Öykü

Sonsuzluğa Ağıt – Bölüm 1

Kovalarken kirli düşünceler kanayan zihnimi
Dolaşırım tozlu ve viran olmuş sokaklarda
Zihnim kötülük dolu, kalbim korkak ve şefkatli
Fakat bileklerim yeterince kuvvetli

Gelmek üzere olan kötülüğü durduramayız
Aydınlıklar kararacak, güneş ikiyüzlülerin kanlarıyla sönecek
Hüküm sürecek, dudaklarda yalvarış zihinlerde korku
Mühür vuracak, gölgeler canlanıp mahvolmuş yaşamlara

Ve o gelecek
Doğmamış bütün piçlerin babası, evlatları ile
Turiel, Siramur, Volo, Peziskath ve Zarvand
Kaçınılmaz olan sonu hazırlamak için, acımasızca

* * *

Derler ki, Karanlığın Efendisi ruhunu sonsuz boşluğa teslim etmeden evvel ilk ve son defa konuşmuş. Yaşarken bir şeyler demesine gerek yokmuş. Bakışı yasa, parmak hareketi ölüm, gülümsemesi sonsuz acıymış. Yarısı parçalanmış yüzünden duman tütmekteymiş. Böylesine zayıf bir vaziyetteyken beş oğlu da karşısındaymış. Ve şöyle konuşmuş evlatlarına.

“Nefret, nefret, nefret… Sonu belli olmayan bu yolculukta her şeyi deşmek… Gebertmek…”

* * *

Gecenin içerisinde garazkâr bir lütufla parlayan şiddetli ışıklar pencerelerin vitraylarından yansıyarak, yaşanmakta olan kıyıma tanıklık ediyordu. Yağmur taneleri, kuruması için ızgaralara asılmış olan çokça tütünü helak edecek öfkeye sahipti. Yaz gününde yağmurun yağması görülmüş bir şey değildi, bu sebepten tütünlerin üzerine korunak çekilmemişti. Kimileri kurutma işlemini ambarda gerçekleştirmeye karar kılmıştı ve şimdi oralar alevlerle kaplıydı. Yaratıcıya öfke tutmuş, sönmeye katiyen niyeti olmayan dirayetli alevler.

Efendi Twist kınından kamasını çıkararak ahşap bir sandalyeye kuruldu. Üzerine ay taşından girift desenler işlenmiş olan oldukça değerli bir kamaydı. Alevler yurdunda dans ederken, o bir karar vermek zorundaydı. Kaldırdı kamayı ve sol gözüne sapladı. Düştü yere. Yurdun artık bir efendisi yoktu.

Toprak bir evden yedi yaşlarında olması gereken bir kız çocuğu ağlayarak dışarı çıktı. Anne, diye bağırarak çaresizce yıkıntıların arasında dolaşmaya başladı. Korku o kadar ilkeldi ki kimse küçük çocuğa yardım etmeyi düşünemedi. Anne, anneee. Şimdi, yurttaki insanlar garip görünümlü kimselerle dövüşmekteydi. Çocuk yolunu değiştirdi. Kafasını kaldırıp favori yıldızını gördü ve onun yönünde ilerledi. Az ileride, annesiyle birbirlerini gördüler. Koşmaya başladılar sarılmak için, hızlıca. Kızım, biricik kızım. İşte tam o anda, kara ve alevli bir ok küçük kızın omzuna saplandı, bir sonraki sağ gözüne, daha sonraki yüreğine. Anne feryat etti, durmaksızın. Onun ölümü de hızlıca geldi. Daha önce böyle bir kıyım sadece bir kez görülmüştü.

Gelen, Zarvand’dı.

* * *

Bir kahkaha attı kendine Siramur. Etrafındaki silahlı adamlar çekinceyle izlediler. “Deli bir adamdır bu Zarvand,” diyerek lafa girdi. “Çıldırmıştır. Lakin merttir de aynı zamanda. Yüreğinde korku olmayan bir adam,” bu sefer oldukça yüksek sesle bir kahkaha attı.

“Lordum, bu iyiye mi işaret?” diye sordu pos bıyıklı, keskin hatlara sahip, zırhında çizik bulunmayan ve avlanmaya hazır vaziyet içerisinde bulunan savaşçı.

“Işıkları görmüyor musun Keskinhat! Bıyıkların o kadar uzamış olamaz ya!”

Savaşçının gerçek adı Kristian Olin idi. Suratının sertliğinden dolayı ise ona Keskinhat lakabı yakıştırılmıştı. “Ben bir şey göremiyorum lordum.”

“Ah! Sizlerin sadece basit ve sıradan insanlar olduğunuzu bir an unutmuşum. En doğrusu, Zarvand gibi, karanlık varlıkları yanına almak ya,” Karanlığın Efendisinin oğullarından sadece Siramur insanları kendine yoldaş eylemişti. Güçlü ve zeki erkekleri yetiştirerek bir canavara dönüştürme ustasıydı o. “Kuzeye bakın ahmaklar. Bir ışık kendini belli etmekte. Atlarınıza sonra yulaf yedirirsiniz. Gidiyoruz.”

Efendi, oğullarından en çok Zarvand’ı severdi, kendisine pek benzediğinden. Ona bir keresinde gizlice şöyle öğütlemişti, bir gün olurda yok oluş beni esir alırsa, öyle bir katliam yap. Öyle bir kan akıt, öyle bir ateş yak ki o anda tüm kardeşlerin koşup sana gelsin. Biçare bedenlerin ölü kokusu kulaklarına çalınsın. Çığlıkları sonsuz sessizlikte hissedilsin. Bunu yapanın sen olduğunu anlasınlar. Önüne diz çökmeye gelsinler. İşte o vakit bildiğini eyle.

“Kuzey Işıkları’na.” Savaşçılar hep birlikte bu narayı atmaya başladılar, kuzeye doğru yol alırken.

* * *

Ufak bir demir kabın içerisindeki kaynayan suya bulabildiği ve yanında olan tüm sebzeleri attı. Şalgam, karahindiba, soğan, mantar, hardal ve çok az kekik. Mütevazı bir rayiha havaya utangaçça karışmaya başladı. Yaban topraklarını karış karış gezerek, kendini bulma çabasına girdiği vakitten beri midesi lezzetli bir yiyecek görmemişti. Yemek hazır oluncaya dek bir taraftan da kılıcını bileyleme işine girişti.

Köhne kıyafetlerle tanınmaz halde batı topraklarını düzenli olarak arşınladığından dolayı insanlar onu tanımaktaydı. Ufkabakan diyorlardı ona, dalgınlığına karşılık. Az konuşurdu fakat duymasını bilen bir kulak onun sesini tanırdı.

Yemek kabını karıştırırken kan kokusunu duydu. Korkunç bir hışımla ayağa kalkıp kuzeydoğuyu hedef alarak bağırdı.

“Zarvaaaaaand.”

Dizginleri kavrayarak yola düştü Turiel, kara kanatlı kuşlar gökyüzünde cirit atarken. Ateşin üzerindeki yemek ise öylece kaynamaya devam etti.

* * *

“Üst üste sekiz kez Ejderhanla kazanmamalıydın seni budala!”

“Öyle olsaydı hancının buruşuk kızı kucağıma oturur muydu hiç!”

“Kaybettiğimiz paraların üstüne yediğimiz dayakta pek bir tatlı oldu sayende,” dedi Volo kardeşine. “Bir an gene etrafa şimşekler göndereceğini düşündüm.”

“İsteseydim çakardım!” dedi Peziskath, kardeşine hiddetli bir bakış atarak.

“O ateş baloncukların olmadığı vakit bir avuç sarhoş çiftçinin seni haklayabileceğini görmem iyi oldu açıkçası. İnsan yol arkadaşının eksiğini iyi bilmeli, derler.” Diyerek yüksek sesle kahkaha atmaya başladı. “Kâğıt oyununda en namuslu bir adam bile üçkâğıt yapabilir. Oyunun doğasında bu vardır, daha fazla kazanma arzusu canlıları esir alarak benliklerini istediği şekilde yönetir. Karşındaki adamın elinde toplamda bir Anka vardı ve oyunu Köpekbalığı ile kazanacağını bilmene rağmen neden Ejderhayla kazanarak tüm dikkatleri üzerine çektin ki? Mütevazı bir oyunla kazanmana engel olacak ne gibi bir sebep bulunabilir?”

“Geçerli bir sebep için düşünmem lazım gelebilir.” Dedi Peziskath düz bir sesle.

“Düşün o takdirde.”

Kardeşler hiç konuşmadan soğuk rüzgârların uçuştuğu vadi boyunca yürüdüler. Yağmur sularının oluşturduğu bir gölete yaklaştılar. Volo, susuzluğunu giderdikten sonra kafasını suya sokarak serinlemeye çalıştı, oysaki hava zaten soğuktu.

“Hatırladım.” Dedi Peziskath, aniden.

Volo, saçlarını geriye tarayarak çakıl taşlarının üzerine attı kendini. “Dinliyorum.”

“Efendimizi, babamızı kaybettikten sonra bilincimi yitirmiştim. O kadar güçsüzleşmiştim ki kendimi ıssız bir mağaranın çorak tünellerine attım. Belki iki belki de üç yıl yaşadım orada öylesine. Sonra, sonra karar verdim,” derin bir nefes aldı. “İnsanların arasına karışıp onlar gibi olmaya çalışacaktım. Onlara yardım edecektim.”

“Ah şu Turiel’in saçmalıkları!” Diyerek araya sıkıştırdı Volo.

“Alçakgönüllüydüm. Sahiplendi insanlar beni. Sevdiler, değer verdiler. Sonraki vakitler kullanmaya başladılar, faydalandılar. Erkekleri daha çok çalışmamı emretti, kadınları ise onları daha sert düzmemi. Bir gün savundum kendimi. Hor gördüler, sopalarla vurdular. Şehrin ortasında bir panayır vardı. Oraya götürdüler. Çırılçıplak soydular, kalabalığın gözleri önünde, utanç. Utandım, utanmıştım çok.”

Öfkesi tepesine çıkan Volo yumruklarını sertçe sıkmaya başladı. İnsanlar, kahrolası insanlar, diye düşündü.

“Öyle ki öfkem utancımı bastırdı. Toparlanmam üç koca günümü aldı. Soluğu demircinin yanında aldım. Ondan bir kılıç ve de bir balyoz istedim. Getirdi ve ilk onun kafasını ezdim. Meydana çıktım. Kalabalık toplanmıştı. Korkaktır insanlar, masuma taş atanı çok olur lakin gözünü kan bürümüş olanı görünce annelerinin sıcak memeleri akıllarına gelir. Beni en çok utandırmış olanlardan başlayarak sırayla başladım kan akıtmaya. Üç çiftçiyi paramparça ettim. Sonra sırayla yedi fahişeyi biçtim. Çocuklarının kafalarını uçurdum. Bir annenin kucağındaki bebeğin gözlerini oydum, sonra annesinin dilini kopardım yakarışını duymazdan gelmek için. Geriye canlı kalanlar hürmetle baktılar bana. İşte o an gururu yaşadım.” Ayağa kalkarak gözlerini kardeşine dikti. “Sakın bana hakikate yabancılaştığımı söyleme. Bundan sonra ya hep en fazlasını kazanacağım ya da tek bir defa gerçek şekilde kaybedeceğim,” kardeşini severdi fakat gururu hep üstün gelirdi. “Bir daha karışmayasın bana!”

Peziskath şimdi gözlerini batıya dikmişti. Volo da ayağa kalktı. İki kardeş yüzlerinde dirayetle bakmaktaydılar, bir hancının gözlerinin göremeyeceği uzaklıktaki alevlere. Kardeşler bir an için birbirlerine bakışıp gülüştüler ve koşarak yola çıktılar. Volo’nun saçları hala ıslaktı.

* * *

Bir kurt. Sessiz bakışlı, çelik gövdeli, kesik kuyruklu. Karanlığın ötesi, sonların başlangıcı ve yaşamın hüznünde garazkâr adımlarla kudretli bir şekilde sıkıca tutunmakta yeryüzüne. Bir gözü yeşil, ümit ve hüzün. Diğeri kara, hicap, melun ve menfur. Özgürlüğüne koşar bedbaht adımlarla. Özgürlüğüydü bir canlının sıcak kanını akıtmak. Özgürlüğüydü yaşamlara son vermek. Özgürlüğüydü tek başına yol almak bu müşkül yolculukta, yalnızlığa mahkûm olmak. Ödülüydü nefes almak, umursamazca. Öfkesiydi, adaletsizliğin bedeni üzerinde vuku bulması. Gayesiydi koşmak. Kaçmak, müphem mutluluklara.

Bedenine bir enerji dalgası aniden sirayet etti. Canhıraş bir inleme saldı etrafa, derken huzurla taştı vücudu. Şimdi tamamlanmıştı. Koştu kuzeydeki ışığa doğru, pervasızca.

* * *

DEVAM EDEBİLİR

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *