Öykü

Yalancının Kehaneti: Demir Yumruk

Arthur Demiryumruk, sakince karşısındaki manzaraya bakıyordu. Edmon Düzlüğü, çarpık ve çirkin şekiller tarafından işgal edilmiş, düzlükteki küçük kasaba yağmalanmış ve etrafa kasaba halkının cesetleri saçılmıştı. Bir ordu olmaktan çok uzak olan bu çarpık şekiller topluluğu orklardan oluşuyordu. Darmadağınık bir şekilde karşısına dizilmiş, varlığından habersiz biçimde bekliyorlardı. Glehendel adına kim bilir neyi bekliyorlardı. Kılıç tutan elini kaldırarak, silahını omzuna dayadı. Arkasına dönerek yoldaşlarından oluşan küçük gruba baktı.

Dilsiz elf, kendisiyle aynı sükuneti paylaşıyordu. Bir dilsizin yorumsuzluğu vardı bakışlarında. Göz göze geldiklerinde, elf hafifçe gülümsedi. Elindeki yayını sağ omzuna hafifçe vurarak başıyla selam verdi. Başını yumuşak bir hareketle eğen Demiryumruk selamını karşıladıktan sonra kafasını elfin yanında duran Aldewiol’a çevirdi.

Genç şövalye sinirli ve stresten gerilmiş vaziyetteydi. Kolunu doladığı kendisi gibi genç ve güzel kadına karşı hissettiği sorumluluk yüzünden, içine düştükleri durumun memnuniyetsizliğini yaşıyordu. Başındaki yolculuk tacıyla genç kraliçe, her ne kadar mağrur görünmeye çalışıyor olsa da yorgun ve umutsuz olduğu gözlerinden ve omuzlarının çöküklüğünden belliydi. Yaralı ayağı da durumunu hiç kolaylaştırmıyordu.

Dev ve cüce, Aldewiol ile Kraliçe Miranna’nın yanında dikiliyor ve hevesle kıpırdanıyorlardı. Karşılarındaki ordu kanlarını kaynatıyor, içlerini savaşma arzusuyla dolduruyordu. En azından yüzlerindeki ince sırıtıştan ve sürekli kıpırdanıyor olmalarından bu sonucu çıkarıyordu Demiryumruk.

Bu düzlüğü aşmak ve düzlüğün sonunda bulunan Deflanon Ormanı’na ulaşmak zorundaydılar. Görevleri bunu gerektiriyordu. Ama karşılarındaki orduyu aşmadıkları sürece bunu yapmalarının tek yolu geri dönerek tehlikelerle dolu Seng Geçiti’nden ikinci kez geçmek ve yollarını iyice uzatarak Ungolbara Dağları’nı aşmaktı. Kaybedecek çok az zamanları kalmıştı ve bu uzun yolculuk ellerinde kalandan fazlasını gerektiriyordu.

“Onlarla savaşarak geçmenin bir yolunu göremiyorum, dostlar. Başka bir yol bulmak zorundayız.” dedi esefle. Saklandıkları ağaçlığın ortasına doğru yürürken bir yandan da yoldaşlarını tek tek süzüyordu.

“Yapma ama Demiryumruk! Bence o tencere suratlıları sopalayabiliriz.” diye isyan etti cüce. Sürekli ayak değiştiriyor ve çift ağızlı baltasını bir elinden diğerine aktarıyordu.

“Seni o tencerenin içinde bir güzel pişirip yerler onlar, Gal.” dedi sırıtarak dev. Gülerken geniş omuzları inip kalkıyor ve patlamak üzere olan volkanik bir dağın yüzeyi gibi titreşiyordu.

“Baltamın sapını çenene vurursam görürsün, Inorak!” Gal, Inorak’a dönmüştü ve baltasını deve doğru sallıyordu.

“Çeneme ulaşmanda yardımcı olayım mı?” diyen devin bu yorumu dilsiz elfin sırıtmasına sebep oldu. Demiryumruk ise daha çok cücenin bu yoruma olan tepkisine gülüyordu. Cüce bir yandan yerinde hoplarken bir yandan da boştaki elini yumruk yapmış vaziyette deve dikleniyordu.

“Sessizlik, dostlarım! Orklar burada olduğumuzu öğrensinler istemiyorum.” dedi ciddiyetini geri kazanan Demiryumruk. “Senin düşüncen nedir, Fargalen?” Elfe dönerek gözlerine baktı. Elf düşünceli gözlerini uzakta bir yere sabitlemişti. Eliyle bir kaç karışık hareket yapıp omuzlarını silkmekle yetindi.

“Ne diyor?” diye sordu Aldewiol. Üstündeki çelik zırh ve dev kalkanı yetmezmiş gibi, bir de kraliçeyi yarı yarıya taşıyordu. Şövalyenin alnında birikmiş ter damlalarına bakarak onurunu kırmak istemeyen Demiryumruk gözlerini kaçırdı.

“Büyücü’yü beklememiz gerektiğini söylüyor. Sanırım bu en mantıklısı.” Daha lafını yeni tamamlamıştı ki açıklığa siyah cübbeli bir figür adımını attı.

“Madem ki en mantıklısı bu, o zaman size planımı açıklayayım.” diye alaylı bir ses tonuyla konuşmaya başladı büyücü. Hepsi dinlemek üzere ona döndüler. Bir tek şövalye, yere tükürerek nefretle büyücüye bakıyordu. Diğerleri ise ilgiyle dinliyorlardı. Büyücü planını açıklamayı bitirdiğinde Demiryumruk başını olumsuz biçimde salladı.

“Bu işe yaramaz, Munor. Ayrıca kimseyi böyle bir riske atamam. Kimseden bunu yapmasını isteyemem.” dedi Demiryumruk.

“İhtiyacımız olan tek şey, bir kaç dakika boyunca önümüzden çekilmeleri değil mi? O aptal orkları kandırmak çok kolaydır Arthur. Sadece bir kişi bile dikkatlerini yeterince çekebilir.” dedi Munor asasıyla bir yay çizerek. “Ayrıca o kişiye ben de yardım edeceğim. O yüzden 2 kişilik bir plan olduğunu söyleyebiliriz.”

Fargalen bir adım öne çıkarak, işaret diliyle Demiryumruk’a bir şeyler anlattı. Demiryumruk bir an konuşacak gibi olduysa da susmayı tercih etti. Ellerini çaresizce iki yana açarak, elfe ve büyücüye baktı. “Pekala. Madem öyle, planınızı uygulayın.”

Aldewiol, kraliçeyi nazikçe yere oturttuktan sonra elfe yaklaştı. Göz ucuyla Munor’u süzdükten sonra, belinden hücum borusunu söküp Fargalen’in eline bıraktı. “Onu bana sağlam getirsen iyi edersin, elf.” Son kelimeyi tükürür gibi söylemişti. Şövalyelerin elflerle bir sorunu yoktu, ama sürgün edilmiş bir elf onun gözünde aşağılık biriydi. Ve Fargalen’in Sürgünü, ozanların sık sık söylediği bilindik bir şarkıydı. Fargalen nazikçe başını eğerek şövalyeyi selamladı. Arkasını dönerek düzlüğü çeviren dağların eteklerine doğru koşmaya başladı.

Munor, cübbesini dalgalandırarak yerinde döndükten sonra Fargalen’in peşinden yürümeye başladı. Yan tarafından sarkan keseden, katlanmış bir kağıt parçası çıkardıktan sonra üstünde yazılanları okuyarak ilerledi.

Arkalarından bir süre daha bakan Demiryumruk, arkasına döndüğünde herkesi hareket etmeye hazır buldu. O esnada gün boyu hiç duymadığı bir ses duyunca kaşlarının kalkmasına engel olamadı.

“O ormana sağ salim ulaşmamız gerekiyor, Lord Arthur.” Kraliçe Miranna, bitkin yüz ifadesini saklayamasada mağrur ve dik durmayı başarıyordu. Gözlerine dikilmiş yargılayan bir çift gözle karşılaşınca, Demiryumruk açıklama yapmak üzere ağzını açtı. Ama o daha konuşamadan Miranna onu eliyle susturdu. “Hepimizin sağ kalması gerekiyor. Kehanette adı geçen herkese bir araya getiremezsek, onların kehaneti gerçek olur.”

Demiryumruk başını öne eğerek bir süre yere baktı. Tekrar Miranna’ya baktığında gözlerinde kararlı bir ifade vardı. “Siz tahtınıza oturana kadar benim sözüm geçerli, Lady Miranna. Ve ben böyle uygun gördüm. Daha parlak bir planınız olana kadar, lütfen konuşmayın.”

Demiryumruk’un sözleri, Miranna’dan çok Aldewiol’un kalbini kırmış gibiydi. Şövalye ellerini göğsünde kavuşturarak derin bir nefes aldıktan sonra, kızgın bir ifadeyle Demiryumruk’a bakmaya başladı.

“Harekete geçmeliyiz. Dostlarımızın çabalarını boşa çıkartmayalım.” diyen Demiryumruk, kimseyi beklemeden yürümeye başladı. Haftalardır ettikleri bu yolculuk, nihayet bir kırılma noktasına gelmişti. Yol boyunca pek çok tehlike atlatmışlardı. Ama şu an en büyük hedeflerinden birine çok yakındılar. Kehanette adı geçen ve onlara önderlik edecek olan adama ulaşmalarına çok az kalmıştı. Efsanelerde adı Ejderyürek olarak geçen Liam Soolathen, o ormanın içindeydi. Şu bir türlü ulaşamadıkları ormanın içinde…

***

Munor, ilk kez yapacağı bu büyüyü ezberine almak için bir süre daha tekrar ettikten sonra, Fargalen’e baktı. Dilsiz elf, hiç hareket etmeden onu bekliyordu. Zarif elf yayını sağ eliyle sımsıkı tutarken, sol elinde şövalyelerin hücum borusunu taşıyordu.

Munor, elindeki kağıdı katlayarak kesesine koyduktan sonra, bir ağaca yasladığı asasını kavrayarak Fargalen’e doğru yürümeye başladı. “Hazır mısın, elf dostum?” diye sordu nazikçe. Fargalen başını yavaşça ileri geri salladıktan sonra dağı arkasına alarak ilerlemeye başladı. Ağaçların seyrelip açıklığa yaklaştığı yerde durdu. Hücum borusunu ağzına götürerek tüm gücüyle üfledi. O üflemeye başladığı anda Munor büyülü sözleri söylemeye başladı. Asasını başının üstünde bir kaç tur çevirip, asanın altını önündeki toprağa sertçe vurdu. O an hücum borusunun sesi, her taraftan yankılanmaya başladı. Sanki arkalarında dev bir şövalye ordusu varmış da her bölük hücum borusu çalıyormuş gibi bir etki yaratmayı başarmışlardı.

Başarıp başaramadıklarını görmek için hızlıca ileri çıkan Munor, ağaçların arasından, orkların panik içinde toplanmaya başladıklarını görebiliyordu. Açık alanda şövalyelerle çarpışmanın çok hızlı bir ölüm olacağını bilecek kadar zeki olduklarını umarak orkları izlemeye devam etti. Neyse ki orklar Munor’un umduğu gibi davranarak, yankılanmaya devam eden hücum borusu sesleri altında, saldırıya geçtiler. Munor hemen Fargalen’i uyarmak için döndü ama elf çoktan koşmaya başlamıştı bile. Küfrederek elfin peşinden koşmaya başladı. Cübbesini boştaki eliyle yukarı çekerek, bir büyücüye hiç uymayan kaslı ve güçlü bacaklarını ortaya çıkardı.

Plan, orkları ormana çekmekti. Ağaçlık ve engebeli alanlarda şövalyelerin hareket kabiliyetleri daha az olurdu. Bunu hatırlayan orklar, şövalyeleri karşılamak için ormana doğru koşmaya başlamışlardı. Bu sayede dostları düzlüğün güneyinden, hedeflerine doğru hareket edebileceklerdi. Kasabaya çok yakın bir yerden geçeceklerdi ama muhtemelen ilgilerini kuzeye, yani kendisinin ve Fargalen’in olduğu yere yöneltmiş olan orklar onları farketmeyeceklerdi. O sırada kendileri de kuzeyden ilerleyecek ve kasabanın doğusundan orman yoluna çıkacaklardı. Orklar muhtemelen karşılarında dağın yamaçlarını görüp, bir şövalye ordusu bulamayıncaya kadar ne olduğunu anlayamayacaktı. Hatta belki de gördükten sonra bile anlamayacaklardı.

Hızlıca koşarak ağaçlığın sonuna doğru yaklaşırken, artık ağaçlığa girmiş ve şövalyelerle yüzleşmeyi bekleyen orkların seslerini duyabiliyordu. Güvende olmak için ağaçlıktan tamamen çıkması gerekiyordu. Ama kökü yerden fırlamış olan bir meşe ona tuzak kurmuştu. Ayağı takılınca yüzü koyun sert toprağa çarptı. Bir kolu altında kalmış ve muhtemelen bileği burkulmuştu. Yerden kalkmaya uğraşırken bacağında da bir sorun olduğunu fark etti. Güç bela kalkmayı başardıktan sonra ancak topallayarak yürümeye başlamıştı ki bir takım sesler duydu.

Göz ucuyla arkasına baktığında, kendisini fark etmiş küçük bir ork grubunun yaklaşmakta olduğunu anladı. Orklar giderek yaklaşırken, kaçmasının anlamsız olduğunu anlayarak orklarla yüzleşmek için arkasına döndü. Asasıyla önünde bir daire çizdikten sonra, oluşturduğu daireyi eliyle itti. O şeffaf daire bir ateş topuna dönerek öndeki iki orka çarptı. Orkların kavrulmuş bedenleri, arkalarından gelen arkadaşlarına çarparak yere düşmelerine sebep oldu. Yaklaşmakta olan 3 ork daha vardı ve artık daha da yakındaydılar.

Asasıyla karmaşık bir hareket yapıp, büyülü sözleri söyledi ve iki elektrik dalı asasının ucundan fırlayarak kendisine yaklaşmakta olan orklara çarptı. Yere devrilen ikisinin arasından geçen son ork, eğri kılıcını kaldırarak Munor’u öldürmeye hazırlandı. Munor asasını çarprazlamasına tutarak orkla mücadeleye hazırlandı. Kulağının yanından vızıldayarak geçen bir şey yüzünden irkilmişti ki, karşısındaki orkun cansız bedeni, alnına saplı bir orkla beraber yere düştü. Zorlukla arkasına döndüğünde, yüksek konsantrasyon yüzünden bitkin haldeydi. Fargalen’in kendisine doğru elinde yayıyla koştuğunu görünce rahat bir nefes aldı.

Fargalen, Munor’un kolunun altından girerek beline sarıldı ve beraber ilerlemeye başladılar. Açıklıktan çıkıp orman yoluna saptılar. Az ileride yoldaşları ormana giriş yapmak üzereydi. Demiryumruk’un geriye doğru döndüğünü ve onlara çabuk olmalarını işaret ettiğini gördü. Hararetli biçimde ellerini sallarken, arkalarında bir yere doğru bakıyordu. Munor bir an durup geriye bakmayı başarabildi. Onlara doğru koşmakta olan 100 kadar orku görünce, içinden sessizce bir dua mırıldandı.

***

Demiryumruk, başaramayacaklarını anlayınca Fargalen ile Munor’a doğru koşmaya başladı. Hemen arkasından Gal ve Inorak da harekete geçmişlerdi. Aldewiol ise Miranna’yı korumak üzere geride kalmıştı. Demiryumruk, ikiliye yaklaştıkça sorunun Munor’da olduğunu daha iyi anladı. Bacağı sakatlanmış olmalıydı. Topallayarak koşuyordu. Yanlarına geldiğinde Munor’u Fargalen’den teslim alarak yürümeye başladı. “Onları yavaşlatabildiğin kadar yavaşlat Fargalen! Inorak, Munor’u ağaçlığa götür!”

Fargalen hemen yayına bir ok takarak saldı. Hemen arkasından bir tane daha ve bir tane daha ok, karşılarındaki düşmanlara doğru uçuşa geçti. O esnada Inorak, Munor’u kucağına almış, geriye doğru koşmaya başlamıştı bile.

“Dur bakalım, koca adam!” diye yüksek sesle bağırdı Munor. “Onları birazcık yavaşlatabilirim.” Boş elini ileri doğru uzatarak büyülü sözleri mırıldanmaya başladı. Demiryumruk ve Gal düşmanla karşılaşmaya hazır biçimde silahlarını kaldırmışlardı. Kılıçların çarpışmasına bir kaç adım kala, orklar görünmez bir engele çarparak yere düştüler. Arkalarından gelen arkadaşları duramayınca, önde kalanları ayakları altında ezerek öldürdüler. “Engel bir kaç saniyeden fazla dayanmaz. Koşun!” Büyücünün haykırışı onları harekete geçirmek için yeterli olmuştu. Kendilerini bekleyen yoldaşlarıyla ormanın ağzında buluşarak hiç vakit kaybetmeden içeri daldılar.

Ağaçların arasına girdikleri an geriye bakan Demiryumruk, orkların engelden kurtulduğunu ve ormana doğru koştuklarını gördü. “Daha hızlı dostlar! Bize yetişmek üzereler.” diye seslendikten sonra geride kalmaya özen göstererek koşmaya devam etti.

“Ormanın içindeki küçük bir açıklığı geçtiklerinde, artık orkların nefesini enselerinde hissedebiliyorlardı. Kucağında Munor’u taşımakta olan dev Inorak yorulmuşa benzemiyordu. Ama kraliçeyi taşımaktan bitap düşen Aldewiol daha fazla koşamayarak durdu ve diz çöktü. Soluk alıp verirken, göğüs zırhı hareket ediyordu. Alnından akan ter damlaları, havanın güneşli olduğunu bilmeseniz sağnak yağmurdan kaynaklanan damlalar zannederdiniz.

Demiryumruk herkesin durduğunu görünce, arkasını dönüp orklara baktı. Bir kaç saniye sonra kılıçları çarpışacaktı. İlk rakibiyle karşılaşmak üzere kılıcını kaldırdı. Ork fütursuzca bir saplama hareketiyle üstüne atılınca, rakibini kolayca savuran Demiryumruk kılıcını orkun ensesine gömdü. Hemen arkasından gelen orkun yukarıdan savurduğu kılıcından kaçarak yaratığın arkasına geçti. Kılıcını sertçe savurarak orkun işini bitirdikten sonra, 4 tane orkun arasında kalmış olan Gal’in yardımına koştu.

Gal, çift ağızlı baltasını sağdan sola doğru savurarak karşısındaki iki orku geri çekilmeye zorladıktan sonra hemen arkasına dönerek baltasının kazandığı ivmeyle diğer iki orku da geri savurdu. Bu ona çok kısa bir zaman kazandırmıştı. Hemen ileri atılarak baltasının ucunu karşısındaki ilk orkun çenesine gömünce, yaratığın ağzından yeşil kanı etrafa saçıldı. Yanındaki ork ona doğru hamle yapınca, baltasıyla kılıcı karşıladı. Arkasından gelen iki ork, Demiryumruk tarafından halledilince rahatladı. Baltasını kullanarak orkun kılıcını ittirdi ve bir hamle daha yaparak orku yere serdi.

Demiryumruk kılıcını, Gal’e saldıran orklardan birinin cansız bedeninden kurtardıktan sonra etrafına baktı. Orklar tarafından kuşatılmışlardı. Aldewiol, kılıcını önünde dik tutarak başıyla kendisine saldıran orka kısaca selam verdikten sonra kılıcını savurdu. Arkasında çömelmiş vaziyette duran Miranna, boynunda asılı duran objeye asılmış bir şeyler mırıldanıyordu. Şövalye kendisine doğru koşan orkları, onlar kraliçesine yaklaşamadan yere yıkıyordu. Inorak da aynı şekilde Munor’u arkasına almış, dev sopasıyla rakiplerinin kemiklerini kırıyordu. Büyücü ise asasına yaslanmış vaziyette dururken, bir yandan da büyülü sözler mırıldanıyor ve orklara ölüm saçıyordu. Demiryumruk bir başka orkun daha işini bitirdikten sonra, bitmek bilmeyen ve dalga dalga gelen ork saldırılarının işlerini bitireceğini anladı. Arkasından yaklaşan orku geç fark ettiyse de, ensesine saplanan ok yüzünden ork ona saldıramadı. Fargalen koşarak orkun ensesindeki oku çekti ve yayına takarak bir başka hedefi daha vurdu.

Çember giderek daralırken, yoldaşlar birbirlerine iyice yaklaşmaya başladılar. Artık sırt sırta vermiş vaziyette dövüşüyorlardı. Derken hiç beklemedikleri bir şey oldu. Ağaçların arasından fırlayan şekiller, orklara saldırdılar. Demiryumruk, o şekillerin bilindik hayvanlara ait olduğunu anlamakta zorluk çekmedi. Bir panter az ilerde iki orkun üzerine atladı. Birinin boğazını ısırırken, bir diğerini pençesiyle lime lime etti.

Inorak kadar iri bir ayı, bir grup orku savaşmaktan caydırmış, peşlerine düşmüştü. Kuşlar ağaçlardan süzülerek orkların yüzüne saldırıyor ve gözlerini gagalıyorlardı. Bütün orman, orklara saldırıya geçmişti. O sırada gözüne başka bir şekil daha çarptı. İki elinde uçları kıvrık uzun kılıçlar taşıyan, basit giyimli ve zırhı olmayan bir adam orklara doğru koşuyordu. İlk bakışta göze çarpan, Kaşının üstünden başlayıp göz hizzasından yanağına kadar inen bir yara iziydi. Onu çirkin olmaktan ziyade daha korkutucu gösteriyordu. Kısa saçları ve aşırı iri olmayan zarif bir fiziği vardı. Kılıçlarını yere sürterek orkların arasına daldı. Demiryumruk, çok dikkatli bakmadığı sürece adamın kılıç hareketlerini takip edemediğini fark etti.

Orklar, bu beklenmedik pusu yüzünden telaşlanmış ve kaçmaya başlamışlardı. Çemberi genişletmeye başlayan yoldaşlar, artık yara kaçar yarı dövüşür vaziyetteki orkları avlıyorlardı. Gizemli adam ise seri hareketlerle bir orktan diğerine geçiyor, etrafa ölüm saçıyordu. Panik içinde kaçmaya başlayan orklar etrafa dağıldılar. Ormanın sahipleri ise peşlerine düştü. Biri hariç…

Yoldaşlar yorgunluktan bulundukları yere çökerken, Demiryumruk gizemli adama doğru yürümeye başladı. Adam kılıçlarından damlayan kanlarla korkunç görünüyordu. Bakışlarını Demiryumruk’a sabitlemişti. Dost mu düşman mı olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Kollarını hızlı bir hareketle iki yana sallayınca, kılıçlardaki yeşil kanlar etrafa saçıldı. İlginç bir biçimde üzerilerinde hiç ork kanı kalmamıştı. Sanki hiç kınlarından çekilmemiş gibi parlak görünüyorlardı. Demiryumruk’un kılıçlarına ilgiyle baktığını gören adamın dudak uçları hafifçe yukarı kıvrıldı.

“Onların adı Gamdrin ve Gamdrol. Ork kanından hoşlanmazlar. O yüzden kan, metalik yüzeylerinden akıp gider.” Adam kılıçlarını kınlarına yerleştirdikten sonra yerdeki cesetleri incelemeye başladı. Demiryumruk en başta çok emin olamasa da, artık kiminle konuştuğunu gayet iyi biliyordu.

“Ejderyürek!” dedi saygılı bir ses tonuyla. “Adım Arthur Demiryumruk. Hizmetindeyim!” Elini kalbine götürerek başıyla adama selam verdi. Karşısında efsanelerde anlatılan, adı insanlığın düşmanlarının yüreklerine korku salan, maceraları ozanların şarkılarına konu olan adam duruyordu.

“Bana öyle seslenmemeni tercih ederim.” dedi adam. Yüzündeki gülümseme gitmişti. Donuk bakışlarla Demiryumruk’u süzdükten sonra yoldaşlara baktı. “Adım Liam. Adını duymuştum, Demiryumruklu Arthur. Ormanıma ara sıra goblinler gelir ve adını pek de iyi şekillerde anmazlar.” Yoldaşları kalanına dönerek konuşmaya devam etti. “Sanıyorum ki saçma sapan bir kehanetin izini sürerek buralara kadar zahmet ettiniz. Teklifinizi reddetmeden önce, sizi dinleneceğiniz bir yere götüreceğim.”

Gal bir adım öne çıkarak baltasını yere yasladı ve karşısında duran efsaneye hayranlık içinde bakarak kekelemeye başladı. “Pe.. Peki! Ama orası neresi?” diye sordu.

“Orası, ormanın kalbi.” dedi Liam belli belirsiz gülümseyerek. Ve efsanenin peşinden yürümeye başladılar…

Devam edecek…

Yalancının Kehaneti: Demir Yumruk” için 2 Yorum Var

  1. Ellerine sağlık sevgili Mert. Çok akıcı ve heyecan dozu yüksek bir hikayeydi. Kullandığın isimler de bir o kadar güzeldi. Kendi tasarladığın bir coğrafya sanırım? Devamını merakla bekliyorum, kalemine sağlık.

    1. Güzel yorumun için teşekkürler İhsan.
      Bu hikaye daha önce bir grup arkadaşımla beraber oynadığımız bir frp oyunu evreninde geçiyor. Hikayenin ilerleyen bölümlerinde, bu dünyanın haritasını da paylaşmaya çalışacağım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *