Öykü

Simulakrum

[…] Aslında, düşününce, çamurdaki adımlarımın foşurtu çıkartmasına kızmamalıyım. Yaşlandıkça huysuzlaşıyorum sanırım ve şu anda müşkülpesentliğimin doruklarındayım!

Ormandaki yeşil göğün kutsallığını yırtarak bana saldıran küçük şeytanlar gibi düşen damlalar… Bütün umudumun bu iğrenç balçığa karışıp bulunmaz olmasını sağlıyorlar. Yağmurdan nefret ediyorum; ruhumun taştan kabuğunu eritip, yüreğimdeki deli öfkeyi salıyorlar daima. Bitap vücudumu dürtüp duran her bir damlada!..

Şapkamı suratıma doğru biraz daha çekiyor, pardösüme daha sıkı sanıyor ve hızlı yaşlanma konusunda benden ilham almış eğri büğrü ağaçlar arasında saklanarak koşmaya çalışıyorum. Yapacak ne var ki başka, birbiriyle çelişkili bu kadar durumu aynı anda yaşamak dışında?

Saf iyi ve kötünün yokluğunda grilere bulanmış şehirde pekala rahattım esasında. Birbiri ardına sıralanan cinayetlerin peşi sıra koşturan gölge; vakaların içinden geçip tüm renk skalalarını açıkladığı prizmaydım orada. Kendi doğal ortamında bir dedektifin saklanması bir hayli kolay aslında, ama, burada… Değil karışımını, siyah ve beyazı bile barındırmayan bu ormanda…

Sanrılarım, katilin soğuk silüetini yakınlarımda gösterip durdukça, ormandaki tüm sesleri boğan yağmura birer küfür daha sallıyorum. O’nun seslerini gölgelediği gibi, benim foşurtularımı da ona aktarıyor sanki. Peh! Yerimi neon tabelalarla gösteren sesler de olmasa, o caniyi yakalayabileceğim sanki(!)

Yakalayamam tabii… Vahşetle vaftizlenmiş ruhu, bu vahşi doğada ne açık der ki?..

Tabancama su kaçmasaydı keşke; bu ihtiyarın bir şansı olabilirdi belki.
[…]

***

Bilgisayarından gelen sinyal sesi, tercüme işine ara vermesini gerektirdi. Çeviri bürosunda oturmuş, saatlerdir aynı roman üzerinde çalışıyordu ve, çift dikiş düşlediği dedektifin macerasından uzaklaşıp ofis dünyasına çekilmek, canını sıkmaya yetmişti. Göz ucuyla, masasına dokunan pencereye baktı. Pencerenin çok ötesine… Kabarcıklı, sarı camın örtmeye çalıştığı yağmura, yağmurda saklanan katile ve onun peşindeki kahramana… Derince iç çekip oflamak, şu noktada pek bir işe yaramayabilirdi fakat, tınısındaki yakarış, ilgili tanrılar için bir dua yerine geçmeyi kesinlikle hak ederdi.

Bir e-posta. Kırılgan hayalleri pencereden fırlatıp, geldikleri yere göndermeye yetmişti. Evrene savurduğu ikinci bir “Off!” darbesi eşliğinde, gelen mesajı açtı; ofiste çalışan diğerlerini es geçip, doğrudan ona gönderilmiş bir danışma talebiydi:

Merhaba Yusgi.

Çevirinin bir yerinde tıkandım, yardımın gerekli. Şu meçhul “Ejderha” kelimesi… Karakter, kötücül ormanın derinliklerinde onunla ilk defa karşılaşıyor ama sence nasıl betimlemeli?..

“Yalanlar fısıldayan kötücül yılan” onun için yeterli mi?

Masa 5

İş hayatının gerekliliklerini ve getirdiklerini düşünürdü zaman zaman. Böylesi durumlar, böylesi ölçme biçme işlemleri için en uygun vakitlerdi her zaman.

İlkin; kitapları ücretsiz okuyabiliyordu ve uzmanlık alanı fantazya olduğu için ona bu tarzdaki eserler veriliyordu.

İkinci olarak; inandığı bir dava için çalışıyordu. Çürüyen bir dünyada yalnız kalmaktansa, kendisiyle beraber birkaç kişinin daha dışlanmış hissetmesi için alt kültürü yaşatıyordu.

Ve son olarak, tüm bunlar tamamen yasa dışıydı. Devletin kavramlar üzerinde kurduğu otoritesini hiçe sayıp bir tür özgürlük savaşçısı olmaksa… Çok heyecanlı.

Sandalyesinde hafifçe geriye kaykılıp kısacık bir süreliğine yağmuru dinleme molası verdi kendisine. Huzurun kapısında alınan bu iki nefeslik andan sonra, ellerini klavyesine uzattı. Pencereyi tıklatıp kendisi çağıran yağmur değil, O’na nispet yapan klavye tıkırtıları kazanmıştı.

“Yeterli mi” mi? Yeterli değil elbette! Ne yeterlisi, bütünüyle yanlış!

Bak, Ejderhalar çok kadim ve saygın canlılardır. Efsaneye göre, yaratım anında tanrılarla kadeh tokuşturacak ve ilk canlıların şekillenişini seyredecek kadar sihirli; en karanlık durumlarda, en ulu kralların sıkıntılı anlarında danışmanlıklarını yapacak kadar da bilgelerdir. Onlar uçarken kuyruklarının salınışını seyredebilen şairlerin, hayatlarının en iyi eserlerini verdikleri ve bu mükemmeliğin ötesine geçemeyeceklerini fark ettikleri gibi intihar ettikleri söylenir. Ve sen, bu varlıklara “yalancı, hilebaz” diyorsun öyle mi?

Sakın… Sakın ama sakın öyle şeyler yazma.

Bana gelmekle iyi etmişsin.

Yusgi

Mesajını göndermek için davrandığında, iş ortamı gereği sözlerine ekleyemediği öfkesini bakışlarıyla iletmeye karar vermişti.

Köhne, sigara dumanıyla boğucu bir oda. İçine saçılmış beş masasıyla sıradan bir ofis ortamını yansıtıyordu o anda. Bakışın bir an sonrasındaysa, masaların birbiriyle uyumsuz modelleri, tavanın olağan üstü basıklığı ve dışarıya açılan kapının açılmaya hevessiz mizacı fark edilirdi mutlaka.

En yakın masadaki iş arkadaşı çizgili, sıradan gömleğiyle ortamın gizemini biraz geriletse de falezlere saldıran dalgalar gibi birbiri ardına ve metanetle tuşlara basan parmakları, katkı sağlıyordu önemli bir şeylerin döndüğü hissine. Onun az ötesindeki masada şu anda kimse oturmuyordu. Küllük barındırmıyor olması, sahibinin biraz hava almaya gittiğini fısıldıyordu. Bir başka masaysa kitap, dosya ve sigara dumanı kargaşasından ibaret gibiydi. Baca gibi tüttüren Raxyn, kaos boyutundan az önce maddeleşmiş de büyülü sisini ellerini şöyle bir sallayarak dağıtmamış gibi… Arada bir ağzından kaçırdığı küfürleri, büronun yoğun atmosferi tarafından boğuluyor, yerine kitapların arkasında neredeyse görünmez olmuş Raxyn’in el kol hareketleri geçiyordu.

Bakışlarının üzerlerinden hızlıca kaydığı tüm bu tanıdık simaların ötesinde, pek seçemediği son bir çalışan daha vardı. Büronun her yere en uzak ucunda, beşinci masada… Birkaç gündür yazıştığı ama Yusgi’nin öfkesine nail olduğu dışında kişiliğine dair tek bir şey bile öğrenemediği kişiydi. Yusgi için, dumanlar ve loş ışıklarla sarmalanmış, bilgisayar ekranının yanından sarkan ve ara sıra kahve kupasına uzanan zayıf bir koldan ibaretti.

Gerçek hislerini aktarabileceği herhangi bir kanal bulamayan Yusgi, kendi kendisine söylenerek çeviri işine eğildi.

***

[…]
Sürekli olarak aynı doğrultuda düşen yağmur damlalarını kıskanacağım eşiğe az önce geldim. Beni bütün bütün yutmuş bu ormanda kayboldum ve hangi yöne ilerleyeceğime dair hiç bir fikir edinemiyorum. Çaresizlik… Bana bir şeyler anlatmalarını umarak yüksekteki dallara, dalların ötesindeki şekilsiz bulutlara bakınıyorum. Bir şeyler söyleyin, lütfen! Ne yapacağımı bilmiyorum!

Kadimliklerini ketumluklarıyla yarıştırarak öylece dikiliyor, sallanıyor ve bir anlam ifade ediyormuş gibi görünen tüm kombinasyonlarında sadece dil çıkartıyorlar. Bu demek ki, bir köşede durup soluklanma zamanım geldi.

Rastgele seçtiğim bir ağacın topraktan fışkırmış köklerine kendimi bıraktığımda, bacaklarımdan yükselen sızı itiraz etti bana. Vücuduma yayılan her bir ıstırap dalgasında acele etmem gerektiğini daha da yüksek sesle bağırıyordu. Ve, vücudum da hafif bir titremeyle, onaylarcasına eşlik etti ona. Daha hızlı olmalıydım, yakalamam gereken bir cani ve çuvalladığım anda ölecek masum ruhlar vardı oralarda. Bir yerlerde… Yeniden ayağa kalktığım ve doğru yön olduğunu umarak adımladığım istikamette…

Hiç dinmeyen yağmurda, zamansızca koşturuyorum bu ormanda. Ama, en başa dönmedim hala. Biliyorum. Kaslarımdaki gerginlikten; her tarafa ve aynı anda değil, sadece önüme, sabitçe bakan gözlerimden biliyorum. Ona yaklaştığımı hissedebiliyorum. Yapraklardan kurtulan yağmur damlaları habis bir amaçlılıkla düşmeye başladı; soluduğum hava ciğerlerimi yakıyor, özünde sakladığı yozlaşmışlığı bana aşılamaya, çürük kokusuyla beni korkutmaya çalışıyor.

Şehirdeki kovalamacaların kendine has bir havası vardır. İliklerinizde hissettiğiniz bir anlaşmanın parçasıdır bu. Siz, kendi kanunsuzluklarınızı bilirsiniz; kovaladıklarınız da, bir gün rolleri değişebileceğinizi… Herkesin diğerinin peşinde olduğu ve bir başkasıyla yörünge uzaklığını korumaya çalıştığı küçük oyunlardır bunlar. Nefes almak kadar doğal, bomboş bir viski şişesi kadar zararsız.

Her yerine kendi özümüzü sıçrattığımız şehrin aksine, ormandaki kanunlar çok daha zararsız. Basit. Şimdi görebiliyor ve yaşlanmış aklımla yavaş da olsa öğreniyorum. Onun yüreğinden uzak durduğunda sana karşı uyuyan bir kaplan kadar kayıtsızdır. Fakat, girmemen gereken noktaya yaklaşıp tehdit olmaya başladıkça, tırnaklar ve dişler çıkar ortaya, akacak kanın kokusu tüm atmosferi kaplar az sonra.

Şimdi, acemisi olduğum bu oyuna ciddiyetle katılma zamanı. Az ötede gördüğüm irice sopayı oyuncak olarak almalı ve sırılsıklam varlığımı puslu yağmurun derinliklerine, daha da ıslanmak üzere çağıran güdüye yollanmalı.
[…]

***

Bir mesaj daha… Bildirim sesiyle, büronun dumanlı atmosferinden daha fazla ciğer solduran bir e posta daha geldi bilgisayarına. Ne bu şimdi?! Gökyüzünün güzelliğini seyretmek isterken yüzüne düşen yaprak gölgeleri gibi hissel bir şey de değil ki… Bariz şekilde rahatsız edici.

Öfkeli bir tonda uzandı mesaj kutusuna ve yazılanları da aynı edayla okumaya başladı ki bu, sözlerdeki kibri güçlendirmekteydi.

Evet ama senin verdiğin tanım çok uzun. Bu yaratık bir ortamda, bütünüyle doğal olan bir durumda ve bilinmezlik aurasında. Oraya yakışmadığı, sıra sıra ağaç örtülerine rağmen bariz şekilde görünür olduğu da ortada. Yani, şuna bir baksana:

“Yasgi, ormanın yüreğine nihayet vardığında O’nu gördü. Şansla oluşan böylesi anlar kritiktir, bilirsiniz. Siz bir şeyler yaparsınız ve eylemlerinizin karşı taraftaki “şey”in hangi kıvrımlarına uyduğu ve hangi hassas noktalarını dürtüklediğine göre ezilir, yenir veya sevilirsiniz. Hatta, kutsanabilirsiniz bile. Kurtuluşun ve yok oluşun aynı anda bulunduğu yegane andır bunlar. Bilirsiniz işte, yaşam böyle işler. Ve, ölüm de…

Dilerseniz, Yasgi’nin ne yaptığını ve yazgısına neyi kazıttığını anlatmadan önce, “O”ndan biraz bahsedelim size. O, eskilerin “Ejderha” dediği bir şey. Bir canlı; kesinlikle ve kesinlikle, görmeden üzerine basıp, sıfır vicdan azabıyla yolunuza devam edebileceğiniz veya hiç fark etmeden yanından geçip gidebileceğiniz türden bir canlı değil. Daha çok “yaratık” denilen ve kocamanlığı sayesinde en sarp dağlarda bile nirengi olarak kullanabileceğiniz türden bir şey.”

Görebiliyorsun, değil mi? Burada ironili bir anlatım var. Çıkmaz patikalarının silsilesi içinde kaybolabileceğin kadar sık ormanlıkta bile fark edebileceğin kadar kocaman bir canlıdan bahsediyor. Anında görülebilen, o anda tanınabilen, basit, minicik bir şey… Dev vücudunda nitelik barındırmayan bir şey…

Şu halde meşhur “Ejderha”nın tanımlanabilir ve bu yolla hükmedilebilir bir yalınlıkta olması lazım. Hatta, belki de Sis Boyutları’ndan celbedilebilir, robot gibi köleleştirilebilir bile? Zifirin yegane pırıltı olduğu diyarlardan geldiği düşünülürse de, pekala bir iblis olduğu söylenebilir bu şekilde.

Ne kadar da acı, değil mi? Her şeyiyle kendine ait olduğuna inandığın, yurdun olarak benimsediğin yerde rahatça dolaşıp maceradan maceraya koşuyordun. Tehlike yok, her şey senin bilgin içinde. Ve, birden, O’nunla karşılaşıyorsun. Bir yabancıyla, davetsizce yerleşen bir tehditle… Orada, hemen önünde duruyor işte, bir fısıltı mesafesinde. Varlığından yayılan tehdidi hissedebiliyorsun ama göremiyorsun; O, senin ışıltılı diyarının çok ötesinden geldiği için adını bile bilemiyor, gaip lisanının yüreğine bıraktığı kuşkuları gizillikten çıkartıp çıplaklığa çekemiyorsun. Habis pençeleri göğsüne saldırırken, geldiğini bile göremeyeceksin; sadece içinde, yüreğinde hissedeceksin.

Ne diyorsun? Tanınmayan bir Ejderha için uygun bir kelime mi: Canavar

Masa 5

Tanınmayan… “Ben de seni tanımıyorum ki!” diye kendi kendine söylendi Yusgi. İşe yeni başlamış birisi, hangi hakla en kıdemli çalışana bu şekilde diklenebiliyordu ki?!

Bir kere daha, yeniden baktı O’na; en uzak masanın en uzak ucunda oturan esrarengiz varlığa. Dumandan rahatsız olan Feroand’ın aksine yerinden hiç kalkmıyor; rüküş giyimli Okin’in aksine likit bir karizmayla, karanlıklar içinde çalışıyor; Raxyn’in bayağı saygısızlığına hiç öykünmüyordu. Tanıdığı hiç kimseye benzemeyen bu patavatsız kim oluyordu?

Saçmalama! “Canavar”mış!.. Nerenden uyduruyorsun bunları?! Ejderhalar miskin canlılardır. Bütün sonsuz ömürleri boyunca aynı mağarada oturup altından hazineleri başında nöbet tutarlar. Bilgeliği ve saflığı temsil ettiğinden, tüm simyacıların düşleri ve kabusları olan bu güneş damlalarını keyifle seyredemedikleri halde üstelik. Ne kadar da trajik, Mağaranın karanlığına alevden nefeslerini salarlarsa, bunca pırıltılı cevher arasında şimşek gibi çakar; gözleri kamaşır ve hatta kör olurlar oracıkta. Kendilerinin sakaldığı harikaları göremeyecekler asla.

Cesur ve kararlı savaşçılar bu ölüm ve dehşet yuvalarına, hakikat ve güzellik uğruna sızarlar ara sıra. Ejderha ile savaşır, başarılı olduklarındaysa onun cesedinin yanında birbirine korkuyla sokulmuş, meşale ışığını bine katlayarak titrekçe yansıtan altınları avuçlayarak kazandırırlar insanlığa.

Bu cevherleri her şeyden sakındığı için “kötü” sanılabilirler zaman zaman. Ama insanlar “neden bize değil de onlara verildi tüm bu altınlar” diye sorsalar, ejderlerin kutsallığını anlarlar o zaman.

Şimdi anladın mı nasıl çevirmen gerektiğini? Düzgünce yap şu işi.

Yusgi

***

[…]
İçinden lağım suyunun aktığı mazgallar… Ağaçlar dikkate deymez mazgal dişlerini oluşturuyorlar. Kötülüğün ve pisliğin saklandığı bu ormanda kol gezen benim. Bakışlarımla yağmur pusundan fırlayabileceği boşlukları gözetleyen, hareketli pusumla o gediklerin içlerine akan benim. Canavarın yüreğindeyim. Neredeyse yüreğindeyim.

Gerilmiş bir yay gibi hedefine odaklanmış, girişi kanla işaretli karanlık sokakların tekinsizliğine doğrultulmuş bekler haldeyim. Yağmur, gerginliğimi sezmişçesine durulmaya başlıyor; bakışlarımın onu delik değiş etmesine ve koynunda sakladığı gizleri gözlerime iletmesine izin veriyor. Zamanın başından beri ormana sinmiş pus, yavaş ama derince alınan bir nefes gibi geri çekiliyor.

Orada, ciğerlerin tamamen dolduğu, pusun durduğu sınırda… Bir karaltı… Nihayet görünüyor caninin varlığı. Ormanda ve zamanda öylesine kaybolmuştum ki delilleri uydurmaya başlayan o bunaklardan olduğumu düşünmeme az kalmıştı. Nihayet. Nihayet!

İzini sürdüğüm kadardır kendisini de izliyorum. Çok uzun süredir kıpırdamıyor; katil, galiba kendi katili için pusuda bekliyor. Cinayet silahı ile, saklandığı yerden ötelere doğru bakınıyor birlikte. Kanunun pırıltısını uzaktan görebilmeyi bekler gibi; benim temiz bir dedektif olduğumu sanar gibi… Baştan aşağı çamura bulandığımı, damarlarıma şehrin vahşetini zerk edip O’nu izlediğimi bilmiyor, belli. Hala arkası dönük beklediğine göre; hatta, o cinayeti işlediğinde peşine düşeceğimi düşünemediğine göre… Hiç bir şey bilmiyor kesinlikle.

Yorgun. Çok yorgun görünüyor. Zamansızca kaçmak; seni arıtacak ışığın nerede parıldayacağını çıkartamadan, yaprakların minicik gölgelerine saklana saklana kaçmak yorucu olmalı. Düşünmeye mecali kalmamış bu bitap varlığın sıkıntısına son vermek üzere harekete geçmeliyim belki de.

Çevreyi kolaçan edip birhayli yaklaşıyorum hedefime. Gökyüzünde ince ince sızan temiz ışıklar, kanunun gelişini vaadediyorlar. Yağmurun dinişiyle soluklanan yapraklar tüm yeşilliğiyle parlıyor. Korkudan sinmiş kokular, ağaç gövdelerinden çıkıp yeni yerlere sinmek üzere hafif rüzgarlara dolaşıyorlar. Işığın henüz arındıramadığı zemin, çamur deryasına döndüğü halde matlığını işgal eden küçük gölcüklerle yer yer ışıldıyor. Görüş açımı genişletip, doğrudan görünemeyenleri de gösteriyor. Dalların ardında koşturan sincapları, gökyüzünü terk eden bulutları, gecenin yaklaşmasıyla her yere hafif hafif sızmaya başlayan karanlığı ve beni; beni seyreden kendimi.

Yorgun. Çok yorgun görünüyorum. Zamansızca kovalamak; içime hapsedip gözlerini zaman zaman bağladığım ürkek ışığın histerik çığlıklarına aldırmadan, benden az daha karanlık insanları kovalamak çok yorucu.

Son bir pırıltı görme gayretiyle bakan gözleri düşkün ve yaşlı… Zihni kendiden ve yansımanın sınırından geçmiş gibi… Kendinden çıkıp kendine karışmış gibi… Bana bakan bu gözler ‘ben’im gibi görünüyor. Ve, O’nun gibi…

O, beni görüyor!

Telaşla kafamı kaldırıp caninin dikildiği yere bakıyorum; evet, o da başından beri orada durmuş beni seyrediyordu! Uzaklara, ötelere değil; bizzat benim olduğum yere, kendime bakıyordu. Elinde ucu kanlı sopası, gözlerinde hırçın ama bitkin bakışları… Paltosuna sarınmış, son hamlesi için kurbanını inceliyordu.
[…]

***

Yusgi, kendince kutsal olan görevi, ofisi dolduran gürültülerle bölünmeye çalışılınca, paragrafın son kelimesini de yazana kadar dikkatini bu yeni kargaşaya yönlendirmemişti. Ama, şimdi, gördükleriyle birlikte işler çok değişti. Artık odayı sadece duman ve bir grup inançlı insan değil, aynı zamanda polis de dolduruyordu. Kaçak çeviri bürosunun yasanın dışında kaldığı noktalar kolluk kuvvetlerince sarılmış, yasanın yargısına doğru iteklenerek götürülüyordu.

Polisler gece gibi üzerine kapanırken, Okin’i gördü az ötede; elleri arkasından kelepçelenmiş, hakaretler eşliğinde götürülüyordu bir yerlere. Masasından kalkmamakta diretti Yusgi, çevirdiği romanı alıp korumaya, değer verdiği şeyleri sakınmaya çalıştı. Tüm uzayı tek bir kibritle aydınlatmaya çalışmak kadar boşunaydı çabası. Zayıf kolları, polislerin hamlelerini savuşturmaya çalışırken kahve kupasını da masadaki diğer şeylerle birlikte yere saçtı.

Çığlıklar… Çığlıkları, bürodaki çılgınlıkla yarışıyordu:

“HAYIR!! Hayır! Bırakın, izin verin biraz daha. Öykünün sonunu öğrenmeliyim, izin verin bana!”

Vücudu kapıya sürüklenirken aklı öyküde, bakışları da ofisin içinde kaldı. Masa 5’te… Kaderin neleri sakladığını öğrenmek zorundaydı. Darmadağın, bir şeyleri anlamaya çalışırken daha fazla çırpınmalıydı.

“O’nun kim olduğunu öğrenmeliyim, O’nun kim olduğunu öğrenmeliyim!”

Güçlü eller gözlerine kapanırken odayı gizledi. Eller, sadece sigara dumanının perdelediği sırları değil, daha ağır gerçekleri de gizlemekteydi.

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu

Büyüyünce yazar olacağına kendini inandırmış bir yavrucak. Öykü, çizgi roman, radyo tiyatrosu ve video oyunu alanlarında şansını deniyor. Yaratıcı sohbetten ve güzellikleri paylaşmaktan da çok hoşlanıyor. Yazılarına http://yordamsiz.blogspot.com/ isimli blogunda ulaşmak mümkün.

Simulakrum” için 9 Yorum Var

  1. Hikayeyi baştan sona keyif içinde okudum. Geçişler başarılı olmuş ve akıcılığı kuvvetlendirmiş. Ofis ortamı güzel betimlenmiş, aynı şekilde ormandaki gizem iyi aktarılmış. Son kısım beklediğimden iyi bağlanmış. Anlatımınızı beğendim, ellerinize sağlık. 🙂

    1. Merhaba
      Ve, okuyup geribildirimde bulunduğun için teşekkür ederim 🙂
      Keyif almana çok sevindim.

      Öyküyü hazırlarken geçişleri biraz daha yumuşatarak sunmak adına çeşitli “nizami” değişiklikler yapmıştım. Bazı yerlerde çift paragraf boşluğu, bazı yerlerde “iki tarafa yaslı” sitili gibi… Ama, bilgisayardan siteye geçirirken bazı kaymalar, küçük değişiklikler oluyor ve onları kontrol edemiyorum.
      Şöyle bir baktığımda, mailleşme kısımlarının diğer bölümlerden çok da ayrıksı durmadığını fark ediyorum. Bendeki versiyonda öyle değil, siteye uygun yazamadım maalesef :/
      Acaba, okurken herhangi bir sorun yaratmış mıydı o durum sana? Maillerin nerede başlayıp bittiğini rahatlıkla ayırt edebiliyor muydun?

      Bir de, birkaç yerde ölümcül yazım hataları yapmışım :/ düzeltme yaparken de gözümden kaçmışlar. Buradan belirtirim ki okuyan herkesin affına sığınırım.

  2. Merakla ve beğeniyle okudum.
    Öykü, içerdiği metinlerle beklentiyi oldukça yükseltiyor fakat final bu beklentileri pek karşılamıyordu. Çevrilen metinlerin bir yerde kesişmesi, yasaklı ortamın ve masada oturan gizemli kişinin kimliğinin okuyucuyu şaşırtması, ejderhanın varlığının büroyla sembolik şekilde de olsa üstüste bindirilmesi gibi pek çok şey bekledim; tabi ki umduğumu değil bulduğumu yedim.
    Bu kadar güzel giden bir metin belirsiz ve okuyucuya bırakılacak bir sonu haketmiyor.
    Yazım yanlışları konusunda özeleştirinizi yapmışsınız ona diyecek sözüm yok ama şu eski sözcükleri kullanmayı n’olursunuz bırakın.
    Bu ay konu ejderha olunca herkes eski sözcüklere saldırmış ve istisnasız herkes yanlış kullanmış. Sizinkiler daha kabul edilebilir olduğu ve düzelteceğinize inandığım için yazıyorum ama diğerlerine söyleyecek söz bulamıyorum. Benim yaşım kurtardığı halde ben bu kadar eski sözcük kullanmıyorum bu gençler niye bu hataya düşüyorlar anlamıyorum.
    Daha sade, daha birbirine geçmiş öykülerinizi okumak isterim.

    1. Merhaba, çok geç cevap verdiğim için özür dilerim.
      Aslında amacım okuyucuya bir şeyler bırakmaktan ziyade, karakterin histerisini okuyucuya geçirmekti. Ona bir şey vermek değil, ondaki her şeyi almayı dilemiştim. Elbette bu boyuttaki bir şeyi başarabilecek kadar yetkin olmadığım için… Olsun, yine de denedim.
      Gizemli masadaki kişinin, çevrilen metindeki kişinin, ejderhanın ve diğer tüm gizemlerin aslında aynı kişi olabileceğine dair minik bir şüphe ve bu şüphenin mantıklı hiç bir yere çıkmamasına rağmen asla yok olmamasıydı amacım.
      Yine de, beğendiğim insanlar tarafından beğenilmesi çok hoşuma gitti elbette, teşekkür ederim 🙂

      Yazım hatalarımın utancını hala taşıyorum üzerimde, bendeki kopyasını düzeltme imkanım da olmadı henüz ama kesinlikle düzelecek ve birazcık daha şekillendirilecek bu öykü.
      Eski kelimeler konusu… Herhangi bir şey söylemeye hakkım var mı bilmiyorum ama, bence, bu tarz hatalar görüldükçe kelimeler düzgün kullanılmaya başlanacak ve “eski”likten çıkacak. Tınısı çok hoş olan (veya “egzotik” gelen), anlam olarak günümüzdekilerden çok daha fazlasını, çok daha yetkince içeren bir sürü eski kelime olduğunu biliyorum/hissediyorum. Elbette, okuyucunun bu kelimelerin kullanışından aldığı keyif de çok önemli. Ama, bence, düzelmek için hataları yapmak ve hata olduklarını görmek gerekli. Belirttiğin için (bize yardımcı olduğun için) teşekkür ederim.

      Umarım gelecek seçkide senden bir şeyler okuyabilirim 🙂

  3. Merhaba; öyküdeki geçişlerinizi çok sevdim. Çeviriden, bilgisayar başına, oradan gizemli Masa 5’in yorum ve sorularına, Yusgi’nin iç dünyasına…
    Kabul ederseniz benim bu öykü konusundaki görüşüm, öykünün genişlemeye gereksinimi olduğu. Bir noktada sonunu yazmalı artık çok mu uzattım demişsiniz gibi geldi bana. Ben böyle hissettim. Daha fazlasını okumayı, sonunda daha bağlantılı bir yere varmayı düşledim. Sadece bir görüş, başında da belirttiğim gibi…

    1. Merhaba, öyküden keyif almana çok sevindim fakat çok geç cevap verdiğim için üzgünüm.

      Bu öyküyü tasarlarken sadece bir hissiyat olarak yaşamıştım kendisini. Neye benzeyeceğini ve neyi içereceğini…
      Ama, ne kadar uzun olacağına dair bir fikrim yoktu. Düşünmemiştim bile o konuyu. Yazarken fark ettim ki bu öykü çok daha uzun olmayı hak ediyor.
      Zihnimde canlandığı ilk anda daha çok şey barındırıyordu içerisinde. Daha çok kültürün daha fazla fikrini, mitolojisini… Öğrenebildiğim hepsine tek tek değinmek ve onlarla ilgili bir şeyler eklemekti dileğim. Fakat, hem buraya hem de teslime kalan zamana sığdıramazdım. Üstelik, bu konuda çok düzgünce bir araştırma da yapmamıştım.
      O yüzden… Kısmen doğru hissetmişsin. Belki, bir gün genişletirim.

      Yine de, uzatılmış halinde bile son kısmı, baskını ve muğlaklığı değiştirmezdim sanırım. Öykünün bana ilk gelen kısmıydı orası. Bir tür delilik hissettirmeyi, okuyucuya bunu yaşatmayı amaçlamıştım. Bahsi geçen tüm gizemleri iç içe dokumayı ama bu dokuyuşu “saçma” şekilde yapmayı… Yine de, göze sokmayı… Bir tür “yazınsal halüsinasyon” yaratabilmekti amacım. Ama, olmamış sanırım :/

      Gelecek seçkilerde görüşebilmek dileğiyle 🙂

  4. Gerçekten etkileyici bir öykü olmuş. Teknik olarak sonunda istediğiniz öyküyü yazmışsınız. Sanırım siz de bunun farkındasınız ki, ilk defa öykünüzden nefret ettiğinizi yazmamışsınız.

    Eski kelimeleri oldukça azalttığınızı farkettim. Sanırım sizin içinde zor olmalı, alışkanlıklardan kurtulmak, ama çabanızı taktir ediyorum.

    Yazı formatı ile ilgili bir sıkıntıya rastlamadım. Aklınızda başka düşünceler olsa da, böyle de harika.

    Birkaç gün sonra tekrar okuyup içerik hakkında da birşeyler yazmak istiyorum.
    Elinize sağlık.

    1. Beğenmen çok hoşuma gitti ve güzel noktaları fark etmişsin yeniden, bunları duymak da beni sevindirdi.
      Bu öyküye karşı ne hissedeceğimi keskince bilmesem de “hoşlanma” olmadığını hisseder gibiyim. Yine de, evet, ondan nefret etmiyorum. Alıştığımdan ve dilediğimden farklı şeyler denediğim için beni ruhsal olarak çok zorladı. yazarken içim el vermedi çoğu bölümüne. Yine de, sanırım, güzel bir iş ortaya çıktı ve bunun tadını çıkartmalıyım.

      Eski kelime konusunda ne diyebileceğimi pek bilmiyorum. Kullandığım çoğu kelime bana “eski” gelmiyor, günlük hayatımda pek konuşmasam bile onları benimsediğimi hissediyorum. Yine de, çevreden gelen uyarılarla birlikte, bazılarını yanlış kullandığımı da fark ediyorum. Sadece “yanlış anlamda kullanmak” değil, aynı zamanda “onları kullanma yanlışlığı”nı da kastediyorum. Aslında, eski kelime kullanmamak adına özel bir çaba sarf etmedim. Çabalarımın hepsi cümle kuruş tarzım ve taslağımdaki durumları anlatış formatımla ilgiliydi. Yine de, daha az kullanmışım sanırım 🙂 İncelenmesi gereken bir durum. Ne, neye etki etti de böyle oldu acaba? Düşüneceğim.

      İlgin için minnettarım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *