Öykü

Tek Oğul

Dokuz yaşındasın, bunu biliyorsun. Ve bir de adının Prens Demoven olduğunu… Ama bunun dışındaki hatıralarından tamamen yoksunsun. Çocukluğuna dair küçücük bir şey, ufacık bir kesit bile anımsayamıyorsun. Bir dadın olmuş muydu? Okuma yazmayı ne zaman öğrenmiştin? Arkadaşların var mıydı? Varsa neredeydiler? Bu sorulara yanıt veremiyor, hatta kendilerine tekabül eden bir cevap olup olmadığını bile bilmiyorsun.

Sarayda kendine ait bir odan var, kıyafetlerin, kitapların, eşyaların… ancak onlara ilk kez ne zaman sahip olduğunu, okuduğunu, giydiğini bir türlü anımsayamıyorsun. Odana çekildiğin zamanlarda sana tamamen yabancı gelen eşyaların arasında, sana tamamen yabancı gelen kıyafetlerin içinde öylece oturuyorsun yatağının köşesinde.

Sahip olmadığın diğer şeyse bir anne. Ve de kardeşler… Kendini bildin bileli yalnız birisin. Saray erkânındaki ve kraliyet tebaasındaki diğer çocuklar her daim senden uzak duruyor. Kıskanıyorlar seni, çünkü sen prenssin… ya da en azından öyle olduğunu farz ediyorsun. Karşılık olarak sen de annelerinden gördükleri şefkati, kardeşleriyle oynadıkları oyunları, hatta kavgaları imrenerek izliyor ve annenin nasıl biri olduğunu merak ediyorsun. Lâkin ne zaman onu düşünmeye çalışsan zifir karası bir duvara tosluyorsun âdeta; çünkü kadına dair tek bir iz, tek bir emare dahi yok koskoca sarayın içinde. Tıpkı hatıraların gibi…

Bir keresinde merakına yenik düşerek sarayın Onur Salonu’na gizlice sızmış ve oradaki portreleri tek tek incelemiştin. Onlarca kadim kral, gösterişli kıyafetlerinin içinde ve altın çerçevelerinin arasında tepeden bakıyordu burada tüm ziyaretçilerine. Altlarında yer alan altın plakalarda yazılanlara göre hepsi de senin atandı. Babanın babasının babası, babanın babası… ve baban. Kral XVI. Demoven… Tüm atalarının adı Demoven’di ve hepsi de çerçevelerinin arasında yalnızdı; tıpkı senin de bu sarayda, seni çevreleyen taştan çerçevede bir başına olman gibi. Ne yazık ki odada annene dair herhangi bir portre yoktu. Hiçbir kraliçenin yoktu…

* * *

Hatırladığın ilk şey geçen sene sarayın avlusunda koştururken feci bir şekilde düştüğün ve dizini yardığın. Hissettin acı o kadar yakıcıydı ki âdeta beynine dağlanıyordu. Öyle ki prensliği falan bir kenara bırakıp ciyak ciyak ağlamış, ortalığı galeyana getirmiştin. Hizmetkârların etrafında dört döndüğünü görünce de bir nebze de olsa teselli bulmuştun. Birazdan seni kucaklayacak, temizleyecek, yaranı saracak, avutacak ve yaltaklanacaklardı; hizmetkârlar bunun için vardı. Ancak durumun hiç de beklediğin gibi geliştiği söylenemezdi. Seni kucaklamasına kucaklamış, yarana bakmışlardı ama öfkeli, tedirgin ve korku dolu ifadelerle. Kimsenin seni avutmaya niyeti yoktu; sana yaltaklanmaya da öyle… Çok geçmeden bunun sebebini anlamıştın. Baban, yani Kral XVI. Demoven, hizmetkârlardan sadece birkaç dakika sonra peşinde özel muhafızlarıyla birlikte avluya çıkmış ve âdeta bir kasırga gibi gürlemişti.

Uzun boylu ve geniş omuzlu bir adamdı baban. Eğitimli bir savaşçının bedenine sahip olsa da ilerleyen yaşı nedeniyle vücut hatları yer yer yuvarlaklaşmaya başlamıştı. Kestane rengi kaşları ve aynı renkteki sakalları çalı gibi gürdü. Bordo bir kaftan giyiyor, elinde kraliyetin simgesi olan zümrüt asayı tutuyor, başında da altın tacını taşıyordu.

“Kimdir bu sorumsuzluğun mesulü?” diye sormuştu Kral, öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir suratla. Hizmetkârlar suspus olmuş, korkudan tir tir titreyerek babanın karşısında ezilip büzülmüşlerdi. Göğsün kabarmıştı. İşte baban buradaydı; seni koruyor ve kolluyor, bu işin sorumlularını cezalandırıyordu. Gerçi ortada senden başka bir kabahatli yoktu ama olsun.

“Buyruğum yeterince açık değil miydi?” diye devam etmişti Kral, kimseden cevap gelmeyince. “Prensin kılına bile zarar gelirse, vücudunda tek bir çizik bile oluşursa bunun bedelini misliyle ödersiniz demedim mi?”

Hizmetkârlardan bazıları cevap mahiyetinde bir şeyler mırıldanmıştı. “Prens hazretleri kendi düştü,” deme cesaretini göstermişti biri. Ama bu çabası Kral’ı daha fazla öfkelendirmekten başka bir işe yaramamıştı.

“O zaman önüne yataydınız! Düşmesine müsaade edeceğinize siz kendinizi yere ataydınız!” diye gürlemişti baban. “Bacaklarını kesin, sonra da şehir çöplüğüne atın,” diye eklemişti sonra da, özel muhafızlarına dönerek. Askerler verilen emri sorgusuz sualsiz yerine getirmek için harekete geçmişti. Hizmetkârlar dizlerinin üstüne çöküp gözyaşları arasında af dilense de Kral onlara kulak asmamıştı. Dikkatini çoktan sana vermişti bile.

Ne diyeceğini bilemeyecek kadar şaşırmış bir vaziyetteydin. Bir an için suçunu itiraf etmeyi, hizmetkârların bir kabahati olmadığını belirtmeyi düşünsen de babanın için için yanan gözlerini üstünde hissettiğinde kendinden başka kimseyi düşünemez olmuştun. O gözlerde sevgi, merhamet ya da acıma yoktu; vadettikleri tek şey kin, öfke ve gözdağıydı.

“Bana ne yaptırdığını gördün mü çocuk?” diye esip gürlemişti Kral. “Ben sana dikkatli olmanı, vücuduna iyi bakmanı söylemedim mi?”

Ürkek ürkek kafa sallamıştın, fakat bahsi geçen konuşmayı hatırlamadığından emindin. İşin daha da tuhafı düştüğün andan öncesine dair hiçbir şey hatırlamamandı.

“Artık avluda oynamayacaksın, koşmayacaksın, ağaçlara tırmanmayacaksın. Bir prens gibi davranacaksın. Parmağına kıymık bile batsa etrafındaki herkesi cezalandıracağım, saçının kılına bile zarar gelse keller kopartacağım. Beni anladın mı?”

“Neden?” diye sorabilmiştin sonunda.

Aldığın tek cevap kısa ve soğuktu. “Çünkü sen benim tek oğlumsun.” Yine de Kral bunun her şeyi açıklamaya yettiğini düşünüyormuş gibi görünüyordu. Bu, babana dair de ilk hatırandı ayrıca. Ondan öncesi diğer her şey gibi karanlıktaydı.

* * *

On dört yaşındasın, sadece beş yıl öncesini hatırlayan bir tarih öğrencisi. Geçmişinle ilgili hatıralarından hâlâ yoksunsun; fakat avludaki o günden bu yana yaşananları aklında tutabiliyorsun. Bu konuyu babanın emriyle sana tarih hocalığı yapan ihtiyar kadına danışmaya karar veriyorsun, ne de olsa ihtisas alanı geçmişte yaşananlar üzerine, değil mi? Ancak ihtiyar kocakarı seni duymazdan geliyor ve derse devam etmeniz gerektiğini belirtiyor. Yüzündeki kırışıkların ardında gördüğün o ifade kırıntısı korku muydu, yoksa sana mı öyle gelmişti?

Hâlâ bir arkadaşın yok, hâlâ yalnızsın. Saraydan dışarı adımını bile atamıyorsun. Sana gerçek bir ilgi gösteriyormuş gibi görünen tek kişi baban; o da son derece soğuk, mesafeli… Seninle sadece mecbur kaldığı zamanlarda konuşuyor; ilgilendiği tek şey sağlığın ve eğitimin.

Kendini derslerine veriyorsun, en azından kafanı dağıtmaya yarıyorlar. Pek çok şey öğreniyorsun. Krallığın geçmişini, soyunuzun elde ettiği başarıları, fethettiğiniz toprakları… Hatta babanla ilgili o güne dek duymadığın pek çok şey de okuyorsun. Annenle ilgili detaylar hariç… Bu konuyu hocana sorduğunda kadın dersi apar topar sonlandırıp odanı terk ediyor.

Her bir Demoven’den muhteşem, azametli, olağanüstü gibi ifadelerle bahsedildiği gözünden kaçmıyor. Bu da kitapların taraflı olduğunu düşünmene neden oluyor. Saraya yeni alınan aşçı yamağını biraz tehdit, biraz da rüşvetle ikna edip şehirden farklı ve detaylı bir tarih kitabı temin ediyorsun.

O gece odanda gizlice okudukların seni şaşkına çeviriyor. Hocanın sana öğrettiklerinden farklı bir şeyler göreceğini tahmin etmiştin zaten, ama bu kadarını da beklememiştin doğrusu. Kitapta babandan ve diğer tüm Demovenlerden zorba, gaddar, tiran gibi ifadelerle bahsediliyor. Halkın sizden ne kadar nefret ettiği ama aynı zamanda ne kadar çok korktuğu, nesillerdir süre gelen hükümdarlığınızın demir yumruğunun altında nasıl ezildikleri, komşu ülkeleri fethederken sergilediğiniz barbarlıklar…

Kitaba göre her Demoven kendisinden önceki kralı öldürerek geçmiş tahta. Kanın donuyor. Baban da dedeni mi öldürmüştü yani? Ve senden de aynı şeyi yapmanı mı bekliyorlar? Bu yüzden mi baban sana karşı bu kadar mesafeli, bu kadar uzak?

Annen! Kitapta annenle ilgili bir satıra rastlıyorsun! Ellerin titriyor, soluğun kesiliyor, diğer her şeyi unutuyorsun ve heyecanla yalayıp yutuyorsun o az ama kıymetli hecelerin her birini. Sonra da bunu yaptığına bin pişman oluyorsun… başından aşağı kaynar sular, yanaklarından aşağı yaşlar dökülüyor; kitabı bir kenara fırlatıp yatağında hüngür hüngür ağlıyorsun. Anne katili… işte sen busun. Sana can veren kadını doğum esnasında onun canını alarak ödüllendiren hain evlat.

Sabah kalktığında kitabının yerinde yeller esiyor. Tarih hocan bir daha sana ders vermeye gelmiyor, aşçı yamağıysa sırra kadem basıyor. Eğer şehir çöplüğüne giden yolu bilseydin onu orada bulabileceğinden şüpheleniyorsun. Ya da en azından ondan arta kalanları…

“Neden?” diyorsun babana.

Aldığın tek cevap kısa ve soğuk. “Çünkü sen benim tek oğlumsun.”

* * *

On sekiz yaşındasın, sana ait olmayan kıyafetlerin içindeki bir siyaset öğrencisi. “Geleceğin kralı olacaksın, hazır olmalısın,” diyor babanın emriyle sana hocalık yapan ihtiyar âlim. Yine de gözlerine baktığında sana eğitim vermekten ne kadar tiksindiğini görebiliyorsun.

Artık böyle şeyleri kolayca anlayabiliyorsun, çünkü o canı çıkasıca kitabı okuyalı dört yıl geçti ve içinde yazanların doğruluğu zalim hayat tarafından günbegün ispatlanıyor. Hizmetkarlardan saray erkânına kadar herkesin senden ve damarlarında akan kandan ne kadar korktuğunu, ama harekete geçecek cesaretten yoksun oldukları için bu eziyete katlandıklarını görebiliyorsun. Nasıl katlanmasınlar ki? En ufak bir başkaldırı, en ufak bir saygısızlık uçurulan kellelerle, koparılan dillerle, kesilen uzuvlarla, dağlanan gözlerle son buluyor.

Babanın neden sana karşı mesafeli ve soğuk davrandığını artık biliyorsun. Karısını öldürdün… Ayrıca neden eğitiminle ve sağlığınla bu kadar ilgilendiğini de biliyorsun. Soyunun devamı sana bağlı.

Çünkü sen onun tek oğlusun.

* * *

Yirmi yaşındasın, yapılı vücudunda tek çizik bile bulunmayan bir kılıç ustası. Babanın şahsi muhafızları tarafından özel olarak eğitildin; çünkü kılıç kullanmayı bilen başka birine emanet edilemeyecek kadar değerlisin. Artık bir adamı nasıl öldüreceğini biliyorsun, ama babanın canına kıymak gibi bir arzun yok. Hayır, o solucanların beklentilerini karşılamayacaksın. Eğer illa ki ikinizden biri diğerinin canını alacaksa buna en çok hakkı olan baban, yani karısının katilini besleyen adam.

Herkes senden nefret ediyor, biri hariç. Baş hizmetkârın genç ve güzel kızı Carina. Onu ilk kez sana bakarken yakaladığında bunu umursamamıştın; insanların sana kaçamak bakışlar atmasına alışkındın. Ancak sonraki karşılaşmalarınızda yanaklarında gördüğün kızarıklık, gözlerindeki ışıltı sana onun farklı olduğunu anlatmaya yetmişti de artmıştı bile.

Artık onu her gördüğünde kalbin yerinden çıkacakmış gibi oluyor. Karşılıklı atılan kaçamak bakışlar, kimse bakmadığı zaman takınılan muzip tebessümler, gizli buluşmalar, ilk öpücük…

Birlikte olmanıza izin vermeyeceklerini biliyorsun. Sen bir prenssin, o ise bir hizmetkârın kızı. Zor, ama imkânsız değil… Onu da alıp buradan kaçmak istiyorsun. Uzaklara gitmek, unvanları defetmek, birlikte bir hayat kurmak, babanın mesafeli gözlerinden kurtulmak, tarih kitaplarının sana biçtiği rolden kaçmak. Hatıralara sahip olmak, satın aldığını bildiğin kıyafetler giymek…

Ancak tam da planlarından ona da bahsedeceğin gün Carina ve tüm ailesi ansızın ortadan kayboluveriyor. Neler olduğunu hemen anlıyor fakat kabullenmek istemiyorsun. Annesi saraydan mı ayrıldı, diye soruyorsun yeni baş hizmetkâra. Başka bir şehre mi taşındılar? Lâkin ne yeni baş hizmetkâr ne de saraydaki diğer insanlar Carina ile ailesi hakkında tek kelime etmiyor, hatta hiç varolmamış gibi davranıyorlar. Birinin üstüne çok fazla gidiyorsun ve ayaklarına kapanıp sana yalvarıyor. Sonunun öncekilere benzemesini istemediğini söylüyor.

Artık eminsin.

“Neden?” diye gürlüyorsun babana, taht odasına bir hışımla dalarak.

Tahtında oturan kral her zamanki soğuk gözleriyle sana tepeden bakarak zaten bildiğin cevabı veriyor: “Çünkü sen benim tek oğlumsun.”

* * *

Onu öldüreceksin. Tarihçiler öyle yazdığı için değil, kaderinde yatan bu olduğu için hiç değil. Carina için… Gerçekten sevdiğin tek insan.

Geceleyin odanı usulca terk ediyorsun. Sadık kılıcın yanında. Kararlı adımlarla kraliyet odasına doğru ilerliyorsun. Gerekirse nöbetçileri de öldürmeye kararlısın, ama kapıda hiç kimseyle karşılaşmıyorsun. Bunu tuhaf buluyorsun fakat üzerinde çok da durmuyorsun. Hedefin içeride; sıcak yatağında bekleyen soğuk bir adam…

Kapıyı usulca açıp içeri süzülüyor, yatağa doğru sessiz adımlarla ilerliyor, çarşafların altındaki kabarık şekle nefretle bakıyor ve kılıcını tam ortasına saplıyorsun. Silahının çeliği ipek çarşafları delip geçerken yataktaki beden birdenbire ortadan kayboluyor. Ardından odanın kapıları yankılı bir gürültüyle kapanıyor ve alaycı bir kahkaha çalınıyor kulaklarında.

Kılıcın elinde telaşla etrafına bakınıyor, kraliyet özel muhafızlarının her an içeriye dalmasını bekliyorsun; fakat hiçbir şey olmuyor.

“Aptal!” diye çınlıyor babanın sesi odada. “Hareketlerin ne kadar da öngörülebilir… Ne kadar da kör ve de salaksın.”

“Baba?”

Kral’ın bedeni yoktan varolurmuşçasına bir anda kapının önünde beliriyor. Elinde kraliyetin zümrüt asasını tuttuğunu fark ediyorsun, fakat onu hiç bu kadar parlak görmemiştin. Baban elinde yeşil bir yıldırım tutuyor sanki. Bir elini gözlerine siper ederek geri çekiliyorsun.

“Ne oldu? Neden kaçıyorsun? Beni öldürmek istemiyor muydun?” diye soruyor baban, alaycılık sel olup sesinden akarken. “İtiraf etmeliyim ki henüz bunun için biraz erken. Ama bu fırsatı tepecek de değilim.”

Konuşamayacak kadar şaşırmış vaziyettesin. “N-niçin erken? N-ne fırsatı?” diye kekeleyebiliyorsun sadece.

Babanın o alaycı kahkahası bir kez daha yankılanıyor boş odada. “Aptal… Hiçbir şey bildiğin yok.”

Öfkenin içinde bir volkan gibi patladığını hissediyorsun. Karşındaki baban bile olsa sana aptal denmesine, yüzüne gülünmesine alışık değilsin; prenslik damarın kabarıyor. “Her şeyi biliyorum!” diyorsun. “Benden nefret ediyorsun, çünkü annem beni doğururken öldü. Beni umursamanın tek nedeni soyunu devam ettirecek tek kişi olmam. Bu yüzden beni eğittiriyorsun. Bu yüzden saraydan ayrılmama izin vermiyorsun.” Kılıcının kabzasını öfkeyle sıkıyorsun. “Bu yüzden Carina’yı öldürdün,” diye ekliyorsun sıkılı dişlerinin arasından. “Saraydan ayrılmamı engellemek için…”

Ona bağırmak, öfkeni kusmak istiyorsun. Atalarının aksine onu öldürüp yerine geçmek istemediğini, tek dileğinin buralardan uzaklaşmak ve kendi hayatını yaşamak olduğunu haykırmak. Ancak babanın attığı kahkahalarla tüm lafların boğazına diziliveriyor.

“Ben neyi bilmeni istediysem ona inanıyorsun,” diyor Kral, vakur bir tavırla başını arkaya atarak. “Yani bir avuç iyi dokunmuş yalana… Senden nefret etmiyorum, çünkü seni sevmiyorum. Seni sevmiyorum, çünkü benim için bir oğuldan çok bir araçsın. Anneni sen öldürmedin, çünkü ben öldürdüm! Beni öldürüp tahta geçmenden korkmuyorum, çünkü o tacı hep ben giyeceğim… sonsuza kadar!”

Hiçbir şey anlamıyorsun, kafan allak bullak oluyor. Doğru bildiğini sandığın tüm acı gerçekler gözlerinin önünde bir bir yıkılarak yerlerini hayal dahi edemediğin, daha korkunç hakikatlere bırakıyor.

“Annemi… annemi sen mi öldürdün? İyi ama neden? Peki ya kitaplarda anlatılanlar?”

“Kitaplar…” diyor baban ya da her kimse, hor gören bir sesle. “Onlar sadece kalemi tutan kişinin vakıf olduğu veya anlatmak istediği kadarını içerir. Saraydaki kitaplar krallığımızın harikalarını anlatır, şehirdeki düşmanlarımın yazdırdıklarıysa zorbalıklarımızı… Ancak hiçbiri doğruyu tam olarak barındırmaz. Çünkü gerçeği benden başka bilen hiç kimse yok.

“Ben Nitzalach! Kral Birinci Demoven’in veziri ve ülkedeki en kudretli kara büyücü! Tam on beş kuşak önce ilk Demoven’i öldürüp yerini aldım ve o zamandan bu yana hükümdarlığımı devam ettirdim.

“Evlendim, büyüm vasıtasıyla doğacak çocuğun erkek olmasını garanti ettim ve zamanı geldiğinde onun bedenini ele geçirdim. Üstelik çok basit iki bileşenle… Yeni doğum yapmış bir annenin yüreği.” Küçük bir ışık patlamasıyla birlikte boştaki elinde cam bir kavanoz beliriyor; içinde barındırdığı kalbin hâlâ attığını görmek kanını donduruyor. “Ve o yüreğin her şeyden çok değer verdiği bir beden. Yani çocuğu…

“Geçmişini hatırlamıyorsun, çünkü öyle bir şeyin yok. Sarayın altındaki gizli laboratuarımda büyütüldün. Sana önem verdim, çünkü hasarsız bir bedene girmeyi yeğlerim. Sana askeri eğitim verdirdim, çünkü dayanıklı bir vücuda ihtiyacım var. Diğer tüm tahsillerinse saray halkının gözünü boyamak ve seni ayak altından çekmek içindi sadece.

“Ama sana bir teşekkür borçluyum. Sayende bu kez bir kadını kendime âşık etmek için uğraşmam bile gerekmeyecek. Zira yeni bedenime sevdalanmış biri zaten şu an elimde.”

Zümrüt asanın bir hareketiyle odanın uzak köşesindeki gizli bir duvar mekanizması harekete geçiyor ve cam bir fanusun içinde hareketsizce süzülen Carina seriliyor gözlerinin önünde. “Hayır,” diye fısıldıyorsun, genç kıza bakakalarak. Bu kadarı çok fazla…

Ama buna bir son verebilirsin. Sevgilini kurtarabilir, bu kâbusa bir son verebilirsin. Tek yapman gereken kılıcını bu kalpsiz adamın kalbine saplamak. Kaşlarını çatıp silahının kabzasını daha da sıkı kavrıyor, bir savaş narası atıyor ve kendine Nitzalach diyen büyücünün üstüne atılıyorsun.

Son gördüğün şey zümrüt asanın kör edici parıltısı oluyor.

* * *

Kibar ve nazik bir el tarafından uyandırıldı Carina. Gözlerini açmak zordu, ama bunu yine de başardı. Tanıdık olmayan bir tavan karşıladı onu. Tanıdık olmayan yatak perdeleri ve mobilyalar eşlik etti ona. Lâkin hepsinin önünde gayet aşina olduğu, kalbini huzur ve mutlulukla dolduran bir sima vardı.

“Demoven!” dedi genç kız, sevinçle. “Ah, Demoven! Seni bir daha göremeyeceğim diye çok korktum. Babanın muhafızları…”

“Şşşt, hepsi geçti artık,” dedi yakışıklı ve genç prens, kıza kibarca sarılıp saçlarını okşayarak. “Hepsi geçti. Kurtuldun.”

Kollarını Prens’in boynuna dolayan Carina, genç adamın omzunun üstünden içinde bulundukları gösterişli odaya bakındı. “Neredeyiz?” diye sordu, yarı merak yarı korkuyla. Kapının yanında yatan hareketsiz bedeni gördüğündeyse soluğu kesiliverdi. “O… Baban mı?” diyebildi sadece.

Demoven onu bırakıp gözlerini kızın baktığı tarafa çevirdi. “Merak etme,” dedi Prens, “artık hiç kimseye zarar veremeyecek. Babamın zalim hükümdarlığı sona erdi.”

“Onu öldürdün mü?” diye fısıldadı Carina.

“Mecburdum. Sana zarar verecekti, seni kötü amellerine alet edecekti. Ama artık hepsi geçti. Bugünden itibaren benim, Kral XVII. Demoven’in saltanatı başlıyor. Ve sen de kraliçem olacaksın, tabii eğer kabul edersen.”

Carina şaşkınlıktan ardına dek açılmış gözlerle ona bir müddet baktı, ardından mutluluk gözyaşlarına boğularak Prens’e bir kere daha sarıldı. “Ah, evet! Evet, evet, evet!”

Dünün hizmetkârı, yarının kraliçesi müstakbel kocasının kollarında mutluluktan havalara uçuyor, şimdiden pembe hayaller kuruyordu. Lâkin eğer sarıldığı adamın yüzündeki zalim sırıtışı görseydi, eğer yerde yatan cesedin üstünde tek bir çizik bile olmadığını fark etseydi, eğer sevgilisi sandığı adamın kendisi hakkındaki planlarını bilseydi korkardı. Çok çok korkardı.

Tek Oğul” için 25 Yorum Var

  1. Etkileyici ve güzel bir anlatım olmuş.

    Hikayenin özünde gideceği nokta belki de bir miktar kestirilebilir olsa da okur açısından yanılma payı da çok büyük. Ben severek, bir solukta okudum. Ellerinize sağlık.

    1. Çok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Açıkçası benim pek içime sinen bir öykü olmamıştı ama yorumunuzu okumak beni mutlu etti. Anlatım tarzını üstat Ray Bradbury’nin Yakma Zevki kitabından ödünç aldım 🙂 Tekrar teşekkürler.

  2. Çok güzel olmuş; elinize sağlık. Keşke son paragraf olmasaydı da acaba hangisi kurtuldu diye kafayı yeseydim. 🙂

      1. Hahaha 🙂 Teşekkürler. Aslında ilk başta son paragrafı yazmayı düşünmemiştim ama geçmiş aylarda hikayelerimde bazı noktaları açıkta bıraktığım için eleştirilmiştim birkaç kez. O yüzden bu sefer böyle bir yol izledim. Tekrar teşekkürler.

  3. Selamlar. Büyük bir keyif ve merakla okudum öyküyü. Anlatım tarzı çokça güzeldi. Yalnız birkaç sorum olacak.

    Öncelikle Nitzalach adına nasıl karar verdiniz. Bir yerden mi aldınız yoksa yarattınız mı? Telaffuz etmesi pek keyifsiz ve zor bir isim. Okunuşu tam olarak nasıldır ki?

    Hikâyenin sonundan pek hoşlanmadım. Böyle gizli saklı, gizemli bir öykü için bayağı açık bir sondu. Bir de vezir karakterine takıldım. Adam yaşamına durmadan kendince bir yöntemle devam ediyor lakin devam etme sebebi ne? Yani bu adam yaşamak için mi yaşıyor? Sonsuz ömrünü sarayın duvarları arasında geçirerek mi heba ediyor? Eminim dünya üzerinde küçüklü büyüklü birtakım emelleri vardır ama keşke bunları duyabilseydik. Bunları duymadan vezir benim için sıradan bir kişi haline geldi ve finalde hiç de özel bir kişi gibi bulunmadı. Öykü içerisinde cimri, sonunda ise bayağı bonkör davranmışsınız.

    Açıkçası benim düşündüğüm kadarıyla öykünün geliştirilebilir yanları mevcut gibi. Zevkle okudum ama bittikten sonra kabaca ‘noldu yani şimdi’ dedim. Düşünüyorum da öykü daha uzun olsaydı eminim daha güzel bir şey ortaya çıkabilirdi.

    Okurken gayet zevk aldım. Tebrik ederim bu güzel öykü için.

    1. Selamlar. Öncelikle değerli yorumunuz için çok teşekkürler.

      Nitzalach (Nit-za-lahh) adını kendim uydurdum, başka bir yerden isim almak huyum değildir. Bir anda, kendisine bir isim ararken spontane olarak bulduğum bir ad. Belki bir parça Robert E. Howard’ın büyücü karakterlerine verdiği isimlerden esinlenmiş olabilirim, bilemiyorum.

      Üstteki yorumda da değindiğim gibi aslında hikayelerimin sonunu genelde böyle yazmam. Daha kapalı, ucu açık yazmayı tercih ederim. Ancak son yazdığım tüm öykülerde bu özelliğim eleştirildiğinden bu sefer farklı bir yol denemeyi tercih ettim. Bu iş böyle işte; herkesi aynı anda memnun edemiyorsunuz 🙂

      Nitzalach, öykünün ortasındaki tarih kitabında da azıcık değindiğim gibi, kraliyetinin sınırlarını durmadan genişletip imparatorluğa, oradan da dünya hakimiyetine doğru gidiyor. Bütün kötü adamların peşinde koştukları şeyi arzuluyor yani… Fakat seçkinin teması veliaht üzerine olduğundan daha çok oğlunun başından geçenlere değinmeyi uygun gördüm.

      Bir de şu var tabii, benim seçkiye katılmak gibi bir niyetim yoktu. Son gün, Hakan Tunç’un ricası üzerine sadece birkaç saatte kurgulayıp, yazıp gönderdim bu hikayeyi. O yüzden o kadar detaylı olmaması ve kusurlarının bulunması gayet normal 🙂

      Yorumunuz ve eleştirileriniz için tekrar tekrar teşekkürler.

      1. Yanıt için teşekkürler.

        Sizin de değinmiş olduğunuz haklı sebeplerden dolayı öykü tam olarak istediğiniz hale gelmemiş. Anlıyorum ve hak veriyorum. Bu haliyle bile gayet iyi bir öykü yalnız. Bir de kabalık olarak görmezseniz bir ricam olacak. Eğer sizin için de uygunsa bu öyküyü tam olarak tamamlanmış ve içinize sinmiş bir hale geldikten sonra okumayı çok isterim. Ama sakın ha bu kez acele etmeyesiniz 🙂 Eminim o vakit ben ve birçok okuyucu öyküden tam anlamıyla memnun kalacaktır.

        Nit-za-lahh. Tekrar ettikçe pek bir hoşuma gitmeye başladı. Çok karanlık ve uygun bir isim olmuş.

        Yeni yıl gelmiş bir de. Mutlu yıllar dilerim.

        1. Çok teşekkür ederim tekrardan. Belki bir gün diyor, parmaklarımı çaprazlayıp tek ayağımı havaya kaldırıyorum 🙂 Size de iyi yıllar.

  4. Çok çok çok iyiydi elinize sağlık 🙂
    Anlatım etkileyici ve akıcıydı . Hikayenin içine girdim resmen

  5. Seçkiyi aylardır takip edemiyordum, kısmet yine sizin bir öykünüzle dönmekmiş.

    Kişiye kendi hayatını bir başkasının ağzından anlatışınız başta garip gelse de sonradan hikayeyi keyifli yapan unsurlardan biri oluverdi. Stephen King’in Ejderhanın Gözleri adlı kitabını hatırlattı bana hikayeniz. Onu nasıl severek okuduysam hikayenizi de aynı şekilde okudum, Nitzalach’tan da Bütücü Flagg’den nefret ettiğim kadar nefret ettim.
    Ve evet, keşke son paragraf..biliyorsunuz 😀

    Ellerinize sağlık, kaleminiz seçkiden hiç çekilmez umarım

    1. Ben de seçkiye aylardır yazmıyordum, dönüşümüz aynı aya denk gelmiş desenize. Ve evet, son paragraf… biliyorum 🙂 Okumaya vakit ayırdığınız ve yorumunuzu esirgemediğiniz için çok teşekkürler.

  6. Sizden de böyle etkileyici bir öykü beklenirdi. Elinize sağlık Mit tek kelimeyle muhteşemdi.

    1. Estağfurullah, beni mahcup ediyorsunuz. Ben de sizler gibi hayallerini kağıda aktaran bir kalemşörüm sadece. Çok çok teşekkür ederim yorumunuz için.

  7. İkinci tekil şahıs yazmak bana hep saçma gelmiştir. Yani bütün öykü boyunca okuyucuya “Sen prens demovensin” deyip son paragrafta okuyucuyu öldürünce üçüncü tekil şahısa mecbur kalıyorsun. Ama öldü adam kime anlatıyosun 😀
    Kurgu kötü değil. Masalsı bir anlatımla daha güzel olabilirdi. Kötülerin kazandığı hikayeleri ayrıca sevdiğim için, beğendim, diyebilirim. Eline sağlık…

    1. İkinci tekil şahıs anlatım bir ustanın elinde cidden çok güzel olabiliyor. Mesela Bradbury’nin… Benimki sadece öyküye tat verme amaçlı olduğundan basit kaçıyor tabii. Okuduğun ve değerli yorumunu eksik etmediğin için teşekkürler 🙂

  8. Başta biraz tahmin edilebilir bir öykü gibi göründü ama sonra ne kadar yaratıcı bir çalışma olduğunu anladım. En profesyonel romanları, filmleri aratmayan bir kurgu. Özellikle sonuna bayıldım. Anlatım ise zaten çok iyi.

  9. Merhaba, roman olsaydı sıkılmadan sonuna kadar okurdum. Son anda yazmışsınız bu haliyle bile beğendim. Bu haliyle bile güzelse, yazının üzerinde tam manasıyla dursaydınız şaheser olacağından eminim. Elinize, parmaklarınıza ve beyninize sağlık. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *