Öykü

MacGuffin Diye Bir Şey Yoktur

[ Bölüm 1 : Cuma ]


Cuma namazından sonra silahlar patladı. Bu caminin çıkışında çok kişi öldü. İçeride de az ceset bırakmadı köpekler. Silahları dışarıda güvenilir olduğu düşünülen birinin baktığı o vestiyere bırakıp giren dindar silahşorların kanları mermerleri kaç kere tanıdı bilmiyorum. Serin de oradaydı o gün. Şapkasını hızlıca geçirdi kafasına ve dışarıda bırakmadığı silahını kaderli olduğu eline aldı. Caminin orada duran rezil bir araba hurdasının arkasına saklandı ve nefes alıp verir gibi ateş etmeye başladı. Hava tabancaların üstüne yapışıyor, güneş altında kalmış bir kırbaç gibi insanın boğazını sıkıp, yanık izleri bırakıyordu. Kurşunların birbirine çarpmadan, insanlara olan acele yolculukları içinde Serin imamın ölüsünü gördü. Muhtar daha ortalıkta yoktu. Belki de o orospu çocuğu bütün her şeyi ayarlamıştı. Düşünceleri kafasından atmaya çalıştı. Arabası yanında değildi. Buna sevindi. Burada olsa o gözü gibi baktığı Murat 131’ine yapmadıklarını bırakmazdı bunlar.

Elinde kurşun kusan altıpatları, gözlerini dikti yüzlere. Ayakkabılarını giyemeden çıktığı için, çoraplarının altı yırtılmıştı ve kanıyordu ayakları. Üç kişiyi indirmişti şimdiden. Onlar ise altı adam vurmuştu.

“Hepinizin amına koyacağım ulan!” diye bağırdı.

Cevap vermediler. Kesinlikle tutulmuş birkaç serseriydiler. Dikkatli bakınca birisinin Kuyruk olduğunu gördü. Kahvede sürekli rahatsızlık çıkaran bir dallama işte. Bıyıklarını kaşıdı. Tıraştan çıkmış, camiye gelmişti. Uzun saçlarını geriye doğru eliyle göz açıp kapayana kadar taradı. İşi bittiğinde iki kişiyi daha öldürdü. Şimdi sessizlik çökmüştü sokağa. Serin yavaşça hurdanın arkasından ayağa kalktı. Şapkasını düzeltti, üstündeki kısa kollu gömleğin üstünü silkeledi. Cesetlerin arasından yürüyerek, ayakkabılarını camiye girmeden önce koyduğu yerden aldı. Silahını kot pantolonundaki kemerindeki mola yerine bıraktı. Yürürken tükürdü. İnsanlar beton apartmanlardan gözlerini dışarıya çıkarıyorlardı. Birisi Serin’in yanına geldi. Yaşlıydı, nefesi içki kokuyordu. Katliamdan kurtulanlardandı. Ayakları hala çıplaktı. Konuşmaya başladı.

“Yeni bir imama ihtiyacımız olacak delikanlı. Yazık oldu. İyi adamdı. Hep böyleleri gider zaten. Bundan önceki yavşak baya da uzun yaşadıydı… Neyse…”

Serin bir sigara yaktı. Yorgundu, terlemişti. Kötü bir hafta geçirmişti. Şimdi ise saygı duyduğu birisi öldürülmüştü. Bir şeyler ters gidiyordu, kötü bir şeyler olacaktı. Bugün o kurşunlar, o katliam sadece onun için yapılmıştı. Bunu biliyordu. Adamın omzuna yavaşça vurdu.

“Hallederiz be dayı.”

Silahı soğumaya başlamış olabilirdi ama nefret daha yeni kıvamını buluyordu.

[ Bölüm 2 : İmam’ın Rüyası ve Dilencinin Ölümü ]

Çarşambaları esrar günüdür. Kuyruk uzun süredir kullandığı bir kanal sayesinde istediği kadar malı bulur, hatta biraz da ucuza kapatır. Meyhanenin arka tarafında cigaralarını çekerler. Muhtar’ın yeğeni Süleyman ile birlikte birbirlerine sikiş sokuş ana fikirli fıkralar anlatırlar. Geçen gün kimi dövdüklerinin ya da kimle seviştiklerinin üstüne absürd eklemeler yaparak hikâyeleştirirler. İlginç aslında. Kavga ile seks arasında garip bir bağlantı var sanırım.

Meyhanenin içinde ise sessiz bir gerilim eksik olmaz. Burada herkes birbirine düşmandır aslında. Onların birbirlerine girmelerini engelleyen tek şey ise racondur. Şehrin bu tarafında kimse imamın içtiği gece kavga etmez.

“Hocam nedir derdin bu akşam?”

Baha Abi mekânın sahibidir. Yaşının geçkin olmasına rağmen sakalları alabildiğine karadır. Kel kafasını yeleğinden bir mendille sürekli siler. İmam ise yorgun bu akşam. Şalvarının üstünü bir kere siler. Masada duran şapkasına bakar bir süre. Yeşil hırkası içinde saf bir hüzündür.

“Bir kâbus görüyorum Baha… Ölümüm yakın.”

O anda içeriye Kuyruk girer. Bu çoğunlukla sinirin bozulduğu zamanlara denk gelir. Kahvede de aynı şeyi yapar bu piç. Hemen bir kenara oturur. Selam falan vermez ha. Önce sessiz takılır. Yanındaki dostuyla azar azar gülmeye başlarlar. İlk duble rakısını bitirdikten sonra başlar bağırmaya. Rezil bir silahı vardır, kafasındaki şapka ise hiçbir silahşorun saygı duyacağı şekilde değildir. Süleyman biraz daha paralı olduğu için onun kahverengi geniş şapkası gösterişlidir. Ancak içindeki adam beş para etmeyeceğinden ne giyinse boştur. Bak bağırıyor şimdi mesela Kuyruk…

“Serin denen göt bizim hakkımızda laf ediyormuş. Sikini kesip ağzına veririz ha!”

Kafayı çekenlerden biri olan Muhtar gülümser. Ancak herkes onun kadar kayıtsız olmaz. Altı, yumruğunu önündeki masaya koyduğu gibi ayağa kalkar.

“İmam var ulan burada! İtler! Saygılı olun biraz!”

Baha Altı’nın yanına gider. Bir şeyler söyler kulağına. Bu sırada Kuyruk gülmektedir ama rahatsızdır. Süleyman ise hâlâ oturmuş, sigarasını tüttürmektedir. Kuyruk tehlikeli değildir aslında. Çünkü salağın tekidir o. Ama Süleyman. O çocuk da bir şey var. Muhtar’ın en sevdiği yeğeni olması boşuna değil. Pis bir zekâsı var onun. Bir planı var. İmam onu görünce bunu anlıyor. Birilerini taşıyor bu çocuk yanında.

“Çıkın lan dışarı!” diye bağırıyor Baha. Sonra Muhtar’a dönüyor.

“Yoksa Muhtar sizi atacak buradan…”

Bir şey diyemez. Muhtar iyi bir politikacıdır. Kafasıyla hafifçe bir hareket yapıyor. Kuyruk ve Süleyman dışarı çıkıyorlar. Süleyman gözlüklerini son kez düzelterek gülümsüyor. Çok konuşmaz, konuştuğu zaman ise tüyleri diken diken olur insanın.

“İyi akşamlar beyler!”

***

İmam anlatmaya devam ediyor.

“Serin bir düelloda. Belinde silahı dik dik bakıyor karşısındakine. Ben bir hakem gibiyim. Bir büyücü var. Onu hissediyorum. Bir kadın. Büyücü bir doktor. Bizim caminin oradayız. Alev alev her yer. Allah bizi kurtarsın diye dua ettiğimi hatırlıyorum. Başka birisi daha var. Hırkası yeşil. Yüzünde kötü bir yara. Konuşuyor, beni sakinleştirmeye çalışıyor. Sesi korkunç yüzüne göre çok ters geliyor. “Korkma.” diyor. “Zaman sonsuz. Sadece o kadar. Düşünme. Sonra ne olursa olsun, önemli değil. İyi ile kötü bu topraklarda var. Senin gittiğin ülkede böyle ayrımlar olmayacak.” Biraz da olsa rahatlıyorum. Yalan söylüyor ama biliyorum. Sonra kalabalıklaşıyor sokaklar. Eski festivaller, bayramlar da olduğu gibi. Herkes de camiden çıkıyor. Sonra fark ediyorum. Bir dolu ceset. Yanmışlar. Koku… Midem bulanıyor. Serin’i kaybediyorum gözümün önünden. Onun düelloya tutuştuğu adamı da göremiyorum… Sonra da göz kapaklarım yanarak uyanıyorum. Gerçekte ağlayabilsem rüyamda da ağlayacakmışım gibi hissediyorum.”

Rakı bardaklarını birbirlerine tokuşturuyorlar. Muhtar ayaklanıyor. Yanındaki birkaç yardakçı da onun peşinden kalkıyor. Meyhaneden yavaşça dışarı çıkıyorlar. Sokak sessiz. Lambalar yıllardır çalışmıyor. Apartmanların sobalarından kömür dumanı çıkıyor. Muhtar şehirde araba kullanan nadir insanlardan. Serin bile arabasını ayda yılda bir namaza gitmek için kullanır o kadar. Benzin şu zamanda altın gibi. Muhtar’ın bazı yolları var bu altını elde etmek için. Arabaya biniyor.

“Bir ara şu hayırsız Kuyruk’la gelsin Süleyman benim yazıhaneye. İş konuşalım gençlerle. Böyle boş boş dolanmasınlar ortalıkta.”

Arabada birkaç zoraki gülüşme oluyor. Muhtar bir sigara yakıyor. Arabanın geçtiği sokakta bir dilenci var. Önünden bir kadın geçiyor. Siyahlara bürünmüş. Birisini arıyor. Soruyor dilenci hırıltılı sesiyle.

“Kimsin lan sen?”

Kadın gülümsüyor. Adamın önüne geliyor. Bacakları dilencinin gözünü alacak kadar güzel. Adam aç. Tene, içkiye, ilgiye, yaşamaya, ölüme aç. Üstündeki siyah pelerini omzundan aşağıya bırakıyor. Çırılçıplak…

“Hayal gücünün biraz daha geniş olmasını dilerdim..” diyor.

Ertesi sabah sokakta bulunacak ikinci ceset olacak Dilenci.

[ Bölüm 3 : Serin’in Kadını ]

Elinde içki şişesi, bu kötü apartman odasında sarhoş olmasına rağmen yeterince unutamıyor… Nefret ediyor. Sabahı cehennem sıcağı, geceleri boşluk kadar soğuk olan bu şehirden iğreniyor. Gecelerden korkar oldu kimseye söylemese de. Sabah hâlâ aklında. Bugün kendisini düşürdüğü rezillikleri… Gün içinde tek ölen dilenci değildi aslında.

Meyhaneye gitmişti. İçmek için değil. Orospuyu bulmak için. Kafası iyiydi. Serin bir zamanlar saygı görürdü. Artık sadece rezil bir âşık. İçeri girdi. Baha onu gördüğü anda sinirinin bozuk olduğunu anladı.

“Serin, gelmedi. Sorun çıkarma…”

O kadar saygı duymuyordu belki ama silahları hâlâ belindeydi. Bıyıkları hâlâ birçok kişinin aklında ölümle eş değer bir resimdi. Siyah şapkasının gölgesinde kimse kalmak istemiyordu.

“Baha. Kuyruk’a benzemem lan ben! Çocukmuşum gibi davranma! Burada olmadığını biliyoruz. Nerede olduğunu söyle! Uğraşmam daha. Siktir olur giderim. Ha söylemezsen, ki biliyorum nerede olduğunu çok iyi biliyorsun, dağıtırım ulan burayı! Orospu nerede söyle! Konuşacağım sadece. Ne yapacağım lan karıya. Öyle bir adam mıyım oğlum ben! Kadına silah çeker miyim lan!”

***

Apartmandan içeri girdiğinde ölüm gözlerini onun yakınına çevirdi. Serin birisini öldürecekti. Terliyordu. Ceketini tırabzanlara bıraktı. Beyaz gömleği ve eskimiş kot pantolonuyla kafasındaki şapka birbirini alakasız bir şekilde tamamlıyordu. Asıl imza ise belindeki silahlardı. Bir tanesini çekti. Şimdi her şey doğru geliyordu. Bütün o yanlışlık hissi, belirsizlikler, evrenin büyük gizemleri, yok oldu. Sıcaklık, geçmiş, kokular yavaşça dengelendi. Sadece öfke ve elindeki silahtan oluşuyordu o anda Serin. İçeride ise kadın çığlıklar atıyordu. Kapıya bir kere omzuyla yüklenmesi yetti. Bağırmaya başladı.

“Lan Sarı! Geliyorum ulan!”

Yatak odasına girdiğinde, elinde silah tutan dal taşak ortada zayıf bir adam ve çırılçıplak çığlıklarıyla yatakta öylece duran kadın vardı. Serin kadının kıllı vajinasını gördü. Göğüs uçlarına çok kısa bir süre baktı.

“Kapa lan şu üstünü.”

Sarı elinde silahla bekliyordu. Sessizleşmişti. Serin ile kavgalarının bu konu ortaya çıkarsa artık sona ulaşacağını biliyordu. Onun kadınını sikmişti. Bu işten kurtuluş yoktu artık. Bu odadan ikisinden birisi tabut kokusunu diğerinden önce duyacaktı.

“Şimdi mi olacak bu iş?”

Serin güldü. Nadiren gülerdi. Dişleri ortaya çıktı. Sarı korkuyordu.

“Şimdi olacak be Sarı. Aynen öyle koçum…”

Tabancalarının ucu birbirine bakıyordu. Görmüyorlardı artık. Her ne kadar karaktersiz bir dallama olsa da Sarı bir silahşordu. İkisi de fena değillerdi canlarını korumaya gelince. Can almak ise, kesinlikle ortak noktalarıydı. Bundan iki yıl önce bir kuyumcu soygununda beraber iş bile çevirmişlerdi. Zaten araları o günden sonra boka sarmaya başlamıştı.

“Bilerek onunla yattın değil mi? Seni öldüreceğimi biliyordun?”

Sarı saçlarını geriye attı. Artık o kadar da korkmadığını fark etti. Serin âşıktı. Kadını seviyordu. Sarı, Serin’in kadınını elinden almıştı. Bu hoşuna gitti.

“Biliyorduysam ne olacak? Karıyı zorlamadık ya. O sarktı lan hatta önce!”

Kadın bağırmaya başladı. Serin gözleriyle susturdu onu. Tek kelime etmediler. Meni, ter, adi parfüm ve kötü sigara kokusu içinde iki adam, bir kadın ve iki silah varlıklarını gerçekliğe çivilemeye devam etti.

“Nasıl tanıştığımızı anlatayım mı Serin? Sanırım seninle kavga mı ne etmiş… İki gün önce lan. Çok eski değil yani. Şu bizim aşağıdaki parkta oturuyorum. Ayılmışım, sinirim bozuk zaten. Baktım yürüyor bu. Kara kuru da bir şey. Koca burnundan anladım seninki olduğunu… Yanıma gelmesini söyledim. Siktiri çekti önce. Biliyorum ama kaltak kaltaktır. Ben yanına gittim bu sefer, zaten yürümesini de yavaşlatmıştı. Giymiş üstüne beyaz tek parça bir elbise. Sutyeni de siyah ha. Gecenin karanlığında bile gözüküyor o beyaz elbisenin içinden. Çektim belinden kavrayıp kendime. Yüzüme öyle bir bakışı var ki, dudakları böyle hafiften aralanmış…”

Serin o elbiseyi hatırlıyordu.

“Kimse de yok ha ortalıkta. Zaten biliyorsun, bizim gibi serseriler her tarafta. Kim çıkar amına koyayım sokağa! Çektim bunu yatırdım parkın çimlerine. Beni durdurmaya çalışıyor ama bir taraftan da istiyor orospu. Biliyorum gözlerinden okuyorum. Kokusundan anlıyorum lan. Kadın kokusu erkeğini istediğinde hissettirir. Sen aldın mı hiç o kokuyu Serin? Ha? Bir şey söyle lan. Neyse. Sıyırdım elbiseyi üstünden, külotunu da attım bir kenara. Açtım pantolonumu. İzliyor ha bu sırada beni, elleri belimde. İçine girmem için can atıyor yani. Dayadım buna pompayı, bir taraftan da indirdim aşağı sutyenini. Yalıyorum memelerini. Bir de güzel tadı kahpenin…”

Serin yürümeye başladı. Sarı konuşmasını kesti.

“Yaklaşma lan yakarım ha.”

Bir an sadece nefeslerinin sesi duyuldu.

“O gece kavga ettik doğru. Ama ondan önce sevişmiştik.”

Sonra silahlar konuştu.

***

Günlerden çarşambaydı. Sokağın ortasına kadar sürüklemişti onu. Bağırıyordu, bir taraftan da ağlıyordu. Ceketi sırtında, şapkasını sallıyordu etrafa. Yatırdı yere orospuyu.

“Bu kadın var ya bu kadın! Bir daha buna yemek vereni, bakanı, geçtiği yoldan geçeni öldürürüm ulan! Sikerim belasını anladınız mı? Bu karı bu mahalleden ona hayır gelmediğini anlayıp, gidene kadar kimse ona yardım falan etmeyecek anladınız mı lan!”

Muhtar ve adamları geldiğinde hâlâ bağırıyordu. Daha da fazla sövmeye başlamıştı. Muhtar güneş gözlüğünü çıkardı, sigarasını yaktı.

“Ne yapıyorsun lan sen?”

Serin elini yavaşça belindeki silahına koydu.

“Ne var Muhtar? Sen hâlâ ilgileniyor muydun adaletle falan?”

Muhtarın adamlarından birisi kadının yanına doğru gitmek için hamle yaptı. Serin silahını çektiği gibi adamın ayağının iki santim ötesine yolladı kurşununu.

“Sakın ha Muhtar! Sakın çıkma yoluma…”

Baha da çıkmıştı şimdi sokağa. İzleyiciler çoğaldıkça çoğalmıştı zaten.

“Yapma Serin. Bir kadın için. Yeter bu kadar rezil olduğun…”

Muhtar ise bu yöntemle gitmezdi.

“Serin, seni sevmem. Bu kadını bırak. Sıkıntı olmasın tamam? Hadi, bas git. Çek kafayı, ne yaparsan yap. Burada olmasın. Böğürüp durduğun yeter…”

Silahı elinde düşündü Serin.

“Başka bir zaman Muhtar.” dedi.

“Görüşeceğiz.”

***

Şişenin bitişini izliyordu şimdi. Midesi bulanıyordu. Açtı, üşüyordu. Sandalyenin üstünde duran tabancalarına baktı bir süre. Biraz daha içti. Radyo da susmuştu. Uyuması gerekiyordu. Yarın erken kalkacaktı. Şehirde işleri vardı. Yorganı çekti kafasına, bir süre sonra da sızdı. İmam’ın rüyasına benzer bir tane o da görecekti. Rüyayı kendinden başka birisine anlatacağı yer ise onun cenazesi olacaktı maalesef.

[ Bölüm 4 : İntikam, Yel ve Soygun ]

Para için değildi, ilk başta intikamı düşünüyordu Serin. Bir kaç mahalle aşağıdaydı dükkân. İş tehlikeliydi. Askerlikten kalma serseriler mesken tutmuştu mekânı. Buna rağmen o kuyumcu ayakta durabiliyordu. Adamın bazı isyankârlarla arasının iyi olduğu söyleniyordu. Eşkıyalardan Yelkurşun, kuyumcunun kıza âşık diye dedikodular da vardı. Yani mekânı soymak ayrı bir sorun, sonrası ayrı bir sorun olacaktı. Serin önündeki kötü çizilmiş krokiye yüzünü dikmiş bakıyordu. Sarı endişeliydi. Konuştu.

“Yelkurşun kesin herifin gözüne girmeye çalışacak. Bu da mekânı ölmeden soyabilirsek düşünmemiz gereken bir problem tabi. Bırak bu işi Serin. Siktir et ya. Kim takar parayı?”

Serin elini masaya vurdu.

“Ben sen miyim lan! Kes sesini, sikmeyeyim belanı. Bu soygun olacak!”

***

Kuyumcunun adı Rıfat. Gençliğinde Serin’in babasıyla arkadaş. Gün geliyor, Serin’in babası evleniyor, çocuğu da oluyor. Rıfat bekâr. Çapkın o zamanlar. Gözü Serin’in annesinde. Kadın rahatsız oluyor gibi ama yine de hafif oynak. Kadınları bu yüzden sevmez Serin. Çünkü Rıfat’la yatıyor annesi. Rıfat boğuyor Serin’in babasını. Gençliğinde dövüyor Serin’i. O sıralarda birçok karanlık tiple arkadaş da oluyor tabi. Serin’in ölümden kaçmışlığı çoktur. Ama onun ilk katlini isteyen Rıfat olmuştur. Bu mahallede olduğunu bilmez Serin’in Rıfat. Onu tanımaz bile belki. Yıllar geçmiştir son görüşmelerinin üstünden. Gerçek adını değiştirmiştir Serin. Saçlarını uzatmış, silahlarını daha iyi kullanmaya başlamıştır. Adam öldürmüştür. Bıyıkları vardır artık. İntikam alacaktır. Bundan başka bir şey istemez olmuştur. O yüzden şehrin bu tarafına gelmiş, yerleşmiş ve Sarı ile dost olmuştur. Öfke yüzünden. İntikam için…

***

“Öğle zamanı gireceğiz. Şaşırtacağız yavşağı. Zaten gece imkânı yok. Yelkurşun daha fazla adamını bırakıyor mekânın etrafına geceleri. Sen parayı alacaksın. Ben Rıfat’la ilgileneceğim. Zorluk çıkarsa Yelkurşun’la da ben kapışacağım. Tamam mı? Bu kadar basit. Bir Ccuma günü yapacağız. Namazdan hemen sonra. Rıfat camiye gitmez. Ama etraf da normalde olduğu kadar kalabalık olmaz…”

***

Sabah ağzı kupkuru, gözlerini açtı. Gömleğini giydi. Birkaç düğme açık bıraktı yukarıdan. Bıyıklarını düzeltti ayna karşısında. Saçlarını taradı. Şapkasını taktı. Kemerini geçirdi beline. Silahlarını yerleştirdi yerlerine iyice. Ceketini giydi üstüne. Yüzünü izledi bir süre. Annesinin yüzünü de hatırlamıyordu, babasınınkini de. Belki de intikam değildi artık bu. Başka bir şeye dönüşmüştü. Bir takıntı olmuştu. Öldürmek istiyordu. Amaçsız cinayet ise zevk vermiyordu ona belki de. Gülümsedi. Umurunda değildi. Bir sigara yaktı, daireden çıktı. Hava güzeldi. Sarı dışarıda arabanın yanında bekliyordu.

“Buldum benzin biraz ucuza ya. Depoyu da sonuna kadar doldurdum…”

Gülümsedi Serin. Arabayı kullanmayalı uzun süre olmuştu. Direksiyonun arkasına geçti. Anahtarı yerine geçirdi ve çevirdi. Araba çalıştı. Radyoyu açtı, tabi ki hiçbir yayın yoktu. Bir kaset taktı. Cengiz Kurtoğlu.

“Güzel bir gün olacak.”

Yanlarına iki de öküz aldılar. Birisi Kuyruk’un dayısı Faraş’tı, diğeri ise mahallenin ayyaşlarından Harakiri. Hem serserilerle, hem de Yelkurşun’un adamlarıyla uğraşacaklardı. Silah tutan ve aynı derece rezil işler yapabilecek olan kişilere ihtiyaç vardı. Serin normalde bu adamlardan hiçbirisiyle iş yapmazdı ama, elindeki malzemeyle yetinmek zorundaydı.

“Beyler, saçma hareket istemiyorum, işi bitirip çıkalım. Ölüm olmasın, kan sevmiyoruz değil mi? Gerek yok. Akşam buraya döndüğümüzde cebimizde paramız, akıllarımızda anlatacak hikâyelerimiz olsun yeter. Değil mi?”

Sarı ağzında sigara gülüyordu.

“Evet ha, Serin Abi’mizi takip edelim, paraları götürelim, akşam da kafaları çekelim bir güzel. Karı da buluruz.”

İşte buna Harakiri katılırdı.

“Herhalde lan! Sabaha kadar çekeceğim kafayı!”

***

Kurşunlar uçuşmaya başladığında yerde kalan ilk kişi hiç konuşmayan Faraş’tı. Belki de intihar etmeye gelmişti. Zaten zekâsıyla ilgili çok fazla şüphe vardı adamın. Harakiri ise vurulmasına rağmen bağırmaya ve ateş etmeye devam ediyordu. Sarı ortalarda gözükmüyordu. Dükkânın içinde Rıfat’ın ağzına dayadı silahını.

“Ucu sıcak değil mi?” diye sordu.

Rıfat gülümsüyordu. Ölüme giderken bile ona istediği zevki tattırmayacağını söylüyordu bu bakışlar. Serin silahı biraz daha içeri soktu. Harakiri bağırıyordu.

“Serin! Hadi amına koduğum! Hadi siktir olup gidelim buradan!”

Dükkânın kapısındaydı, her tarafı kan içindeydi. Serin’in eline ihtiyacı vardı.

“İntikamı sikeyim. Sadece zevksin sen bana.” dedi Serin.

Tetiği çekti. Harakiri’nin yanına geldi. Dışarıya baktı. On, on beş tane herif vardı. İmkânı yok yenemezlerdi. Bağırmaya başladı.

“Yel! Yelkurşun! Seninle sorunumuz yok. Rıfat denen orospu çocuğunu öldürdük. Kızını artık ne yapacaksan yaparsın. Bırak bizi gidelim!”

Silahlar sustu. Fısıltılar ağızdan ağza koşmaya başladı.

“Serin! Seni tanıyorum! Sen de benim adımı duymuşsundur. Bu iş sadece artık Rıfat’tan ve kızından çıktı. Delikanlılık mevzusu bu. Sizi bırakamam. Gel karşıma, anam avradımı siksinler buradan birisi seni vurursa. Biz karşılıklı vuruşalım. Kim ayakta kalırsa siktir olup gider bu boktan mahalleden.”

***

İki saat sonra, Harakiri’nin kolu Serin’in omzunda bomboş yolda yürüyorlardı. Sarı parayı da alıp mahalleye kaçmış olmalıydı büyük ihtimalle. Mantıklı olanı bu diye düşünüyordu Serin. Ona kızmayacaktı, bugün istediği olmuştu. Bundan sonra çok fazla öfkeye yer yoktu içinde. Rahatlamıştı. Sadece yine de bir his vardı yok edemediği. Bir eksiklik. Sanki kaderini daha tamamlamamıştı.

“Kafaları çekeceğiz daha ha, sakın ölüp gitme üstüme Harakiri.”

Harakiri mahalleye varamadan öldü.

[ Bölüm 5 : Kutu ]

Anadolu’da iki ayrı güç birliğinin oluşmaya başladığı dedikoduları dolanıyordu etrafta. İşin doğrusu neyin ne olduğu kimsenin umurunda değildi. Bu saatten sonra devlet kurmak birkaç çocuğun oyun oynamasıyla denk görülen bir olaya dönüşmüştü. Dünya yorgundu, üstünde yaşayan milyarlardan geriye kalan insanlar ise daha da bezgindi.

Bu mahallede de işler farklı değildi. Güzel bir perşembe günü! Sinekler çok rahatsız etmiyordu, sıcaklık fena değildi. Sarı ve Dilenci ise sessizce gömülmüşlerdi. Kimse onları kimin öldürdüğünü sormamıştı bile. İmam hâlâ hayattaydı.

Muhtar önündeki kadını izliyordu. Yazıhanede kimseler yoktu. Kadın siyah kıvırcık saçları ve üstündeki tek parça uzun siyah elbiseyle geceyi andırıyordu. Muhtar kadına bakarken sadece geceyi düşünmüyordu tabi. Hava karardığında akla çok başka şeyler de gelebilir. Kadın ise yeni görünüşüne çoktan alışmış, sadece aklındaki plana uygun gitmeye uğraşıyordu.

“Yakın zamanda bu mahalleye birisi gelecek. Yanında da bir kutu olacak.”

Muhtar cümlenin gerisini getirdi.

“Kutuyu da sen istiyorsun? Bak bacım, biz burada işini hallederiz. Para konusunda elin sıkı değil belli. Ancak, bana bu paketi niye istediğini hele bir söyle bakalım.”

Kadın Muhtar’ı çözmüştü. Kadın istiyordu bu adam, para, güç her şeyi elde etmişti. Ama kadınları asla tamamen ele geçirememişti. Geçmişinde bir rahatsızlık vardı. Anlamıştı. Kolaydı. İnsan genel olarak bu kadar vasatken, erkek çocuk oyuncağıydı.

“Sihre inanır mısınız Muhtar?”

“Elhamdülillah biz müslümanız.”

Kadın tekrar sordu.

“İnanır mısınız?”

Muhtar ensesindeki tüylerin hafifçe dikleştiğini hissetti.

“Evet,” dedi.

“İşte o kutuyu istememin sebebi sihre dayanıyor. Şimdi bütün hikâyeyi anlatıp sizi korkutmamı mı arzu edersiniz, yoksa gayet normal bir dalavereymiş gibi konuşup her şeyi işimizi yapmamızı mı istersiniz?”

Muhtar cevap vermedi. Çayından bir yudum aldı. Kadın devam etti.

“Bu iş için imamınızın ve adının Serin olduğunu düşündüğüm silahşorun ölmesi gerek. Aslında zor değil, ben bile halledebilirdim bu işi ama… Anlayamayacağınız nedenlerden dolayı gücümü pakete saklamam lazım. Dediklerimi halledebilecek misiniz Muhtar? Becerebilecek misiniz bu kadarını?”

Çay soğumuştu.

“Öyle olsun bakalım, halledeceğiz tabi ki. Siz isteyin yeter…”

O gece seviştiler. Muhtar o saatten itibaren tamamen kadınındı.

[ Bölüm 6 : Cenaze, Dinamit ve Kimse ]

Çocuklar karga gibi gülüşüyorlardı. Serin sigarasını yere bastı. Issızdı cenaze. Birkaç yaşlı teyze, iki üç tane delikanlı o kadar. Serin’in mahalledeki üç yıllık zamanı içerisinde edindiği tek dost Sarı, âşık olduğu tek kadın bir orospu, dinlediği tek adam ise imamdı. Şimdi üçü de yoktu. Ondan garip bir korku duymaları haricinde, kimsenin saygısını da kazanamamıştı. Burada çok kalamazdı. Dün olanlar bunun kanıtıydı.

Kuyruk gibi bir piç tarafından öldürülmeyi istemiyordu. Mezarın yanına çöktü. Mahallenin biraz ilerisinde, zamanında çöplük olarak kullanılan bir arsaya gömülüyordu ölüler. İnsan da bir süre sonra zaten çöp olmuyor muydu?

***

“Hişt sen! Tanrıya inanır mısın?”

Bir kadın duruyordu karşısında. Erkek gibi giyinmişti. İlk belindeki silahları dikkatini çekti, sonra yeleği, sonra şapkası.

“Kimsin sen?”

Kadın güldü. Serin en son karşısındakinin kadınsı özelliklerini fark etti. Göğüsleri dolgundu, dudakları ise bakımsız, bacakları tam kıvamında. Bu kadın, gerçekti.

“Bir soru sorduk değil mi?”

Serin, kadının arkasındaki eşeğin üstünde duran adamı gördü. Gökyüzüne bakıyordu herif. Garip bir görüntüydü. Yeşil bir hırka giymişti. Saçları kısacıktı.

“Tanrıya ben inanıyorum ama o bana inanıyor mu bilmem.”

Kadın gülümsedi. Bir sigara yaktı.

“Köyünüzün bir imama ihtiyacı var mı?”

***

Kahvedeydiler. Herkes yeni gelen imama bakıyordu. Adam kısa saçları, boğazından kulak arkasına kadar uzanan yara izi, sade yeşil hırkası, sessizliği ve karanlık gözleri ile herkesin ilgisini üzerine çekmişti. Kimse Dinamit’i fark etmemişti bile. Kadın ise bu ilgisizliği hiç kafasına takmadan Serin ile konuşuyordu.

“Ben batıdan, denizin diğer tarafından geliyorum. Orada durumlar iyice boka sardı. Topladım voltamı çıktım yola. Çılgın bir kaptan buldum. Buna yolda gelirken harcadığım bir tekelciden bir kasa rakı almıştım, onu verdim, geçirdi beni boğazdan Üsküdar’a kadar. Orada da bomboş meydanda bu herifi buldum. Dua eder gibi elleri gökyüzüne uzanmıştı, sanki o an oraya gelmiş gibi. Bir türlü uymuyordu etrafına. Yanında da bir çanta. O kadar. Başka bir şey yok. Gittim yanına, neden bilmiyorum ama, babama hissettiğim gibi bir güven hissettim. O günden beri yürüyoruz, arada bazı yerlerde konaklıyoruz.”

Serin ayağa kalktı. Kahvedeki insanları bir süzdü. Bağırmaya başladı.

“Yeni İmam bu ona göre! Bir yamuğunuz olursa, önce bana, sonra Allah’a hesap verirsiniz! Ben de fena değilimdir konu ceza vermeye gelince… Ona göre!”

Dinamit tanrıya inanmıyordu. Tek bildiği bu toprakların artık eskisinden bile daha fazla tekinsiz hale geldiğiydi. Bu adam ne kadar güven verse de bir garabetti.

Aynı şeyi o da düşünüyordu. Yeni İmam olarak adlandırılmış olmasına rağmen onun bir adı vardı. Çok eskilerden gelen bir isim. Hatırlayamasa da tamamen, güzel bir sesi olan, hoş bir isme sahipti hem de. Daha önemlisi ama çantasıydı, onun içindeki kutu. Burada olacaktı her şey. Biliyordu. Serin’i bir anda bileğinden yakaladı.

“Bana yardım edeceksin silahşor ve sonunda öleceksin.”

Serin’in ensesindeki tüyler dikleşti.

“Kimsin sen?”

“Bana Kimse diyin. Öyle sanırım rahat edebilirim şimdilik.”

[ Bölüm 7 : Kadın ve Pusu ]

Kimse’nin kasabaya gelmesinin üstünden iki, Kadın’ın gelmesi üzerinden ise dört gün geçmişti. Zamanı Serin bile anlayamıyordu. Muhtar’ın onu öldürmeye uğraştığı ise artık onaylanmış bir gerçekti. Sadece bunu göz önünde ve direkt yapamıyordu. Üstüne bir suç da atamıyordu. Kimse beklemesini söylemişti Serin’e. Kuyruk da, Süleyman da, Muhtar da, hepsi öleceklerdi.

***

Pavyonda çalışıyor şimdi Kadın. En iyi orada erkeklerin hayal güçlerini yutabiliyor teninde. Bir tek Serin’i alamadı eline. Herkes onun peşinde. Bir de Süleyman… O çocuk garip bir mahlûk. Yakalayamıyor zihnini bir türlü. Bölündüğünden olsa gerek.

Süleyman orada odasında, kafası güzel, bağırıyor sürekli. Kuyruk’la da görüşmüyor bir süredir. Yataktan çıkmıyor, odada pis meni, sidik ve bok kokusu var. Sıyrılması gerek bu halinden, yapamıyor. Silahlarını kullanmak istiyor. Oysa Pusu, “Hayır,” diyor, “Daha değil… Kendi kendini öldürmene izin veremem.”

Pusu’nun ince bıyıkları var, saçları hep briyantinlidir, saatini ve silahlarını çok sever. Dostoyevski okur, kadınları sever. Süleyman onunla yıllar önce dedesi atını vurduğu zaman karşılaştı. Yaşlanmıyor Pusu. Sadece konuşuyor.

“Toplamalısın odayı artık. Dışarıda oyun oynanmaya başlandı… Hem Kadın da geldi. Onunla görüşmelisin biliyorsun. Ben yardımcı olacağım sana, yeter ki korkma…”

Serin o pavyona girmez. Orospu’yla tanıştıkları yer orasıydı. Şimdi mahalle oradan gelen müzikle doluyken o Dinamit’le beraber kafayı çekiyor. Kimse ise odasında suskun, düşünüyor.

“Neyi bekliyoruz ki böyle?”

Dinamit cevap veriyor.

“Kimse’nin dediğini duydun. Ne olacaksa, onu bekliyoruz. Şunu da diyeyim, dediklerine güvensen iyi olur. Gariptir gerçekten. Bilir birçok şeyi… Şu kadar diyeyim, kaderine ulaşmak için önüne çıkan bir tabur dolusu askeri ölümcül bir griple boğdu. Bir gece önce kamplarını gördük, ertesi sabah cesetlerinin arasından yürüyorduk Serin. Anlıyor musun?”

Anlamıyordu, tabi ki anlamayacaktı. Olağanüstü ile gerçek birbiriyle kesiştiği zaman, gözlerden birisi kapanır, diğerini seçemez hemen. Böyledir bu işler. Mesela Süleyman evini toplar şu saatlerde, temizlettirir. Yıkanır, saçlarını düzeltir, giyinir ve dışarıya çıkar. Pavyona girer, dört kişinin bir ayda geçinebileceği bir para vererek, biraz votka içer. Sonra kulise gider, kadının omuzlarına dokunur. Kadın döner, ağzına silahını sokar Süleyman.

“Tanıyor musun Pusu’yu?”

İşte acayip olan da budur.

“Tanıyorum,” der Kadın.

Süleyman silahı çıkarır. Kadın zihninde mi konuştu? Anlayamaz.

“Yarın, öğle saati Muhtar’ın beceremediği işin devamını halletmeni istiyorum Pusu’yla. Düello’ya çağır onu. Ben de şu yeni imamla ilgileneceğim. Oldu mu?”

***

Aynı zamanlarda Serin’in de bazı düşünceleri vardır.

“Ama tabi Kimse’nin bir şeyler olmasını beklemesini kendi elimize de alabiliriz. Yarın ortalığı karıştıralım. Sabah Muhtar’ı vurmaya gideriz.. Onu ortadan kaldırmamız lazım, sonra da şu kadını bir çekmemiz lazım kenara. Bir şey biliyor, hissediyorum. Kimse de onda bir şeyler olduğunu düşünüyor zaten. Sonra da bakarız artık ne oluyorsa…”

Dinamit içkisinden biraz daha içer.

“Pekala hareketli çocuk. Dediğin gibi olsun. Ben de zaten oturup kıyametin üstümüze yıkılmasını beklemekten sıkılmıştım işin doğrusu.”

[ Bölüm 8 : Son Gün ]

“Yanlış sonlara inanmam ben,” dedi Kimse.

“Her bitiş, gerektiği noktaları öyle ya da böyle doldurur. İlk nefesimi almadan önce buraya gelmiştim zaten ben. Kadın peşimdeydi. Ben ellerimi açmış dua etmeden sadece gökyüzüne bakıyordum. Dinamit beni doğduğundan beri arıyordu aslında. Sen o orospu tarafından onu ilk öptüğün an aldatılmıştın zaten. Soygundan sonra Sarı’nın parayı ve arabayı kurtardığın anlayıp sarıldığınızda onu çoktan öldürmüştün. Kuyruk mesela, onu oraya gönderen Muhtar tarafından mezarsızlığa çoktan itilmişti. Ölümü beklemek yoktur Serin, ölümü yaşarsın. Seninle karşılaşacağımız, benim suratımdaki yara izi, Süleyman ve tehlikeli Pusu’su, Dinamit, Kadın, ölen o dilenci, Harakiri’nin lakabı, Faraş’ın ölümü, Yelkurşun’u vurman, hepsi o anlar yaşanmadan önce damarlarında sonsuz kere gerçekleşiyordu. İşte şimdi benim karşıma gelip, yarın neler yapmak istediğinizi anlatmana gerek yok. Benim sana söyleyebileceğim bir şey var sadece. Küçük bir olayın çok küçük insanlarıyız biz. Bunu aklında tut. Her şey bittiğinde, gözlerine kendi kanın kaçtığı zaman, sadece gülümse. Beni falan aklına getirme, kutuyu asla düşünme, Kadın ile benim yokluğa dikilmiş kavgamızı siktir et gitsin. Ben bu mahallenin yeni imamı değilim… Ben dua bile bilmem. Sadece bir yolcuyum, bir kurye… Çok eski anılarım var, her şeyin daha farklı olduğu zamanlara ait bazı görüntüler… Belki de uyduruyorum hepsini, bilemem. Sadece şunu bil, akşama kadar burada olacağım ve bekleyeceğim. Çünkü gece gökyüzü aydınlandığında, günlerdir beklediğim ‘şimdi’ gelip beni bulacak.”

Gün ışıklarını salarken, karşısında konuşan adamı dinleyen Serin yanında ağladığı ilk insanı hatırladı. Sigara içişini, karısını boynundan öpüşünü. O adamın da boynunda bir yara izi vardı, aynı iz. Rıfat’tan dayak yediği zamanlardı, mahalleye uğramışlardı. Serin yardımcı olmuştu hamile kadına. O akşam birlikte akşam yemeği yemişlerdi. Rakı içtiği ilk gündü. Sonraki yıllarda da zaten çok içemediği için anı daha da parlaklaşıyor, değerleniyordu.

“Kader beklemektir evlat” demişti adam.

“Seçim ise beklemenin amına koymaktır. Kapıların pencerelere dönüşmesin, o ana geldiğinde kork. İzleme, aç ve yaşa nefesini sonuna kadar.”

“Haklısın Kimse, hepimizin beklediği “şimdi” bizi bulacak bir şekilde, o zaman kadar nefeslerimizi yaşamamız lazım, ben senin gibi değilim, senin hayatında beklemek bile bir harekete dönüşmüş, ben ise uğraşmalı, kavga etmeliyim. Ben seçim yapmalıyım…”

***

Dinamit ile beraber Muhtar’ın yazıhanesini bastıklarında, Kadın adama hayatında yaşayacağı en güzel oral seksi tecrübe ettiriyordu. Muhtar Kadın’ı bir kenara attı ve silahlarına davrandı. Yerde yatan Kadın ise gülümsüyordu, bugün, son gündü.

Kuyruk içeri girdi, kapıyı ardından kapattı, camları kırdı ve ateş etmeye başladı. Muhtar her yöne küfürlerini bırakıyordu. Dinamit zafer çığlıkları atmaya başlamıştı bile. Serin ise bunun son çatışmalarından birisi olduğunu biliyordu. Elinde tabancası gözünü değdirdiği her bedeni ruhsuz bırakmak için ateş ediyordu.

“Çıkın lan dışarı! Kuyruk önce sen!”

***

Muhtar panik içindeydi. Kuyruk’a doğrulttu silahını.

“Siktir git lan! Kuyruk yürü git..”

Çocuk korkuyordu, kapıyı açtı, sokak cesetlerle dolmuştu. Aralarından yürüdü, güneş suratına vuruyordu, eliyle kendini bir süre gölgeledi. Sonra on beş adım kadar ötesinde durdu Dinamit’le Serin’in.

“Eee? Bir şey söylemeyecek misiniz?”

Serin güldü. Dinamit’e baktı.

“Hayır.”

***

Yazıhaneye girdiklerinde Kadın korkmuş zayıf bir mahlûkat gibi köşeye sıkışmış sadece olacakları izliyordu. Muhtar’ın ağzından ise küfürden başka biraz kaç tükürük ve rezil kokulu nefesi kaçıyordu o kadar.

***

“Serin… Bütün olay bu karının başının altından çıkıyor biliyorsun. Hem, banane lan o meczuptan… Sikimde mi sanıyorsun kimin imam olduğu bu mahallede. Ateş etme, işleri karıştırma! Muhtarlığı bırakırım, giderim buralardan. Anadolu’da bir abim var..”

Serin eliyle susmasını işaret etti. Sessizlikte durdular. Sonunda silahşor hırıltılı sesiyle konuşmaya başladı. Ter içindeydi.

“Senle aslında çok fazla sorunum pek olmadı Muhtar biliyor musun? Beni öldürmeye çalışman bile aslında bu karının aklından çıktı biliyorum. Yine de… Seni öldürmek zorunda hissediyorum. Çünkü dipte bir yerlerde bana aman aman bir zararın olmasa da, senin bu dünyada daha fazla durmaman gerek. Bu hissi atamıyorum içinden. Adalet duygum falan itmiyor ha beni bu sonuca. Onu da diyeyim, yoksa seni yıllar önce vurmam gerekirdi. Sadece… Belki de zevk işte. Ölmen lazım.”

[ Bölüm 9 : Düello ]


“Niye Kutu’yu almak istiyorsun?”

Kadın masanın arkasındaydı. Kafasını önüne eğmişti, saçlarından yüzü gözükmüyordu. Dinamit ise gittikçe cevapsızlıktan sıkılıyordu. Elini masaya vurdu.

“Konuş lan! Kutu’da ne var?!”

Kadın sonunda konuştu.

“İçinde ne olduğunu bilmiyorsunuz değil mi? Komik ya. Söylemedi yani size. İlginç gerçekten. Oysa çok dürüst gibi gelmişti değil mi? Hep öyledir, ona soru sorarsınız, cevaplar ise bölük pörçük ya gelir, ya gelmez. Anlaşılması güç bazı cümleleri vardır, karizma gelir, anısı bile yok onun be! Şekli bile yok adam gibi. Onun benden farkı ne ki? Sadece kaçan tarafta güya, oysa bıraksam kovalamayı, varlığı son bulur bilmez!”

Dinamit ayağa kalktı, yanına gitti. Elini dayadı çenesine Kadın’ın.

“Benziyorsunuz gerçekten. İkinizin de ne dediğini anlaşılmıyor! Bana şimdi, net, kesin, doğru dürüst cevaplar vereceksin Kadın! Niye kutuyu istiyorsun, niye Kimse’nin peşindesin, son kozun ne, bu rahatlığının sebebini anlat!”

Serin, eli belindeki silahında izliyordu. Göz kapaklarının ardında sonuna kadar açılmış rögar kapakları vardı, düşüncelerinin bu odada gittikçe bozulduğunu hissetti. Korkuyordu. Ölecekti ve korkuyordu.

“Kim vuracak lan beni, kim öldürecek!”

***

O an patlama sesleri cümleleri yaktı. Geriye kalan küller ise dağıldı.

Alevler içindeydi binalar, insanlar dışarıda ateşin kutsallığını izliyordu. Cami’nin minaresi yıkıldığında ağlayanlar oldu. Serin fark etmeden yakınına çektiği Dinamit’in sıcaklığını anladığında, aklına geldi.

“Kimse! Yukarıdaydı…”

Pusu bağırıyordu.

“Ona bir şey olmaz! Sen kendini düşün önce orospu aşığı!”

***

Süleyman bulduğu o patlayıcıları Pusu’nun yardımı olmadan mahalledeki birçok binaya ve camiye yerleştiremezdi. Onun yardımı olmadan nefes bile alamazdı belki de. Aklının karışıklığı sesleri, kişiliğini, dokunduğu bütün insanları silikleştiriyordu. Kuyruk da ölmüştü işte. Herkes ölüyordu zaten. Kutu’yu istiyordu. Kadın için. Sadece onu bir şekilde bildiği için. Çünkü Kutu’yu bilmek, onu istemek anlamına gelirdi. Pusu anlatmıştı ona Kutu’yu.

“Simsiyah, boşluk gibi bir şeydir o. Çok uzun zamandır taşınıyor oradan oraya, burası ama son durağı. Hep kutu buraya gelmek istedi. Kadersizliğin, seçimsizliğin, belirsizliğin başladığı noktadayız Süleyman! Gözlemlenemeyecek bir yerde kapalı olan kediye hem can, hem de ölüm getirebiliriz artık!”

***

Hatırladı Kimse. Schrodinger olmalıydı o. Güldü. Bir fıkra gelmişti aklına. İçinde alakasızlık bir tanrı oluyordu. Peygamberine tek vahyi : “Bilmiyorum.”

***

Silahları çekti ikisi de. Pusu, Süleyman kılığında mıydı, yoksa yıllardan beri işgal edilen topraklarına geri mi dönmüştü bilmiyordu. Sadece kurşunlar vardı tabancaların içinde bekleşen. Dinamit yukarıya çıkıyordu. Kimse’yi kurtarmak için. Hayatını kurtaran merdiven ise onu bekliyordu. Çünkü o merdivenlerden çıkmak istemese, basamaklar kırılmasa ve aşağıya düşmese, aşağıya duvarlara basarak inen Kadın, onu öldürmek isteyebilirdi. Kimse ise zaten aşağıdaydı. Mekânların değişmeye başladığı, birbirine girdiği anlar vardır. Evrenin ne yapacağını şaşırdığı, karmaşanın sakin bir akşam yemeğinde nedensiz yere ağladığı dakikalar döner durur bazen. O anlardan birisi yaşanıyordu işte. Kutu’nun normalde olduğundan daha fazla karardığı zamanlardan birisi.

İhanetin ihanet olmadığı anlar da yaşanır.

Mesela. Şimdi.

Serin Pusu’yu vurur. Kimse ise Serin’i.

Yere yıkılır silahşor, alevler içindeki binaların ışığı gölgelere karışır. Yanında yıkıldığı binanın içinde Dinamit nefesini zor tutar içinde, aklında Serin canlanır. Onunla bir parktadırlar, silahları bile bırakmışlardır.

“Seni sevmiyorum,” der Dinamit.

“Ben de…” der Serin.

Öpüşürler.

Gözlerine gerçekten kan karışmaktadır, bilincini ayık tutar Kutu. Kadın ve Kimse eğilirler. İzlerler onun son nefeslerini. Elleri silahında, aklında hiçbir şey yoktur Serin’in. Belki Dinamit’in boynu. Son ukdesi de bu olur zaten. Öpememesi onu, koklayamaması boynundan, tadını yanında götürememesi.

***

Kadın üstüne geçirir siyah cübbesini. Kimse’nin yara izi silinir, yüzü silikleşir. İkisi de birbirinin tersi istikamette yürümeye başlarlar. Sönmüş kutuyu yere bırakır Kimse. Cebinden küresini çıkarır. Simsiyahtır. Ağlamaya başlar.

“Belki de kader diye bir şey yoktur.”

MacGuffin : Sinemada kullanılan bir teknik. Çoğunlukla karakterlerin umursadığı ama izleyen için bir önemi olmayan, nesne veya duruma denir. İzleyiciyi başta hikayeye çekmek için kullanıldıktan sonra, ileri safhalarda arka plana düşer.


Emirhan Burak Aydın

MacGuffin Diye Bir Şey Yoktur” için 7 Yorum Var

  1. bayağı ilginç bir hikaye okuduğumu itiraf edeceğim. nedense küfür içeren bir hikayeyi bu kadar beğeneceğimi zannetmezdim.yazım tarzi olsun diğer unsurlar olsun hikayeyi bir daha okumama neden oldu ama değdi.ellerinize sağlık…

  2. Olay örgüsü çok değişik geldi, anlamakta zorluk çektim. Fakat anlayamama sebebim kesinlikle kendi benliğimden kaynaklanıyor, genellikle okunuş tarzı ve kurgusal metni benzer ve sade yazımlar ile karşılaştığımdan buradaki sahne bir an için gözlerimi korkuttu.

    Herkesin kendi çıkarları için birisiyle dost gözüktüğü lakin yeri geldi mi hiç düşünmeden tetiği çekebileceği gaddar bir öykü olmuş.

    Küfürler de cabası. :))

    Ellerine sağlık!

  3. Karşılaştıklarınız arasında farklı bir yerde durabildiyse öyküm, ben mutluyum. Türlerle, anlatımla biraz fazla oynadığım, tabiri caizse “uçuklaştığım” bir öykü oldu. Beğenilmesi zor yani bir kurgu var aslında. Ancak aldığım iki yorum da iyi yönde olunca gerçekten sevindim.

  4. Demek ki değişik tarzı ile sadece bana farklı bir kurgu gibi gelmemiş. Silahşörler biraz Kara Kule havası verdi, hatta o seriyi ilk okuduğumda da böyle duygular hissettim.

    Hikayenin bana göre farklı yanları içinde bol bol küfür içermesi ya da bu küfürlerin bilmem ne şekilde sunulmayıp direk olarak söyleniş şeklinin yazılmasından ziyade olaydaki iç karartıcı, distopik bir havanın bulunmasıydı.

    Zaman-ı vaktinde atarilerde Sunset Riders adlı bir oyun vardı, dört kolla oynanabilen. Çok sevdiğim ve bir çok kişinin hoşlandığı oyundu. Oyun ilk açıldığında bir açılış sahnesi girerlerdi. İşte bu öykü tam da o sahneyi aklıma getirdi. Özellikle etrafın bizlere yansıması neredeyse aynıydı…

    Serpil’in söylemiş olduğu “Herkesin kendi çıkarları için birisiyle dost gözüktüğü lakin yeri geldi mi hiç düşünmeden tetiği çekebileceği gaddar bir öykü olmuş.” cümlesine de harfiyen katılıyorum. Beğendiğim ve benim de okuduğum türler açısından hazneme yeni bir hava katan hikaye oldu.

    Ellerine sağlık, güzel yazılarının devamı dileğiyle…

  5. Bu yazıyı yazarken etkilenmiş olduklarımı sorsalar, Kara Kule, Zeki Demirkubuz, Alfred Hitchcock derdim. Bir şekilde akıllarda garipliği yaşatabildiysem, eğlendirebildiysem, özellikle o distopya havasını estirebildiysem kendimi başarılı sayarım. Güzel yorumlar için gerçekten teşekkürler. Böyle sözler insanı daha da kamçılıyor.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *