ve beden birleşmişti kendiliğinden. İşte böyle başladı karanlık gücün hakimiyeti .

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *