Öykü

Seraphim

-Giriş-
Evren ilk oluştuğu zamandan kalma, ilk katmana, en dış sınırlarına yakın bir galaksinin Tusun adlı gezegeninde yaşayan halkın esasında Dünya gezegeninde yaşayan tuhaf halktan görünüş olarak pek az farkı vardır. Var olan tek fark ise oldukça dramatiktir; onların her birinde birer kanat bulunur, kanatların onların uzun yaşamlarında tek bir şey için işlevi olur; ölmek. Bir kadın ve bir erkek ölmek istediklerinde el ele tutuşurlar ve hayatlarında ilk kez uçmak için kendi tek kanatlarını açarak, yükselirler. Ölüm zamanlarını seçebilmeleri onlara tanınmış en muazzam özgürlüktür. Gidipte geri dönen bir çift hiç olmamıştır.

Aslında doğuştan özgürdürler çünkü ailelerine tam anlamı ile bağlı değildirler. Dünya’da doğanların kadınların karınlarından geldiklerini duysalar bunu barbarlık ve sapkınlık olarak görürlerdi. Tusun insanları ağaçlarda yetişirler, başka gezegenlerde başka halkların ‘tanrı’ diyebileceği varlığın nefesini taşıyan kutsal ağaçlarda. Öyle saf ve güzeldirler ki altına bir koyunu dolunayda bağlarsanız geri döndüğünüzde onu bulacağınıza kesinlikle emin olabilirsiniz. Bu yüzden Tusun halkı Dünya halkının aksine gezegenlerine bir virüs gibi yayılmazlar, isteseler bile yapamazlar.

Tusunlu bir çift evlat istediklerinde bir kutsal ağaca giderler ve kendi kalplerinden geçtiği gibi dilekte bulunurlar. Eğer ağaç onlara bunu bahşetmeyi kabul ederse dokuz güne kadar bir meyve verir, meyve görüldükten sonra ne karı nede koca ona dokunmazlar. Onu alı koymak isteseler bile ağaç bunu engeller, ağacın yanında bunu arzulamaz halde bulurlar kendilerini. Meyvenin ne vakit olgunlaşacağı hiç bir zaman bilinmez, olgunlaştığında doğan bebek, hem onu dilemiş olan dişiye hem de erkeğe biraz benzer nitelikte olur. Erkek doğmuşsa sağ kanadı, dişi doğmuşsa sol kanadı ile ilk soluğunu alır ve ağlar. O ağlarken ağaç sıcak köklerinden bir beşik yapar ve uzun zaman ona bakar. Tusun insanları erken gelişirler. Bazıları meyvelerin çocuklarının erişkin olarak doğduklarını gördüklerine yeminler ederler, bireylerin kendi bebekliklerini anımsamamaları tamamen ağacın gücü ile ilişkilidir. Bir kere büyüdüğünde sadece kendi kanadından oluşan elbisesi ile istediği yere gitmekte özgürdür, genelde onu dilemiş olan aileye giderler ancak yapmadıkları da olur. Elbette zayıf Dünya insanları gibi unutkan değillerdir, bebeklik anılarını silen ağaç onların doğumlarına vesile olmuş kişilerin dualarına asla dokunmaz. Tusun’un ilk gün ve gecesinden beri olgunlaşmayı bekleyen bir meyve ve yolu Tusun’a düşen bir dünyalı gezgininin hikayesidir bu…

1- Obliu
Pek çok insanın yaşadığı yer ile ilgili bir sorunu yoktur. Miskinlik ve uyuşukluk ile evlerinden çıkmadan sonsuza dek yaşayabilecekmiş gibi hissederler. Bu tuhaf toplumda odasının camından bakıp gördüğü ile memnun olmamasına rağmen ‘daha kötüsü de olabilirdi’ diyenler her zaman olacaktır. Ancak Obliu öyle biri değildi. Gerçekliğin çölüne yolculuğa çıkan insanlar da vardır, genelde kendilerini pek belli etmezler ve o tuhaf insanlar için bile biraz ilginçtirler. Hiç dönecek bir evin olmaması, üstündeki giysiler ve düşünceleri dışında hiç bir şeye sahip olmamak; Obliu’nun gerçekliği buydu. Esasında derinlerde diğer tüm insanlardan daha farklı olduğunu bilmek değildi onu uzaklara sürükleyen. Görme arzusuydu. Var oluştaki tüm hikâyeleri öğrenme ve anlatabilecek olma düşüncesi onu büyülüyordu. Tüm masalları dinlemek istiyordu, günün hangi vakti olursa olsun, iki eli kanda bile olsa önceliği buydu. Yeni bir hikâye onun için en sevgiliden bile daha değerliydi.

Kimileri Onun bir evsiz, berduş, zavallı ve son olarak kaybetmeye mahkûm olduğunu düşünebilirdi, hatta yüzüne de söyleyebilirlerdi. Ancak onunla bir kere konuştular mı, tüm ön yargıları buzdaki yazılar gibi solardı. Söylediklerinde ve arzularında öyle bir saflık vardı ki onun bir insan olduğunu savunmak gerçekten çok güç. Onu insan yapan tek bir kusuru vardı; yalnızlık. 28 yaşına kadar kendisi gibi birileri bulmak ve tüm öğrendiklerini paylaşmak için tüm dünyayı gezdi. Sonunda olabilecek her insan ile tanıştığına karar verdiğinde ve yaşamın bekleyemeyecek kadar kısa olduğunu düşünmeye başladığında dinlediği hikâyelerden birisi aklında diğerlerinden daha öne çıktı ve belirginleşti. Hikayeye göre eğer bir Adem evladı yaşadığı yerden memnun değilse ve gidecek artık başka hiç bir yeri yoksa uykunun üçüncü basamağına çıkabilirdi. Hikâyenin adını bilmiyordu ancak çok karanlık bir yapısı olduğunu söylenebilir. Uykunun üçüncü basamağına çıkmak için buna sadece inanmak değil, gerçekten tanrının gözünde bunun gerçekleşmiş olması gerekiyordu; çaresiz olmak zorundaydı. Aslında bakılırsa Obliu’nun aklına başka bir çare gelmedi. İşe yarayacağını düşündüğünden değil, umutsuzluktan, doğduğu ve büyüdüğü bu hayalleri solmuş dünyadan gitmek istedi. O hayaller doğuran birisi değildi, sadece onları dinlerdi, tanrı ona yaratma erdeminden üflememişti, izlemek ve dinlemekti bağışladığı hediye. İnsanlık yeni dünya ve getireceği olası bolluklar ile ilgili daha önce hiç duymadığı bir hikâyenin ilk mısralarını televizyon bültenlerinde seslendirmeye başlayacakları sabah, Obliu bir daha Dünya’da uyanmayacağı derin uykusuna çoktan yatmıştı. Bekleseydi ve o gece bu yolculuğu yapmaya karar vermeseydi belki ömrünün sonuna kadar bile Tusun’u hiç göremeyecekti.

Obliu kendi dünyasında her yeri görmüş olabilirdi ancak her insanı tanımamıştı, tanıyamazdı yani yaptığı aslında bir diğer hataydı, ancak olması gerekli bir hataydı. Bunu düşünebilmek için çok genç olmak gerekir, Obliu artık genç bir adam olduğunda ihtimalleri düşünmeden edemezdi. Başka dünyalar, başka insanlar, başka diyarlar ve en önemlisi, başka hikâyeler. Obliu’nun bilmediği gerçek ise, tanrının onu dünyaya sadece ne olacağını görmek için koyduğuydu. Aynı kendi dünyasından birisini de Tusun’a koyduğu gibi.

2- Sakra
“Umarım keki beğenmişsindir Enoch, üzerinde gerçekten çok uğraştım” dedi yine o tatlı anaç tavrıyla Hul. Oğlan kızararak, “Yediğim en güzel kekti Hul-ana” dedi ve kadın onu geniş gülümsemesi ile ödüllendirdi. Hul aslında ilginç biriydi, evinin camlarını kırdıklarında oynayan çocuklara birer tabak kek ve birer bardak ılık ballı süt vermek için kapısının önünde belirdiğinde korkup kaçmış çocukların yerinde yeller esiyordu, Enoch adındaki kanatsız oğlan dışında. Bireylere iyi davranırsa ona istenmeden bile olsa yapılan tüm kötülüklerin kaybolacağına inanıyordu. Ne var ki savaş zamanı Tusun insanları arasında onun gibi kişiler yada yaptığının farkında olup cezasını çekmek için dürüstçe bekleyen çocuklar görmek bile her zaman insanı huzur ve mutluluk ile doldurmaya yetmiyordu.

Bundan tam on iki yıl önce Gorom dağının eteklerinde yerden on kanat yüksekliğinde ve dört kanat genişliğinde dev bir kapı peydah olmuştu. Kapı ilk başlarda ashura, yani iblis, işi olarak görülmüş ve klan reislerince yanına yaklaşılması yasaklanmıştı. Ancak Goron’a yakın köylerdeki insanlar kaybolmaya başladığında sorunu ciddi şekilde ele almak gerektiği anlaşılmış ve bilgili bir inceleme ekibi oluşturulmuştu. Kanatlarını kızıla boyayan aristokratlardan ve kanatlarını siyaha boyayan militalardan oluşan yirmi kişilik heyetten ertesi gün kimse haber işitmedi. Tusun tüm gezegenin tek ülkesiydi ve gezegenin adı da Tusun’du, kimse klanların tüm toprakları uzun çağlar önce böylesine bir bütün haline nasıl getirebildiğini bilmiyordu. İşin aslı uzun süre bu şekilde yaşanıldığında insanlar eski savaş ve korku dolu günleri unutuyorlar, ruhları miskinleşiyor. Ancak insanların kalplerinde uyuyan canavarı uyandırmak için kayıp birkaç on kişi yeterli olmuştu. Binlerce tusun Sakra’ya yani ölümsüz lordlarına duruma bir çare bulması için yalvarmaya gittiğinde kapı ortaya çıkalı üç ay olmuştu bile.

Sakra sade bir efendiydi. Elinde bambu değneği, sırtında temiz bembeyaz tuniği ile ölümsüzlüğün yükü, ayakları çıplak, kanadı gümüşten, kapıya geldiğinde kapı ilk gün ne kadar karanlık ve tekinsiz görünüyorsa yine o kadar ruhsuz ve korkunç görünüyordu. Sanki etrafındaki havayı yavaşça içine çekiyordu, taş kapı kenarlarının üzerinde durduğu çimenler kapının boş ama karanlık açıklığı kadar koyuydu. Kapı önünde minicik kalıyordu iki metreyi yani bir buçuk kanat boyunu geçen uzunluğuyla. Sakra uzun günler ve geceler boyunca onun önünde meditasyon yaptı ve onu izledi. Ne içeriye giren birileri oldu nede dışarıya çıkan; o gün gelene kadar.

O sabahın diğer sabahlardan pek bir farkı yoktu, sonbaharın altın dönemiydi. Birkaç yıl önce keşfedilmiş, Tusun’da yaşayan diğer hiç bir kuşa benzemeyen sarı tüylü ve uçamayan kokobo denilen dev kuşların doğan güneşte söyledikleri şarkıları iç gıcıklayıcı ama ilginç şekilde bir o kadar da güzeldi. Sakra’ya onu yadırgamadan yaklaşan dev kuşlardan birinin tüyleri neredeyse adamın saçları kadar parlak altın rengindeydi. Sakra kapının derinliklerinde bir hareket seçti ve bir ses yüzünden irkilen kokobo da koşarak uzaklaştı. Gördüğü şey kırmızı ve ince bir ışık huzmesiydi. Önce bir tane, ardından onlarcası. Hepsinin yer ile temas ettiği nokta rastgeleydi ve titreyerek sürekli değişiyordu. Sakra dört hafta boyunca hareketsiz bir şekilde yağmurda ve güneşte hareketsiz kalmış, sonuç olarak çevresi ile bir bütün haline gelmişti. Her yerinde yosunlar ve otlar bitmişti, omzunda bir cennet kuşu tüneği bile vardı. Kuş o ışık huzmeleri git gide daha belirgin olurken ve sayıları artarken, kapının tam karşısına bağdaş kurmuş zararsız adamın omzuna konduğunda tüm kırmızı ışıklar aniden onun üzerinde toplandı ve kuş sessizce ama bol kanlı bir şekilde ölü verdi. Sakra tüyünü bile oynatmadan beklerken tüm çehresinde kuşun kızıl hayatı süzülüyordu. Karşındakinin amansız bir düşman olduğuna o anda hükmetti. Daha fazlasını görmeli ve incelemeliydi, hiç bir düşman küçümsenmemelidir.

Kapının derinliklerinden çıkanlar siyah çelik benzeri elbiseleri ve ellerinde daha önce görülmemiş türde silahlarıyla düzen içinde, gördükleri hareket eden ne varsa vurmaya hazır ve senkronize, çevresine yayıldılar ve orman açıklığında dağınık gibi görünen ama taktik açıdan müthiş bir konuşlanmanın ardından taş kesildiler. Onca adam aynı anda hareketsizleşince Sakra bunun planlı bir istila olduğuna hükmetti. Büyük olasılıkla bir öncü gruptu. Öncüler oldukça sinir bozucudurlar. Eğer onları öldürürseniz geriye dönmezler ve sonradan geleceklerin daha tedbirli ve agresif olmalarına sebep olurlar. Eğer öldürmez ve yaşamalarına izin vererek rahatlamalarına izin verirseniz, ki bu adamlar rahatlayacak tiplere benzemiyorlardı, sonradan gelenler olması gerekenden daha çabuk orada olurlardı. Rapor gelmediğinde Tusun halkına zaman kazandırabileceğini düşündüyse bile Tusun halkı sonsuz gibi görünen topraklarda on dokuz milyon insandan oluşuyordu, saklanabilir ve bu insanlardan sakınabilirlerdi. Savaşmayı gerçekten bilen kendisinden başka kimse yoktu. İşler çirkinleşecekti. Sadece bir kuşu bile göz kırpmadan metrelerce öteden vuran işgalciler onların varlığına koşulsuz kayıtsızlık sergilemezlerdi. Sakra bir oyun oynamaya karar verdi, nede olsa o bir ölümsüzdü. Ancak yaptığı şey on iki yıl sonra bile halen sonlanmamış olacak, korkunç bir aleve dönüşecek, kıvılcımdı.

3- Enoch
Enoch dolu midesi ve Hul’un camını top ile kırmanın unutulmuş suçluluğunu yüklenmiş ormanın yolunu tutmuştu. Pek çok tusunlu taş evlerde yaşamaktan haz etmez. Sadece on dört yaşında olması gerçeği dünyalı çocukların aksine savaş zamanında bile onu yalnız başına ve ailesinden uzak yaşamdan caydıramıyordu. İnsanların ona bakışlarını sevmiyordu hepsi bu. Kendisi kırıldığında başkalarını kırdığını fark etmişti. İnsanların onu üzmesinden çekinmiyordu, hayır sorun tam olarak bu değildi, sakındığı başkalarını zarar vermekti. Diğer hiç bir tusun gibi değildi, sürekli kızgındı, basit şeyler ile memnun olamıyordu ve bunlardan da önemlisi onun hiç kanadı yoktu.

Bazı sorunlu oğlanlar gibi sağ değil ama sol kanadı olmasını bile kabul edebilirdi. Kendisi gibi kimse bugüne kadar kayıtlarda dahi yer almamıştı. Anne babası ile ilk görüştüğünde altı yaşındaydı. Ona bir ucubeymiş gibi bakmışlardı. Başta kanadını kestiğini düşünmüşlerdi ama problem Enoch’un tertemiz ve pürüzsüz bir kürek kemiği taşımasıydı, ağaçtan doğduğunda kanatsız doğmuştu. On yaşına kadar onu yadırgamış ama buna rağmen sevmiş ailesi ile yaşamıştı. Diğer normal çocuklar gibi temel eğitim alırken sürekli dalga unsuru olduğunda durumdan şikâyetçi değildi. Tüm aşağılanmaları kaldırabilirdi, her şeyi kabul edebilirdi, hiç kızmamıştı ancak bir akşam okuldan döndüğünde annesi ile babasını onun hakkında konuşurlarken duyduğunda iliklerine kadar dondu. Ona ne gözle baktıklarını açıkça söylüyorlardı. Tek istedikleri Enoch’un kendi arzusu ile evi terk etmesiydi. Enoch’un kanatsızlığı yüzünden ömrü boyunca iki kez kalbi kırıldı ve bu ilki, ikincisi kadar etkili olmamışsa bile, onun ruhunda kapanmaz bir yaraya sebep olmuştu. Dört sene boyunca Jong şehrine ara sıra inerek ve ona koşulsuz samimiyet ile yaklaşan sayılı arkadaşıyla geçirdiği zamanlar haricinde ormanda yaşadı. Hul-ana dediği kadın ona her zaman iyi davranmıştı, camını hata ile kırdığında bile. Diğerleri telaşla kaçtığında suçunu kabul etmek için kapının önünde bekleyen tek kişi olmuştu ve bunu neden yaptığını bilmiyordu. Gerçekten tanıdığı başka hiç bir tusun bunu yapmazdı. Okula gittiği zamanlarda ona takılan hoş olmayan sıfatlardan biri geldi aklına evi saydığı kovuğa yürürken, “Yabancı”.

Bir orman açıklığına geldiğinde etrafına kalkan büyüleri örülmüş Jong şehrinin sınırlarından çıkmadan hemen önce kovuğuna varmasına birkaç yüz kanat mesafede ayakta dikilmiş iki tusunlu gördü. Fısıldaşıyorlardı. Onları utandırmak istemiyordu, belli ki âşıklar diğer herkesten uzaklaşmış ve bu güzel akşamüstü cırcır böcekleri eşliğinde serin yaz gecesinde yıldızlanmaya başlamış göğün tadını çıkarmak istiyorlardı. Sessizce ağaçtan ağaca bir gölge gibi giderken konuşmalarına kulağı iyice alıştı ve bir cümle seçti “… Işığın alazı ve karanlığın ayazında…” dedi oğlan. Enoch’un nefesi kesildi. Bu eğer düşündüğü şeyse izlemek zorundaydı. “… En yüksek dağın sakin karlarında seni beklerken…” dedi kız oğlana cevap olarak. El ele tutuşmuşlardı, ikisi de kanatlarını birbirlerinin yüzlerine bakarken sonuna kadar yere dik açmış, kadim şiiri okuyorlardı. “… Seni her unuttuğumda, tekrar âşık olacağım diğer sonsuz dünyalarda…” dedi oğlan usulca. Kanatlarını bir kez savurdular ve ağaçlar güçlü rüzgârca açıklıktan zıt yöne savruldular. “… her zaman…” dedi ikisi birden. İkinci ve üçüncü kez kanatlarını çırptıklarında artık yerde değildiler. Dudakları kararan günün henüz yıldızlanan gecesine uçarlarken buluştu ve Enoch gözyaşları içinde çalıların arasında onları izledi. Gördüğü en güzel şeydi bu. Daha önce kimseyi ölürken görmemişti.

Tusun halkı yaşlanmaz veya hastalanmaz ancak talihsizlikler ve cinayetler onların yaşamlarını her zaman tehdit ederdi. Ancak bu tip ölümler çok nadir görülürdü. İnsanlar kendi istedikleri için ölürlerdi. Gerçek aşkını bulabilmiş bir çiftin dünyada yapacak başka bir işinin olmadığına inanılırdı. Elbette aşkı bulması için bir evlat istemiyorlarsa. Enoch onlar gökte her zamankinden daha fazla parlayan doğu yıldızının tam üstünde kaybolduklarında bile çiftin arkasından bakakalmıştı. Serin çimenlere sırt üstü uzanmış kendi geleceğini düşünüyordu. “Kimse beni sevmeyecek” dedi umutsuzca. “Kanadım yok, kimse birlikte ölemeyeceği birisine âşık olmaz.” diye düşünüyordu. Onların mutluluğu kalbini dağlamıştı. Asla o kadar mutlu olamayacağını bilmek onun yaşındaki bir genç adam için olabilecek en korkunç duygusal deneyimdi. Elbette başlarına daha kötü şeyler gelmiş insanlar olmuştur ve olacaktır ancak Enoch sadece Tusun insanlarını biliyordu, ne Dünya gezegeni ve oradaki milyarlarca kanatsız insandan haberi vardı nede kendisi gibi kanatsız herhangi bir başkasını biliyordu. Dünya’dan işgale geldiklerinde kimse insanların yüzlerini görmemişti. Maskeler takıyorlardı. Tusunlular onların kendilerine benzediklerini bilmiyordu, Sakra ise onlara hiç bir şey anlatmamıştı. Onları kapıda karşıladığında neler olup bittiğini kimse bilmiyordu ancak tek bir tusunun bile burnu kanamadan senelerce kalkanlarına sığınmışlardı. Sakra kalkanın dışındaydı, onlar için savaşıyordu ya da böyle olduğunu umut ediyorlardı. Kalkandan çıkmanın tek yolu ise, ölmekti.

Enoch bunları düşünürken doğu yıldızı git gide daha parlak bir hal aldı. Öyle parlaktı ki artık durum gerçekten sıra dışıydı. Tüm karabasanlarını kovalayıp dikkatini yıldıza verdi, sanki yaklaşıyordu. Sonik patlama onu allak bullak ettiğinde ve artık öleceğini düşündüğünde ve “aslında o kadar da kötü değildi” dediğinde; her şey bitti. Sessizlik vardı. Ardından yine cırcır böcekleri ve diğer nice yaprak hışırtısı serin yaz gecesini kuşattığında kafasını yavaşça aralarına aldığı ellerinden çıkardı. Sanki bir an için dünya durmuştu ve şimdi tekrar dönüyordu. Tam önünde yerde karmakarışık semboller ve daireler ile muhteşem bir resim vardı. Toprağa kazınmış kömür gibiydi, dokunduğu yerlerdeki çimenleri yakmıştı. Sembollerin tam ortasında yerde yatan, paçavralar içinde bir adam vardı. Abanoz rengi teni ve siyah saçları arasından kapalı gözleri, uyuyordu. Enoch dakikalarca ona inanamayarak baktı. Şaşırmıştı çünkü adamın kanatları yoktu.

4-Enoch & Obliu
Gözlerini açtığında yabancı bir tavan gördü. Ahşap gibiydi ama çok gerçekti. Tüm bükümleri ve eğrilikleri ile adeta kendi halinde yaşayan bir ağaçtı. Bakışlarını biraz gezdirdiğinde bunun gerçekten dev bir ağaç gövdesi içi olduğunu gördü. Obliu’nun kalbi deli gibi çarpıyordu. Yattığında uyanacağı yerde değildi! Tamamen farklı bir yerdi. Tanrı onun çaresizliğini cevaplamış olmalıydı. Zencefil ve kekik kokusu genzine dolduğunda “Çay?” şeklinde mırıldandı. “Ah, demek uyandınız. Beni dün gece gerçekten korkuttunuz. Öleceğimi sandım!” Ses kendinden oldukça genç birine ait gibiydi. Uzandığı yerden yavaşça kalktı ve sesin sahibine doğru döndü. Mavi gözlerinde merak ve korku karışımı ışıltı ve ellerinde birer çay fincanı ile yanı başında duruyordu. Samanlar ve yapraklardan yapılmış eğreti bir yataktaydı. Ancak kendisini daha önce hiç uyumadığı kadar iyi dinlenmiş hissediyordu. Bir şey söylemeden çayı çocuğun elinden aldı ve kafası ile teşekkür eder bir hareket yaptı. Çocuğun dediklerini anlıyordu ancak diyalekti tamamen farklıydı. Bildiği hiç bir ülkenin lehçesi değildi, latincenin daha kibar ama keskin bir haliydi. Obliu onun dilinden konuşarak cevap verdi. “Çayının tadı harika genç efendi. Beni misafir ettiğin için sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Benim adım Obliu, tanıştığımıza memnun oldum.” dedi ve elini uzattı. Oğlan anlamadan eline baktı. Belki el sıkışmıyorlardır diye düşünmeden edemedi Obliu. Sonra yavaşça iki elini uzattığında ve parmak uçlarına dokunup çekildiğinde kendini gergin hissetti, garipti. “Ben Enoch ve burası benim evim. Ki-kibarlığınız için ben teşekkür ederim” dedi. Sanki söylenmesi gereken özel bir kelime öbeği sarf etmişti. Resmi bir hava vardı ve arada teklediğinde oldukça komik bir şekilde kızarmıştı. “Rahat ol” dedi Obliu gülümseyerek. “Söyle bakalım burası neresi ve dün gece seni nasıl korkuttum?”

Enoch ona önceki gece olanları âşıkların ölümünden itibaren anlattığında Obliu’nun yüzünde oluşan ifadeleri görmek bir ömre bedeldi. Her şekle girmişlerdi. Şaşkınlık, şüphe, mutluluk, coşku, hüzün, sakinlik. Ancak hiç sinirlenmemişti. Öyle bir havası vardı ki sanki asla öfkelendirilemez gibiydi. “şey” dedi söze nereden gireceğini bilemeden. Sabah konuşmalarına kahvaltı yapacak meyve toplamak ve taze su almak için orman yolu boyunca sınır içinde kalmaya özen göstererek devam etmişlerdi. Kokoboları ilk gördüğünde Obliu’nun mutluluğu küçük çocukların şeker gördüğündeki ile eş değerdeydi. “BUNLARI BİLİYORUM!” dediğinde sanki Enoch’a olan azıcık şüphesi de yok olmuştu. Onlar kaçtıkça Obliu kovaladı ve sonunda yorgun düşüp kahkahalar ile yere yığıldığında Enoch’un garipseyen bakışları altında konuşmaya devam etti. “Burası başka bir dünya Enoch. Bana bildiklerini anlat, yalvarırım anlat. Ama bu saygısızlık olur elbette. Sen bana bir şey anlattın ve sıra şimdi bende. Ben kim miyim? Nereden mi geldim? O kayan yıldız ne miydi?” duraksadı ve bağdaş kurup düşünür bir tavır takındı. “Hava bulutlanıyor, gel ıslanmak istemiyorum” havada tek bir bulut bile yoktu ve Enoch yine ona uydu. Bir mağara girişine geldiklerinde bardaktan boşalırcasına yağmaya başlayan ani yağmur Enoch’u gerçekten şaşırttı. Obliu tuhaf biriydi, ama bundan da önemlisi onun kanatları yoktu. “Lütfen Obliu Efendi, bana neden kanadınızın olmadığını anlatın önce lütfen” dedi biraz korkakça. Adam kabul etti ve anlattı. Dünyalıların kanatları olmadığını öğrendiğinde, günlerini görüntüler veren bir kutu etrafında geçirmeye meyilli kişiler olduklarını ve aşk ile değil genellikte pişmanlıkları ile öldüklerini anlattı. Gerek olmamasına rağmen yapılan onca savaşı ve yıkımı da anlattı. Kimsenin kanadının olmadığı ama sadece birkaç on yıl yaşadıkları bir dünya Enoch’a nedense Tusun’dan daha özgür geldi. “Buraya uykunun üçüncü basamağı ile geldim evlat” dedi hınzırca. Sanki bir suç işlemiş ve bundan zevk alıyor gibiydi. “Oda nedir?” dedi oğlan merakla. Yağmur dinerken Obliu’nun karnı öyle bir guruldadı ki mağarada kış uykusuna yatmış bir ayı olsaydı kesinlikle aşka gelip üzerilerine koşardı.

Yemişler ve taze meyveler ile karınlarını doyururlarken Obliu’nun aklına ilginç bir şey geldi. “Eğer senin kanadın yoksa Enoch, bir yerlerde çift kanatlı, sadece senin için yaratılmış bir kız olmak zorunda.” dedi üzerinde düşünmeden. Öylesine söylemişti ancak ortamdaki ağırlığı hissettiğinde dönüp Enoch’a bakmak zorunda hissetti kendisini. Oğlan kocaman gözler ile ona bakıyordu. Sanki çok açık olan bir gerçeği ona açık etmiş gibiydi. ‘Fara gözleri takılmış geyik’ benzetmesi yapacaktı onun için ama Enoch farın ne olduğunu bilmediği için gülmeyecekti, sadece fikrin güzelliğiydi onu güldüren. Her şey bir yana ikisi birlikte uzun zamandır en iyi günlerini geçirdiler. Obliu Enoch’a bir şeyler öğretiyor ya da anlatıyordu, karşılığında ise Enoch ona dünyalarını gezdiriyor ve hikayeleri ile efsanelerini bildiği kadarıyla anlatıyordu. Obliu kutsal ağaçları öğrendiğinde az daha küçük dilini yutacaktı. Kalkan içinde dört tane seçilmişti ve zaten Jong şehri de savunma için bu yüzden özel olarak seçilmişti. İkisi hayvanlar ve diğer ikisi insanlar içindi. Enoch ise dünyalıların kadınların karınlarından geldiğini öğrendiğinde az daha kusacaktı.

Uzun haftalar boyunca Enoch Obliu’yu ona anlattığı şehre götürmekten kaçındı. “İnsanlar iyi değiller Obliu, ben yapabiliyorum ancak senden emin değilim, bana biraz daha zaman ver” demişti bu konuda sorduğunda Obliu’ya. Ayrıca kalkanın neden orada olduğunu izah etmekten de kaçınıyordu, Obliu kendi halkının Tusun’u işgal ettiklerini ve liderlerinin tek başına onlar ile savaştıklarını bilmiyor gibiydi. Enoch dünyalılardan haberdardı, diğer her tusunlu öyleydi ve Enoch’u tanısalar bile Obliu’ya da öyle davranacaklarını bilemezdi. Kaygılarını hisseden Obliu ona bir şey söylemedi ancak şehri ziyareti kaçınılmazdı. Obliu bir sabah Enoch’un derin uykusundan faydalandı ve söğütten kırma değneği ile engebeli orman yolunda şehre doğru yürümeye başladı. Yol o yürüdükçe topraktan taşlara, taşlardan arnavut kaldırıma döndü. Şehrin en dıştaki evlerine geldiğinde mimariden etkilendi. Kemerler ve köprüler her yerde kullanılmıştı. Şehir yanlamasına olduğu gibi yukarıya doğru da yükselmişti ancak Dünya’nın aksine burada gökdelenler yoktu, evler üst üsteydi hepsi bu. Biraz rastgelelik vardı. Yumruk büyüklüğünde küçük taşlardan yapılmış sevimli duvarları olanlar gibi tek bir yekpare kayanın nasıl oraya konduğunu sorgulatacak şekilde konumlandığı tek parça duvarlar da bulunuyordu. Sokaklarda ilerledikçe etrafı kalabalıklaşmaya başladı. Yanından geçen giden herkes ona bir bakış atıyordu. Gerçekten herkesin bir kanadı vardı, erkeklerin sağ ve kadınların sol. Bazılarının renkleri farklıydı. İyi giyimli olanların büyük kısmının kırmızı kanatlı olduğuna kanaat getirdi. Bazı zırhlı asker görünümlüler ise siyah kanatlıydı. Mavi kanatlı rahip görünümlü insanlar da gördü, koyu sarı kanatlı küçük çocuklarda. Beyaz kanatlılar çoğunluktaydı. Hiç bebekli bir kadın ya da yaşlı bir adam görmedi.

Şehir meydanına geldiğinde siyah kanatlı bir kadın ve bir adam yolunu kesti. Obliu arkasına döndüğünde geldiği yolunda kesildiğini gördüğünde şaşırmadı. Enoch aslında onu uyarmıştı ancak olabilecek her şeye hazırlıklı hissediyordu kendisini. “Lütfen isminizi sarfedin beyefendi” dedi önündeki kadın. “Obliu, güzel bayan.” Kadın kalın kaşlarını çattı ve biraz daha yüksek sesle cevapladı “Bugüne kadar duyulmamış bir adın var. Daha önce hiç bir ağacın bu adı verdiğini duymadım” dedi. Yanındaki adam telaşla onu dürttüğünde ve etraflarında toplanan insanları gösterdiğinde utanan kadın boğazını temizledikten sonra tekrarladı “Kutsal ağaçlar bu adı vermezler”. Obliu hiç düşünmeden cevapladı, “Doğru hanımım. Ben bir ağaçtan doğmadım” dedi. Söylediği bir küfür gibi yankılandı. İnsanlar gürültü ile fısıldaşmaya başladıklarında askerler bellerinden kısa eğik kılıçlar çıkardılar. Ölümcül organları üzerinde sivri uçları sabitlediklerinde kadın konuşmaya devam etti. “Bizimle adalet divanına kadar gelmenizi istemek zorundayım” dedi. İnsanların gürültüsü arasında bir çocuğun figanı duyulduğunda durakladılar. Kalabalıktan sıyrılan on dört yaşındaki Enoch yalvarırcasına bağırıyordu. “Lütfen ona dokunmayın, o iyi biri!”. Militalardan biri tuniğini çekiştirmeye başlamış oğlana hokkalı bir tokat patlattığında tüm meydan sessizleşti. “Yerini bil Enoch! Adalet suçlu ve suçsuzu ayırt edecektir.” şeklinde buyurdu karşı koyulmaz bir ses tonuyla. “Ama onun ne suçu var?” dedi umutsuzca ağlamamaya çalışarak yerde yatan çocuk. Cevaplayan Obliu oldu “Çünkü ben bir dünyalıyım evlat. İnsan olmak her zaman bir suçtur.” dedi yine o samimi gülümsemesiyle. Öyle bir ifadesi vardı ki onun sesini duyanlar, başta durumu onaylarken, şimdi üzerinde tehditkarca ona doğrultulmuş kılıçlar olmasından rahatsızlıklarını beyan etmeye başlamışlardı. Obliu çok tuhaf biriydi, bir dünyalı için bile.

5-Seraphim
Hücrenin eskimiş demirleri misafirsizlikten sıkılmışlarsa bile, Obliu’nın mekâna gelişi ile o kasvetli mekân sanki daha aydınlıktı. Yosun bağlamış taşlar daha az rutubetli, karanlıklar daha çekimser ve yerdeki mahkûm yemeği olması gerekenden daha lezzetliydi. Yerde bağdaş kurmuş otururken siyah kanatlılardan biri yanında Enoch ile hücre kapısında belirdi. “Sadece on dakika” dedi. Enoch hücre yanındaki sandalyeye oturdu. Bitkindi, belki de günlerdir adam gibi bir şeyler yememişti. Obliu yarımlamış olduğu tabağı ona uzattı. Enoch başta ona anlamadan baktı ama sonra anladı ve iğrenme ile saygı karışımı reddetti. Yulaf ezmesinin yeşil olması normal bir şey değildi. “Biliyor musun evlat, ağlamamalısın. Beni tanımıyorsun bile.” dedi sakince. Enoch burnunu çekti. Uzun süredir ağlıyordu. Kendisine bu kadar yakın birisini bulmuşken kim olursa olsun eleme düşerdi. Ancak onunki ‘kendisine yakın olmuş ve olabilecek yegâne kişinin sonsuz kayboluşuydu’. Ertesi gün Obliu idam edilecekti. Sebebi ise Tusun halkını ızdıraba sürüklemesiydi. Gerçekten bu kararın böylesine çabuk ve sorgulanması yüzeysel şekilde çıkması kendi özgür halkının bile inanılmaz ön yargılı olabileceğini kanıtladı Enoch’a. “Biliyor musun Enoch, sana bir hikâye anlatacağım. Bu hüzünlü bir öykü. Seraphim adlı aynı sana benzeyen birinin başına gelenleri anlatıyor.” dedi ve öyküsünü anlatmaya başladı.

“Bir genç ölümün ne olduğunu öğrendiği anda artık yetişkindir. Seraphim buna göre daha çocuk yaşta olgunlaşmıştı, hem de hiç olmaması gereken bir şekilde. Seraphim Hermes’in kuşlarından biriydi. Yeni dünyanın efendileri Hermes’i ve diğer tüm kuşlarını öldürdüklerinde o göz yaşlarına boğuldu ve yeni dünyanın efendilerinden daha hızlı uçtu. Öyle hızlı kaçtı ki dünyanın eskiden diğer yöne doğru döndüğü söylenir. Bilirsin, Hermes tanrıların habercisidir ve sayısız güvercine ile şahine hükmeder. Yeni dünyanın efendileri ise unutulmuş tanrılardı. İnsanların o günlerde adlarını hiç duymadığı, eskiden uğurlarına her gün yüzlercesinin kurban edildiği habis varlıklardı. Öyle kudretli ve canilerdi ki tanrıları gökten aşağıya itebiliyor ve sonra toprağa basarak kirlendiklerinde tüm güçlerini yok ederek onlar sanki birer insanmış gibi parçalıyorlardı. Kuşların ne günahı vardı diyebilirsin. Bu savaşta başkalarına umut taşıması olası her canlı onların düşmanlarıydı Enoch. Anlamalısın ki yalan bile olsalar umut kelimeleri bir ağızdan ötekinin kulağına gitmek için çok tehlikelilerdir. Seraphim ise kaçtı, diğer dünyaların ve diyarların tanrılarına yardım dilenmek için gitti. Kanatları altında nicelerinin yaşamlarını taşıyordu. Onu kaçarken gören Zeus üç göz yaşı döktü ama bu başka bir hikâye, Zeus ona konuşmayı bahşettiğinde Seraphim bizim diyarımızdan, yani evrenimizden, çıkıp gitmişti bile.

Seraphim ateşten yaratılmıştı Enoch. Her yıldızda gücünü tekrar topluyor ve yoluna devam ediyordu. Her galakside unutulmuş veya inanılan tüm efendilerin sunaklarında birer zeytin dalı sundu. Yeni dünyanın efendilerinin ayak seslerini taşıdı, bir gün kendi dünyası ile işi bittiğinde onlarınkine geleceklerini duyurdu ve korku saldı. Birlik, tek yumruk olurlarsa alaşağı edilebileceklerini anlattı o minik kanatları ve yorgun düşmüş gagasıyla. Altın rengi güvercin bir zaman sonra o kadar çok yoruldu ki dinlenmek zorunda kaldı. Bir gölette soluklanırken ona tüm amacını unutturan bir canlıya rastladı. Güzeller güzeli olduğunu düşündü, onun için her şeyden vazgeçebileceğini ve aşık olduğuna hükmetti. Ne var ki rastladığı bir alaca ankaydı. Öyle koyu bir karanlıktır ki tüylerindeki yokluk, ona dokunamazsın. Ona dokunduğunda tüm geçmişini unutursun ve aniden saçların ağırır. Ancak Seraphim delicesine vurulmuştu. Alaca ankanın yanına geldiğinde Zeus’un ona verdiği dili daha önce hiç yapmadığı kadar kıvrak kullandı. Öyle methiyeler düzdü ki onları ben bile söylemeye utanırım. Anlarsın işte, muhabbeti gerçek sevginin şeker ağırlığını taşıyordu ancak ipek kadar zariftiler. Bilmediği şeyse alaca ankanın onun söylediği tek bir kelimeyi bile anlamamış olmasıydı. Zeus verirken alır da Enoch. Kendi dilini ondan almıştı. (ama bu çok aptalca Obliu, diğer diyarların tanrıları da Seraphim’i elbet anlayabilirlerdi? – hmm belki, ancak Zeus her zaman mantıklı kararlar vermiş bir efendi değildir) Kalbi kırgın Seraphim güzel ankanın peşinden uzun zaman uçtu. Ancak bir gün diğer her anka gibi yanıp kül oldu. Küllerinin başında asırlarca ağladığı söylenir. Niye diğer ankalar gibi tekrar doğmadığını anlamıyordu, bilmiyordu, onun küllerine dokunduğu an kendi dünyasını tamamen unutmuştu. Neden soluk alıp verdiğini bile bilmiyordu ama bir şey oldu. Benim bile anlatırken boğazımın düğümlendiği bir şey.

Seraphim’in unutmadığı tek şey küllerin sahibi güzel alaca ankaydı. Öylesine şarkılar söyledi ki nerede olduğunu unuttu. Diyarlar arasındaki eserdeydi. Karanlığın ayazından daha soğuk, en yüksek dağın karlarından daha ak, onu her unuttuğunda kaybolurken aklına tutunan anısına tekrar âşık olduğu kayıp bir yerdeydi. Onu duyabilecek ne bir tanrı nede herhangi bir varlık vardı. Ancak Enoch, orada biri vardı. O bir varlık değil yokluktu. Zaman nehrinin sürükleyemediği yegâne şeydi. O kendisiydi! O yokluktu. Bilirsin tanrıların sözleri hükümdür, düşünceleri senin hayallerin olur, güneşi tepene, toprağı altına ve havayı ciğerlerine doldururlar. Ancak onlar ‘her şeyi’ yapabiliyorken ‘hiç bir şey’ de var olmak zorundadır. Peki o nerede hiç düşündün mü? Seraphim alaca ankasını kovalarken hiçliği bulmuştu. Daha önce tanrılarca düşünülmemiş, yaratılmamış, yaşanmamış tüm anıların efendisi ve unutulmuşluğun yaylalarında yürüyen kişi, evet ben onun adını taşırım, Obliu. (Öksüzdüm ve bu öyküyü ilk dinlediğim zamandan beri bu isim hoşuma gitmişti, bana öyle bakma) Ankanın başında sonsuz yasını tutan Seraphim’in ağıtları onun kulaklarına gelmişti. Hep duyduğundan çok farklıydı, çünkü ilk kez bir şey duyuyordu. Hiçliğin dehlizlerinde ses bile yankılanacak enerji bulamazken Seraphim kendisini tüketiyordu, sadece yardım edebilecek birisi olsaydı… sadece bir el. Obliu ona öyle üzüldü ki tanrıların hükümdarlığına Seraphim’i götürmeye karar verdi. Seraphim’e “Benim nefesim onun kalbinde yankı bulmaz, ateşini tekrar yakamam, senin sevgin ise ne kadar yüce olursa olsun ölüyü geri getirecek kıvılcıma sahip değil. Onu kendi dünyana götür, eminim efendilerin aynı benim gibi bu ağıtlarına kulak vereceklerdir. Ancak seni kendi diyarının sınırlarına bir şart ile götürürüm, kanatlarını geride bırakacaksın, onlar hiçliğe ait olmalılar. Ancak bu şekilde senin alaca ankaya olan aşkından ‘kesinlikle’ emin olabilirim; özgürlüğünden aşkın için vazgeçmen gerek” diye buyurdu. Seraphim aklını saran beyazlıkta hiçliğin efendisince avutuldu. Zamanın olmadığı diyarda yürümediler veya uçmadılar. Efendi onu sınıra an içinde getirmişti bile. Seraphim sözünü nasıl tutacağını merak eder şekilde düşüncelere daldı. Obliu ona bir öneride bulundu ve Seraphim düşünmeden yerine getirdi.”

Enoch her şeyi unutmuş Obliu’yu dinliyordu. Gardiyansa on dakika falan umurunda olmaksızın kulak kesilmişti. Ömründe duyduğu en farklı şeydi bu. Başka diyarlar ve dünyalar, öteki tanrılar ve son olarak Seraphim. “Seraphim, ona sonra ne oldu Obliu?” dedi heyecan ile oğlan. Adam arkasına yaslandı ve iç çekti. Taş tavana bakıyordu ve öylece hikâyenin sonunu anlattı. “Seraphim, o değişmişti. Zeus’un önünde belirdiğinde eskisi gibi değildi. Tamamen farklı yaratık olmuştu, bir kargaydı artık. Kanatları vardı ancak sanki kendisine ait değildiler. Zeus buna rağmen onu tanıdı çünkü üzerinde kendi hükmü vardı, dili. “Ne oldu sana Hermes’in kanadı, yokluğunda diğer efendiler birden bire çekip gittiler. Karanlığın dehlizlerine çekildiler, sindiler. Hemde senin gelişinden hemen önce.” Efendinin aklı karışıktı, diğer diyarlarda olup bitenleri öyle ya da böyle bilirdi ancak Seraphim uzun zamandır kayıptı. O sürede insanlık Zeus ve onun çocuklarını unutmuşlardı. Karga ona cevap verdi “Adım Hermes’in kuşudur. Kendimi eğitmek için kanatlarımı yedim. Ateşten gelen olsa bile, ben eski ben değilim. Özgürlüğümü aşkım için feda ettim, nitekim bunun anlamını bilemedim. Özgürlük aşkın için yaşamını feda etmektir, özgürlüğün kendisini aşk için feda edemezsin; yoksa o artık aşk olmaz, sadece bir saplantıdır. Bunu anladığımda alaca karga küllerinden tekrar doğdu. Beni hiç bir zaman anlamamıştı, ancak o bile sevgiyi gördüğünde tanırdı. Alevleri kalbimi dağladı ve asla kapanmayacak olan bir yara artık kabuk bağladı. Her şey için üzgünüm efendi, ancak adım artık Jack’tir.” Daha sonra Jack’in diyarların sınırlarını gözlemekten sorumlu olduğu söylenir. Olası ‘yeni dünya efendileri’nin geri dönüşü’ senaryosunu ön görmek için tüm evrenleri gezer ve ihtiyacı olanlara yardım eder. Güvercin kalpli bir kargadır o.”

Gardiyan ve Enoch ona bakakaldılar. “Jack’mi?” dedi ikisi de. Yüzlerinde bir ekşime vardı. “Nasıl bir isim bu böyle?!” dedi gardiyan tüm tatminsizliğini belli ederek. “Daha süslü bir ismi olsaydı beni asmaz mıydınız peki?” dedi Obliu vakurca. “İsimler önemli değildir, önemli olan yaşananlardır.” Enoch hikâyeden önceki haline çabuk döndü. “Son ana kadar onlara anlatmaya çalışacağım Obliu” dedi. Obliu başını salladı, “kalbin ne yapmak istiyorsa onu yap delikanlı” dedi. Sesinde neşeden eser yoktu ancak bir şekilde güçlüydü. Kapıdan çıkarken Enoch arkasına son defa dönerek kendisi için çok önemli bir soru sordu, “Hiç senin için çok önemli bir şey kaybettin mi Obliu?”. Adam düşünmeden cevapladı “Benim ömrümde hiç bir şeyim olmadı ki Enoch.” Gülümsemesi samimiydi.

Kapanış
Sakra’nın yaptığı savaş dillere destandı. Kapının önündeki o ilk sabahtan sonra ashuraların, yani iblislerin, hükümdarı Gond ile kanıyla yaptığı bir antlaşma imzalamıştı. Antlaşma gereği ashura büyücüleri Jong şehrinin etrafına en geç iki ay içinde en kudretli bariyerlerini öreceklerdi. Karşılığında ise Sakra ölen her insanın ruhunu savaş alanından bizzat hükümdar Gond’a taşıyacaktı. Ashuraya güvenmiyordu ama elinden gelen tek şey buydu. İblisi yenmek için bir ötekisi ile dans etmeliydi. Bilmediği kısmı o öncülerin icabına baktıktan sonra halkını Jong’a toplanmaya çağırdığında ve planlarını anlattığında, şehirden ayrıldıktan sonra, ashura büyücülerinin ördükleri bariyerin içindekileri yavaşça habisleştirmesiydi. İçlerindeki iyiliği yok etmek yerine karanlık yönlerini ağırlaştırıyordu bu bariyer.

İlk sabahı hiç bir ozan bilmez ancak bazıları kulaktan dolma anlatır. Derler ki Sakra kendi heykel gibi siluetini aniden açık etmiş ve tüm o şaşkın kızıl ışıklara maruz kalarak, silahlarından çıkan sessiz patlamalar eşliğinde vurulmuştu. Sakra bu yabancıların silahlarına tüfek, cephanelerine ise mermi dediklerini duydu. Dilleri farklı ve karışıktı. Çoğu zaman sadece eylem içeriyorlardı, askerlerin kullandığı bir tür olduğuna karar kılıp onların dilinde anlaşılacağını umduğu şekilde konuşmaya başladı. “Kanım toprak ile birdir, etim güneşin, gözlerim tüm ruhların sessiz öfkesidir. Yıkılın karşımdan yoksa hepinizi toprağıma bastığınız için sonsuza kadar lanetlerim.” Vücudundaki sayısız delik o konuşurken arttı. Durmaksızın ateş ediyorlardı. Vurulmamış bir yeri kalmadığında etleriyle kemikleri parçalar halinde yerlere döküldüğünde bile ayakta duruyordu. Güneş yüzüne vurdukça ve ayakları yere bastıkça Sakra ölümsüzdü. Ölümsüzlüğünü başkalarına beyan ettikçe başkalarınca öldürülemezdi. Bu sevilen bir hükümdarın ödülüydü. Ağaçların tek biri bile onun adını tahta çıktığı gün üç kere seslendirmezse ölümsüzlüğü düşerdi. Tahta kalbine bir kılıç saplayarak çıkardı her Tusun hükümdarı. Eğer ölmezse, gerçekten bir efendi olurdu ve kanadı gümüş rengi, saçları altın sarısı olurdu.
Askerlerden birkaçı “melek!” şeklinde fısıldadılar, Sakra bu kelimenin anlamını bilmiyordu ancak kendi dillerindeki ‘kutsal ağaç’ ile bir ses benzerliği gösteriyordu. Diğer birkaçı ise tuttukları silahlarını titremeden sabitleyemiyorlardı. Çelik gibi sinirleri olduğunu düşündüğü birkaçı ise halen taş gibi pozunu koruyordular. Elindeki bambu değnek onun gibi ölümsüz değildi, hiç bir silahı ya da savunması yoktu. Ancak tekrar birleşen organları ve kemikleri düşmanın kalbine korku aşılamıştı. ‘Eğer bu dünyadaki herkes böyleyse nasıl istila ederiz?!’ şeklinde düşündürmekti amacı. Bu amaca elbette ulaştı. Bariyer yapılana kadar bu oyunu işe yaradı.

Askerler tekrar ateş açtıktan sonra ve Sakra aralarından birisini bayıltıp yere serdiğinde hepsi ardına bile bakmadan kapıya geri kaçmıştı. Bayılttığı askeri sorgulayacaktı. Kaskını çıkarırken görmeyi beklediği şey aynı ashura kişileri gibi kızıl bir ten, sivri düşler ve mümkünse bir çift sivri boynuz görmekti. Ancak gördüğü şey bir insandı. Tek farkı, kanatsızdı. Sakra günlerce kapıyı yıkmaya çalıştı. Nasıl bir kötülük ile inşa edilmişse hiç bir çelik o kayalardan çentik bile sıyıramıyordu. Kutsal silahlar kırılıyor, büyüler geri sekiyordu. Gond kendi ejderhalarını üzerine saldığında, taşlar cehennem ateşine rağmen ısınmamışlardı bile. Orduların ayak seslerini ve savaş makinelerinin gürültüsü çekilmeyecek kadar yükseldiğinde Gond ile Sakra omuz omuza bekliyorlardı. Gond içten içe korkmuştu. Nasıl bir efendi onun alevlerine dayanabilecek bir tılsım örebilmişti? Sakra ile yakınlaşması kaçınılmazdı. Orduları arkasında zırhları ile dizildiğinde Gond’u yıllarca yalnış değerlendirdiğini düşündü Sakra. Kapıdan ilk çıkan bir kadındı. Kanatsızdı ve zırh giymiyordu. Kapının karanlığında diğer askerlerin çehreleri zar zor seçilebiliyordu. Kadın ashura ordusunu ve en öndeki ejderhalar üzerine binmiş komutanları huşu ile inceledi. Ürkmüş görünmüyordu, söyleyeceklerini düşündü ve geri dönenlerin raporlarından yola çıkarak adamın kendi dilini konuşabildiğine güvenip cümlesini sarfetti.

“Barış için gelmedik. Ağaçlarınız, toprağınız, mahsulünüz, değerli her şeyiniz ve işçiliğiniz için buradayız. Sizi silahlarınızı bırakmak için kandırmaya çalışmayacağım. Hem bizden birileri hem de sizden birileri ölecek. Ancak bu böyle olmak zorunda değil” – Gond’a doğru konuştu bu kez – “Bu adam senin için ne yaptı? Ben sana bu dünyanın yarısını öneriyorum.” Savaş alanında babana bile güvenmemelisin. Sakra bunu bilirdi, düşünürdü ve uygulardı. Bayılttığı askerden çok fazla şey öğrenmişti; tankları, tüfekleri ve barutu, uçakları, bombaları ve en önemlisi komutansız bir ordunun sadece dört kanat genişliğinde bir musluk ağzından içeriye boşaltılmaya çalışılırsa işgalcilerin sonunun ne olacağını. Kapıdan gelen kimsenin olmadığı zamanda esirini kendisine benzetmek için bildiği tüm tılsımları kullandı. Yüzü ve sesi aynen Sakra’ya benzediğinde onu kendisi olduğunu sanması için ayrıca büyüledi ve kapıdan içeriye daldı. Çekiç ile örs arasında kalan çelik olmaktan sakınmak istiyordu. Kapıdan geçtiğinde yepyeni ve rezil bir dünya bulmuştu. Kanatsız insanların arasında günler boyu yürüdü ve onları anladı. Başkalarının hammaddesine olan açlıklarını kavradı ve onların tarafından kapıyı kapatarak orduyu arkadan doğramakta karar kıldı.

Tam üç milyon kanatsız öldü, cenk on iki yıl sürdü. Daracık koridorda bir tarafta Sakra öte yanda Gond varken bu sefer sertleşen çelik insanlardı. Savaş geçidin dışına taştığında ve yaylalarda insanların savaş makineleri homurtularını çıkarttığında savaşın rengi değişti. Sakra tek bir insandı ve yok edilemezse bile tutsak edilebilirdi – tabi başarabilirlerse – ancak ashuralar sınırsız gibiydiler. Toprak yarılıyor ve aniden yüzlercesi fışkırıyordu. Dağlar patlıyor ve ergimiş magma ile bir insan üssü yerler bir oluyordu. Gökten asit yağıyor ve açık havadaki herkes kör oluyordu. Yeryüzünde cehennemi yaşadılar ama kendilerinden daha fazla iblisi yanlarında götürdüler. Son hamleleri Sakra’yı köşeye sıkıştırmaktı, öylesine umutsuzdular ki tüm kurmaylarını tek tek yok eden bu ölümsüz adama nükleer başlık yüklenmiş bir kamikaze eri saldırdığında tüm Tusun sarsıldı. Herkes ölmüştü. Ashuralar enerjiden yaratılmış bile olsalar bu muazzam gücüm karşısında orak karşısındaki başaklar gibi kıyılmışlardı.

Her şey bittiğinde Sakra yılların uykusuzluğu ve bitkinliği ile bariyeri kaldırmak için yürüdü. Büyü ile kendisini havalandıramayacak kadar yorgundu. Orman yolunu aştığında bir açıklıkta daha önce hiç görmediği bir büyünün izlerine rastladı. Daireler yeri yakmışlardı. Olabildiğince çabuk Jong’a gitti. Taze kısraklardan daha hızlı koşuyordu. Tüm şehir boştu, ümitsizlik ve korkuyla onca zaman güvendiği kalkana küfürler etti. Savaş alanından karşısında duramayarak kaçan Gond’a lanetler savurdu. Ta ki şehir meydanına varana kadar. Hemen herkes oradaydı. Bir idam gerçekleştiriliyordu. Darağacının ucunda bir kanatsız insan vardı! İçeriye nasıl girdiğini bilmiyordu ama şahit olduğu insanlar onun halkı olamazdı. Cellât kolu çekerek mahkûmun altındaki plakayı boşa almadan önce Sakra gürledi. “Siz kim oluyorsunuz da kendi vermediğiniz bir canı size zararı olmasa bile alabilme hakkını kendinizde görüyorsunuz?” Bir kurşun gibi kalabalığı deldi geçti. Herkes susmuştu ve yere bakıyordu. Bir şekilde suçlu olduklarına inandırmıştı onları Sakra. Tek biri yere bakmıyordu. Dimdik gözyaşları içinde karşısında diz çökmüş ona yalvarıyordu. “Lütfen onu kurtarın yüce efendi, yalvarırın Obliu’yu bağışlayın” Sakra genç adamı çenesinden zarifçe tuttu ve kaldırdı, “kimse önünde diz çökme, benim bile.” Gözleri kan çanağına dönmüş Enoch’un – kalabalık bu ismi fısıldıyordu ona – gözaltları en az Sakra’nınkiler kadar torbalıydı. Sakra yıllardır uyumuyordu ancak bu genç adam onun kadar acı çekmişe benziyordu. Obliu denen kanatsız insana baktı. “Adalet senin adına konuştu mu genç adam?” dedi. Sesi meydanda büyüdükçe büyüdü. Obliu’nun yüzü sertti, “adalet kör değildi ve elindeki de bir kılıç değil oraktı.” dedi amansızca. Enoch onun ses tonunu duyduğunda kaskatı kesildi. Sakra devam etti, “Bana hayatın karşılığında ne sunabilirsin?”

Obliu gülümsedi, “belki bir öykü efendim. Estu’nun öyküsünü duymuş muydunuz?”

 

Seraphim” için 9 Yorum Var

  1. Selamlar!

    Maksadım sadece yeni ayda gelen öykülere şöyle bir göz atmaktı. Senden de bir iki satır okuyayım dedim, bir bakmışım ki bitirmişim. 🙂

    Öyle keyifli bir öyküydü ki… Daha geçen gün okuduğum “Küre” ile bu öykünün yazarı aynı mı diye kontrol edesim bile geldi açık konuşmak gerekirse. O devrik cümleler, kopup giden anlatım yok olmuş; yerine harika bir ozanın kaleminden dökülen cümleler gelmiş gibiydi. 🙂

    Olayları adım adım işlemen çok iyi olmuş, hiçbir gedik yoktu kanaatimce. Apayrı bir evreni, devasa bir başarıyla yaratıp şekillendirmişsin. Tusun halkından, kanatlıların ölüme gidiş şekillerine kadar onlarca yaratıcı fikri içinde barındırıyordu hikaye. Hangi birisini sayayım bilemedim.

    Obliu ve Enoch’u öyle bir anlatmışsın ki… Bir karakteri tanımak için daha fazlası yapılamazdı bence, her şey gibi bu da tam kıvamında.

    “Seraphim” bölümüne gelene kadar “Mutlaka bu evrende geçen başka öyküler de yazılmalı” diye bir düşüncem vardı. “Seraphim” ve sonrasında bu düşünceden vaz geçtim. Belki çok çok daha başarılı öyküler çıkaracaksın bu evrende, ama benim için en özeli kuşkusuz bu olacak. 🙂

    Biraz da Sakra’dan bahsetmek istiyorum… O nasıl bir efendidir yahu… Her cümlesi olay, her adımı yankılı… Okurken feci derecede saygı duydum, Sakra’lı kısımlarda Enoch ve Obliu’yu, Enoch ve Obliu’lu kısımlarda da Sakra’yı özlediğimi itiraf etmeliyim. Sanırım hepsini isteyerek, büyük bir tamahkarlık gösteriyorum. 😛 Ama ne yapabilirim ki, çok iyiydiler.

    Kalemine sağlık, vermek istedikleri ve içinde barındırdıklarıyla; bu zamana kadar okuduğum en iyi hikayendi. Görünüşe bakılırsa, aynı zamanda bu ayın da favorisisin benim için. 🙂

    Diğer ay görüşmek üzere!

  2. Yorumun benim için değerli. Tek bir olumlu yanıt bile alırsam Enoch ile ilgili gerçek bir son hazırlamaya karar vermiştim bu öykünün son cümlesini de yazarken. Esasında Enoch ile ilgili olacaktı her şey, bir aşk hikayesi olacaktı. Hayatının aşkı çift kanatlı kızı arayacaktı. Ama nasıl olduysa hikaye böyle bir yön aldı 🙂 amatör bile değilim, nasıl bir yazar arzuladığı sonu getiremez.

    Sakra’nın amacına ulaşmasına sevindim. Güçlü bir karakter olmasını gerçekten çok istedim. Budist inancına göre Sakra Trāyastriṃśa dağının (yani tanrıların yaşadığı en büyük yerleşim kesminin) hükümdarı. Bir şekilde Zeus ile denk. Tabi öykümde ölümsüzlüğünü halkının ona sevgisinden alan bir hükümdar sadece.

  3. Daha önce oturup bir “kurgu taslağı” hazırlanmadan yazınca, böyle sonuçlar doğurabiliyor. İşler her yere gidebilir, bu tamamen senin yaratıcılığına bağlı. Çok öykü okudum, kurgulanmadan yazılıp çığırından çıkan. Bence işleri harika bir şekilde kontrol edip, toparlamışsın. Ki sen söylemesen daha önceden kurgulanmamış olduğunu anlayamazdık bence. Bunu kafaya takmamanı öneririm.

    Yola devam! 🙂

  4. Başlık oldukça ilgimi çektiği için geçen gün iş yerinde okuma fırsatı buldum yorumunu ise şimdi yapabiliyorum… Oldukça sürükleyici idi. RPA hikayendeki gibi karışıklıklar bunda yoktu. Herşeyi planlı anlatmışsın gibi. Sanırım yine bilgisayar masan sarı sarı not kağıtcıkları ile dolup taşıyordu yazarken. Yeni karakterle yeni bir dünya yaratmak zor iştir. Sen ise bunun hakkını vermişsin tebrik ederim ve bu hikayenin devamını beklediğimi belirtmek isterim. Seçkide bol şans…

  5. Hayalgücüne hayran olmamak elde değil Nihbrin. Tasarladığın dünya, karakterler, kanat olayı… hepsi birbirinden ilginç ve zengin fikirler. Yorum yapmaya bile kıyamıyorum. Seni canı gönülden tebrik eder ellerini hararetle sıkarım.

  6. Teşekkür ederim.
    @Malkavian, hiç postip yoktu. Düşünmeden yazdığım şeyler daha iyi oluyorlar bunu uzun zaman önce kabullenmiştim (rpa bu yüzden bir deneydir benim için) ancak sonu uçuyor bu durumda da. Yeni bir dünya henüz yaratmadım. Bu güne kadar okuduğum, izlediğim ne varsa hurdacı hesabı işe yaramaz gibi görünen özelliklerini alıp kendi montajımı yapıyorum şimdilik. Bir teoriye göre tamamen orijinal bir kurgu yaratmak bundan 100 yıl öncesine göre çok daha zor. Eskiden bile aynı kurguyu/buluşu çok yakın tarihlerde birbirinden habersiz bulan/yazan insanlar vardı.

    @Mit, Kanat olayı aklımda kıvılcımlandığında heyecanlanmıştım oldukça “Kimse yazmamış ben yazayım sonra yazdığımı okuyayım ^^” gibi bir moda girmiştim.

  7. Nihbrin, senin elinden çıkan okuduğum en iyi hikaye demeyeceğim. Bir yazara bunun söylenmemesi gerekiyor. Yazının senin için önemini anlamak gerekiyor onun için önce. Ama gerçekten de çok başarılı bir öykü bu. Özellikle içinde bulundurduğu özgün fikirler açısından mükemmele yakın. İnsanların ağaçlardan doğması, paralel dünyalar, ölümsüzlüklerine rağmen saf bir halk. Bütün bunların dışında son zamanlarda okuduğum en orijinal şey belki de kanat meselesi. İlk duyduğumda da hayran kalmıştım.

    “Eğer senin kanadın yoksa Enoch, bir yerlerde çift kanatlı, sadece senin için yaratılmış bir kız olmak zorunda.”

    Her şeyin uyumunu o kadar güzel açıklıyor ki.

    Bu hikayenin daha da uzun soluklu ve genişletilidği için akıcı olan halini düşünüyorum da heyecanlanıyorum. İçinde her şeyin potansiyeli var. Mükemmele ulaşabilecek bir aşk hikayesi, o aşk hikayesinin farklı bir boyutta aktarılışı, olması gereken güç tanımı, yapılanların sonuçları, saflık, savaş. Bu yüzden senin açından önemli olduğunu düşünme cesaretinde bulunup, elinden çıkan, en çok beğendiğim öyküydü diyorum, kusuruma bakmayasın 🙂

    Tebrik ediyorum.

  8. Vay vay. Bu nasıl bir sondur böyle? Yoksa bir devam bölümü mü seziyorum?

    Bu seçkide rastladığım ikinci karga vakası oldu. 🙂 Geniş fakat bir o kadar dar dünya kurgulamışsın sanki. Kuşbakışı oldukça sade fakat alçaldıkça hiç beklemediğin detayların oluşması gibi… Oldukça ama oldukça hoşuma gitti.

    Diğer öykülerinden daha iyi olmuş bana sorarsan. Çok daha fazla sarıyor ve sonunu çok daha fazla merak ettiriyor. Karakterlerini bayağı başarılı bulduğumu söylemeliyim. Benzeşme yok, birbirlerini andıran özellikleri yok. Obliu favorim oldu bile!

    Sadece merak ettiğim bir tarafta yapmış olduğun mantık hatası ya da bana öyle geliyor. Başlarda Enoch’un Dünya hakkında bir bilgisi olmadığını söylüyorsun bizlere fakat sonrasında Obliu ile karşılaştıktan sonra onun bir Dünyalı olduğunu anladığını belirtiyorsun. Şimdi burada ben mi yanlış bir varsayımda bulunuyorum yoksa Enoch’un Dünya hakkında bir fikri var mı? Ya da Dünya’dan haberi var, fakat içerisindeki varlıkların kendisine benzediğini bilmiyor?

    Sonunun o şekilde bitmiş olma ihtimalini göz ardı etmek istiyorum. Çünkü ucu açık bırakılmış. Obliu’nun anlattığı hikayeler oldukça ilgi çekici. Şu Estu’nun hikâyesini de duyalım bence. 🙂

    Ellerine sağlık, sevdiğim ve hevesle okuduğum bir öykü oldu.

  9. Enoch Tusun’a saldırıldığını biliyor. Saldıranların “dünyalı” şeklinde isimlendirildiğini de biliyor. Zaten tusunluların bildikleri “tek” şey bu, isimleri. Kendisi gibi kanatsız tek bir başka tusun olmadığına göre bunun bir dünyalı olması ihtimali yüzde kaçtır? Mantık yürütüyor Enoch. (Estu’nun hikayesinin adı “KIRMIZI” anlayan anladı :P)

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *