Öykü

Son Ezgi

Göz alabildiğine bir düzlük değildi ortasında durmakta olduğu yer.  Ne tarafa dönerse dönsün; ufkun hemen altında, binlerce mağaraya ev sahipliği yapan kayalıkları görebiliyordu. Estiğine dair şahit bulması mucize olabilecek tembel bir rüzgar oyalanırken saçlarında, dedesine bu kayalıklar hakkında sorular sorduğu zamanları anımsadı. Dedesi böyle zamanlarda ona bu bölgede kendilerine Frig denilen bir halkın yaşadığından, gördüğü deliklerin bu insanlara ait mezarların ve evlerin girişleri olduğundan, yeterince büyüdüğünde onlardan bir tanesine beraber çıkabileceklerinden ve daha bir sürü alakalı ya da alakasız şeyden bahsederdi. Ancak bu konuşmalarda hiç değişmeyen bir bölüm vardı ve bu konuda dedesine büyük bir söz vermişti: Dedesinden izin almadan asla bu vadiye gelmeyecek, tek başına bu civarlarda dolanmayacaktı. Dedesinin bu konu ile ilgili kati ve sarsılmaz bir duruşu vardı ve yıllar sonra dedesine verdiği sözü çiğnediği şu anda dahi bunun nedenini tam olarak kavrayamıyordu.

Bu kayalıklar, bu vadi, dağlar, köy meydanındaki çeşme, meralar, yol kenarlarındaki yalaklar, tarlalar, üzerinde yetişen biberler, soğanlar, ayçiçekleri… Burada ne varsa duyularına seslenebilen, hepsi dedesine aitti. Hepsi dedesi idi. Hepsi dedesini hatırlatıyordu. Gezdikleri, sohbetler ettikleri yerlerin havasına maruz kalınca, başka türlü bir hasret peydah oldu içinde. Her bir hücresine zerk olunmuştu özlem denen meret.  Dedesini kaybetmemiş olmayı diledi bilmem kaç bininci kez ve yine o güne gitti aklı. Bağırmıştı ona. “Senin torunun olmayı ben mi istedim!” diye çıkışmıştı. Sadece o olsa iyi. Bir sürü saçma sapan laf etmişti. Beyninin sokaklarını arşınlamakta olan bu hatırası ile pek de barışık olduğu söylenemezdi ve unutmak mümkün olsa bir saniye dahi düşünmeden unuturdu o günü. Ancak unutmak, kapısı yalnızca büyük yangınlarda açılan bir çıkış kapısıdır ve ne yazık ki nefes alan kimse o kapıdan geçemez. Pişmanlığın beyhudeliği ile ezici ağırlığı arasında bir yerdeydi ruhu uzun zamandır. Bu sıkışıklıktan nefret ediyordu. Öfke ile üzüntü arasında bir duyguya kapıldı yine. Ne zaman böyle hissetse, sırtını yaslayacağı bir yer arardı, ki öyle de yaptı.

Kardeşlik geçmişleri liseye dayanan, geleceklerinin de kabirde dahi son bulacağını düşünmediği  bir arkadaşı, dostu, kardeşi  vardı. Ercan. Ne zaman bir araya gelseler başlarlardı dertleşmeye. Derdi sevdiklerinden değil tabi bu hal. Diğerlerine sıra gelmiyordu. Daha doğrusu gelemiyordu. Muhabbetin demlendiği, artık söylenecek herhangi bir sözün herhangi bir manaya gelemeyeceği anlarda “Hayat zalim be abi.” diye iç geçirirdi Ercan. O anlardan biri geldi aklına. Evet. Hayat gerçekten zalimdi. Dedesi ile ettiği o tatsız münakaşayı taçlandırırcasına oynamıştı kartlarını çünkü. Dedesi o günün akşamı uyanamayacağı bir uykuya dalmıştı. Ufacık bir çocuktu. Kaybettiği şeyi fark edecek, dedesinin acısını da yaşayacaktı elbet, ancak o gün düşünebildiği ilk ve tek şey kayalıklar oldu. Öyle ya, şimdi kimden izin alacaktı? Annesinden alabilirdi eğer bir katil olarak doğmasaydı. Ya da babasından alabilirdi, babası eşini daha az seven bir adam olsaydı. Ama öyle değildi. İşte bu yüzden önce kayalıklar geçti aklından. Sonraki gün düştü ciğerine dedesinin ateşi. Ve o gün bir ömre yetecek kadar çok ağladı.

Gölgesinde uzanmakta olduğu ne küçük ne büyük bir ardıç ağacı ona karşı koyamayacağı miktarda serinlik sağlasa da, güneşle irtibatını tam anlamı ile kesemiyordu. Ancak şu an tam olması gereken yerdeydi ve bu ardıç ağacı olması gereken yerdeki tek şansıydı. Annesini ve babasını hiç tanımamış, dedesi tarafından hiç çocuğun olmadığı bir köyde büyütülmüş bir çocuk bir şeyi çok iyi bilirdi:  İyi ya da daha az iyi; eline bir şans geçerse, bunu kullanmalı insan. O yüzden bu dantel desenli gölge değerlendirilmesi gereken bir fırsattı ancak yapılacak işler vardı. Vakit kaybının hiç sırası değildi. Geçmişi düşünmek ve hatıralar ile buluşmak da güzel şeydi elbet ama şimdi değil. İleride düşünebilmek üzere yeni bir geçmiş hazırlaması gerekiyordu. Çantasının fermuarını açtı; bir defter ve bir dolma kalem çıkardı. Bugüne dair not edilmesi gereken şeyler vardı.

Bugün tam 28 yaşına bastım. Bunu benden başka bilen yok doğrusu. Yatılı okullarda büyüyen o öksüz çocuk olarak 13 sene sonra köyümde, tam da dedemin olmamı yasakladığı yerdeyim. Bunca sene sonra neden burada olduğum farklı bir hikaye ve o kadarı bende kalsın istiyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, çocukken heves ettiğim şeyler değildi geliş sebebim. Yıllar içerisinde Frigler ile ilgili okuduğum bir çok kitap merak edecek fazla şey bırakmadı çünkü zihnimde. Bugün ise geliş sebebimden de başka bir sebeple buradayım. Yıllar sonra, başka bir merak sebebi ile geziniyor gözlerim kayalıklarda.

            Köylünün beni tanıması, gerçekten de söylediğim kişi olduğuma inanması biraz zaman aldı. Köy kahvesinde oturduk bir süre. Ölenleri yad ettik. Yaşlananlara takıldık, şakalar yaptık. Cevat Abi’nin demlediği çaydan içtik. Biraz oradan, biraz buradan ama çoğunlukla benden bahsettik. Güldük, eğlendik.  Sonra dedemden bahsettik. Ben doğmadan çok önce ölmüş nenemden bahsettik. Ben yaşayayım diye ölen annemden bahsettik. Ve babamdan… Babamdan bahsettik. Köylülerden yaşlıca olanlar “elimde büyüdü kerata” diyerek başladılar hatırladıklarınca babamı anlatmaya. Babam hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyormuşum desem yeridir. Ne az anlatmış dedem. Ne az merak etmişim babamı, ne az soru sormuşum hakkında vs. söylenirken içimden, babam yaşlarında, kahvenin arka köşesinde oturmuş ve o ana kadar sohbete hiç müdahil olmamış bir adam başladı konuşmaya. Zamanı büken ve sessizliği ikiye bölen bir tonlama ile “Baban” dedi, duraksadı. Kalabalığın arasında onu fark edebilmem için zaman tanıdı bana. Dört adet gözbebeği toplanır toplanmaz aynı masada, devam etti konuşmaya. “Baban annenin ölümünü kabullenemedi; kocakarı ilaçlarından medet umdu, tenekeci masallarına inandı. Ölen dirilir mi? Buna inandı işte baban. Annene olan aşkı sebep oldu babasız büyümene. Ona söylemiştim o vadiye gitmemesi gerektiğini. Dinlemedi. Dedeni dinlemedi. Bizi dinlemedi. Kimseyi dinlemedi.”

Ortalık bir anda buz kesti. Cevat Amca “Ettiklerin laf mı senin şimdi? Ne diye karıştırıyorsun maziyi? Ne diye bulandırıyorsun çocuğun aklını? ” diye çıkıştı adama. Bir uğultu kapladı ortalığı. Herkes yanındakine bir şeyler söylemeye başladı. Ah dede! Nasıl anlatmazsın bunları bana? Anlatmadan nasıl ölürsün? Elbette izin vermedim konunun geçiştirilmesine. Babamın arkadaşı olan adamdan ve köyün yaşlılarından öğrendim her şeyi. Şehre döneceğimi söyledim, vedalaştım herkesle. Ve şimdi, yapılması gerekeni yapmak için, benim kadar kimsesiz bu ardıç ağacının altında köylülerin anlattığı mağarayı arıyor gözlerim. İşte orada!

Defteri ağacın altına bıraktı. Olur da başına bir iş gelirse diye üstüne, defterin can bildiği üç beş adamdan birine ulaştırılmasını rica eden bir not düştü. Oturduğu yerde şöyle bir gerindi. Ayağa kalktı. Gömleğinin kollarını kıvırdı, üstüne başına çekidüzen verdi ve çantasını sırtlandı. Ne olacaksa olacaktı. Eskişehir’in Kızılinler ve Musaözü köyleri boyunca uzanan Porsuk Çayı ve çevresinde konumlanmış o koca Frig Vadisindeki en görkemli, en yüksek ve en büyük mağaraya bakıyordu çekik gözleri ile. Öyle sıcaktı ki, mağaranın çok da uzakta olmamasından memnuniyet duydu.

Üç saattir yürüyordu ve neredeyse bir saatlik daha yolu vardı. Kan ter içinde kalmış, suyu yaklaşık bir saat önce bitmişti. Oysa hedef ne kadar da yakın görünüyordu yolun başında. Yirmi dakika sonra mağaranın girişine ulaştığında kendi kendine gülümsemeye başladı. Zaman ve mesafe konusunda pek de öngörüsü kuvvetli bir insan olmadığı belliydi. Şöyle hızlıca bir süzdü mağarayı. İçerisi büyükçe bir evin salonu kadardı ve tam ortasında, güneşin doğuşunu doğrudan görebilecek şekilde yerleştirilmiş bir lahit vardı. Lahdin üzerinde bazı kabartmalar mevcuttu ve kapağının bir kısmı kırıktı. Gözlerini mağarada gezdirmeye devam etti. Duvarlarda irili ufaklı çok sayıda niş vardı. Gündüzleri gün ışığı ile aydınlanan mağaranın geceleri kandillere ihtiyacı vardı ve bu nişlerden yukarıya doğru ulaşan is izleri bu nişlerin kandiller için yapıldığını gösteriyordu. Biraz daha detaylı bakınca is izlerinin olmadığı nişleri de fark etti. Bunlar da muhtemelen mezarı ziyarete gelenlerin ölü için getirdikleri hediyeleri bıraktıkları yerlerdi. Buraya gelmek zahmetine katlanmayı göze alan insanlar gerçekten vefalı kişiler olmalı diye geçirdi içinden. İki duygu hakimdi şimdi ruhuna. Korku ve merak. İçeriye doğru bir adım attı. Oldukça boş ve tehlikesiz görünen bu oda için anlatılanlar nasıl doğru olabilirdi? Lahde doğru yaklaştığında lahit kapağının üzerinde durmakta olan şeyi fark etti. Üzerinde yedi adet deliği olan bir düdükten başka bir şey değildi bu. Cılız parmakları ile uzandı düdüğe. Hiç tozlu ya da kirli değildi. Düdüğü dudaklarına götürmeden önce temizleme ihtiyacı duymadı bu yüzden. Hafif bir nefes… Yavaşça kararmaya başladı mağara. Daha güneşin batmasına saatler vardı. O kadar oyalanmış olamazdı. Sonra şiddetli bir rüzgar, ve yağmur damlaları düşmeye başladı gökten. Yaz ortası neyin nesiydi bu şimdi? Üzerindeki şaşkınlığı atar atmaz hakkında çok da iyi şeyler söylenmeyen bir yerde olduğunu hatırladı. Şimdi merakla karışık bir korku değil, korku ile karışık bir endişe hüküm sürmekte idi her hücresinde. Lahdin üzerinden bir ışık demeti türedi. Masallarda anlatılana yakın bir peri kızı, ya da her ne ise, uçuyordu lahdin üzerinde. Olduğu yerde kalakaldı genç delikanlı. Bir şeyler söylemek istedi ama kekeledi. Ağzından anlamlı hiçbir şey çıkamadı. Yarım yamalak kimsin diyebildi sadece. Cevap verdi peri:

Müzler derler bana ve diğer sekiz kardeşime.

Euterpe benim adım.

İlham perisiyim müziğin ve sanatın.

Bekçilik yaparım bu mabede.

Sahip çıkarım yüzyıllardır.

Ona ve düdüğüne.

Euterpe’nin söyledikleri ile birlikte iyiden iyiye kafası karıştı genç adamın. 9 kız kardeş (Musalar ya da Müzler) hakkında okuduğu şeyleri hatırlamaya çalıştı hızlıca. Karşısında bir Müz duruyordu. Zeus, Poseidon, Athena, Hercules, Achilles… ve daha niceleri. Nasıl olabilirdi? Ne yani, o zaman tüm bu karakterler gerçekten var mıydı? Binlerce soru hücum etti beynine ve genç adam en lazım olanını seçip yöneltti Euterpe’ye. “O dediğin kim ve düdük neden bu kadar kıymetli?” Müz’ün bu soruyu beklediği her halinden belliydi. Cevap vermek için hiç duraksamadı.

Anlatayım sana hikayeyi ve dinleyeceksin sen de.

Kaderinle yüzleşeceksin,

Sözler sona erdiğinde.

Kelanai’de* doğdu Hyagnis oğlu Marsyas*

Adına Frigya denilen yerde.

İcat etti yedi delikli düdüğü,

Çınlattı nağmeleri ilevadileri.

Salındı gür ormanlarla kaplı dağlarda ve

Ulaştı hırçın nehirlerden engin denizlere.

Ve şimdi sen, aciz fani!

Soluk alıp veriyorsun, Marsyas’ın mabedinde.

Kelanai’de doğdu Hyagnis oğlu Marsyas,

Adına Frigya denilen yerde.

Ustalaştı sanatında,

Namı ulaştı tüm diyarlara

Ve hatta Olympos’a ve Tanrı Apollon’a.

Hiddetlendi tanrı bunu duyunca,

Kurulsun dedi bir jüri Midas’ın başkanlığında.

Yarışacağız bu ölümlü ile yarın,

Gece güne vardığında.

Frigya görür görmez güneşi,

Toplanıldı Meander Irmağı* kıyısında.

Midas ve dokuz peri kızı karşısında,

Titretti Apollon lirinin tellerini.

Fethetti kalplerini tüm canlıların.

Aşk ile doldurdu içini dağların, ovaların ve tüm diyarların.

Ve sahne şimdi ve artık ve sonunda Marsyas’ın.

Üfledi Marsyas yedi delikli düdüğüne,

Kokusu ulaştı burunlara kış ortası ilkbaharın.

Tüm tabiat başladı dinlemeye.

Sustu kuşlar ve durdu ırmaklar,

İlişmedi yapraklara rüzgarlar.

Tebessümler fısıldadı Marsyas içine

Gökyüzünün ve yeraltının,

Ölülerin ve yaşayanların,

Fanilerin ve tanrıların.

Apollon dahi kendinden geçti ansızın.

Ve verilmesi gerek artık kararın.

Korktu jüri tanrının öfkesinden,

Beraberlik döküldü dudaklarından Midas’ın.

Şimşekler çaktı gözlerinde Apollon’un.

Gürledi Midas’a:

Sorun var dedi senin kulaklarında.

Sahip olacaksın bundan böyle bir eşeğin kulaklarına.

Anlayacaksın böylece belki sanattan,

Sefil hayatının geri kalanında.

Sıra geldi Marsyas’a.

Yüzdürdü derisini Apollon,

Astırdı onu bir mağaraya.

Terk etti zavallıyı burada ve yetinmedi bununla;

Lanetledi hem ölüsünü, hem de düdüğünü.

Buyurdu:

Her kim ki yolu düşer bu kaya parçasına,

Her kim ki değdirir bu düdüğü dudaklarına,

Yaşayacak bundan sonra Marsyas’la.

Ve şimdi sen, tıpkı baban gibi;

Elinde yedi delikli düdük,

Soluk alıp veriyorsun burada.

Marsyas’ın mezarında!

 

 

Açıklamalar

*Müzler (Musalar): Zeus ile bellek tanrıçası Mnemosyne’in kızlarıdır. Efsaneye göre Zeus ile Mnemosyne 9 gece beraber olmuşlardır ve her biri için bir ilham perisi dünyaya gelmiştir.

*Kelanai: Afyonkarahisar’ın Dinar İlçesi’nde yer alan antik kent.

*Marsyas: Yunan mitolojisinde çeşitli mitlere konu olmuş karakter. Frigyalı Satyr.

*Meander Irmağı: Bugünkü Büyük Menderes Irmağı’nın antik dönemdeki adı.

 

Son Ezgi” için 12 Yorum Var

  1. “Ancak unutmak, kapısı yalnızca büyük yangınlarda açılan bir çıkış kapısıdır ve ne yazık ki nefes alan kimse o kapıdan geçemez.” cümlesi beni benden aldı.

  2. Eyvallah. Unutmak istediği epeyce hatırası olan bir adamdan küçük bir yansıma sadece. Bu yüzden de söyleyen ve anlatılmak isteneni hissedebilen için anlamı yoğun oluyor sanırım. Geri kalan herkes için ise öylesine bi cümle. 🙂

  3. Merhaba,
    Türker Beşe’nin alıntıladığı cümle okur okumaz benim de dikkatimi çekmişti güzelliğiyle. Mitolojiden faydalanmışsınız, yaratıcı olmuş. Öykünün en çok kurgusunu sevdiğimi söyleyebilirim. Küçük bir şey tavsiye edebilirim yanlış anlamazsanız; “Hiç tozlu ya da kirli değildi. Düdüğü dudaklarına götürmeden önce temizleme ihtiyacı duymadı bu yüzden.” burası biraz açıklayıcı olmuş ve akışı bozmuş. Halbuki bu kısım çıksa “Cılız parmakları ile uzandı düdüğe. Hafif bir nefes… Yavaşça kararmaya başladı mağara…” şeklinde devam etse büyülü atmosfer dağılmamış olur fikrimce.
    ” Estiğine dair şahit bulması mucize olabilecek tembel bir rüzgar…” Sıfat biraz fazla uzun gibi. “tembel” kelimesi çıksa daha hoş olur zira önündeki sıfat-fiil grubu aynı anlamı veriyor zaten.
    Didikledim biraz ama beğendiğim için 🙂
    Kaleminize sağlık.

    1. Merhaba 🙂
      Eleştirileriniz için teşekkür ederim. Yaptığınız yorum didiklemek değil. Öyle düşünmüyorum. Ancak adına didiklemek diyorsanız dahi, lütfen didiklemeye devam edin :). Siz zahmet edi, zariflikle eleştiride bulunmuşsunuz. Ben de cevap vermek isterim. Diğer türlüsünü zaten hoş bulmuyorum. İlk eleştirinize size hissettirdiği duyguyu baz almak gerekliliğinden yola çıkarak katılıyorum. Sizi metinden kopardıysa, eleştirinizde haklısınız. İkincisi için ise aynı fikirde değilim. Tembel sıfatının orada betimlemeyi kuvvetlendirdiğini ve fazla olmadığını düşünüyorum. Son olarak öyküyü beğendiğinize sevindim. Kalemi kuvvetli insanlardan bunları duymak gurur verici. Teşekkürler. Görüşmek üzere (:

  4. Mitoloji ile harmanlanmış güzel bir öykü olmuş. Mağara içindeki yolculuğun bir daha zor olması ve düdüğe ulaşmanın biraz daha süslenmesi daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Gerçek mekanlar ve bölgesel söylencelerin eklenmesi öyküye sağlam bir altyapı oluşturmuş. Tebrik ederim…

    1. Merhaba,

      Teşekkür ederim yorumlarınız için. Fazla uzatmak istemedim aslında ve bir diğer konu da ilham aldığım mağara ulaşması aman aman zor bir yer değil. Bölgenin gerçekliğinden kopmak istemedim.

  5. Öykün enfes, betimlemeler ise çok güzel. Hele ki öykün bağlandığı Mit ile ayrıca mest etti beni 🙂 Kalemine sağlık.

    1. Umurt merhaba,

      Çok teşekkür ederim. Ne yalan söyleyeyim ben yazdıklarımı pek beğenmiyorum. Ama böyle cesaretlendirici yorumlar yazmaya devam etmeme sebep oluyor. Diğer seçkilerde görüşmek üzere 🙂

  6. Merhaba; mitoloji öyküde çok güzel yer bulmuş. Perinin konuşma şekli de ayrı bir güzellik katmış. Kaleminize, yüreğinize sağlık.

    1. Merhaba,
      En cok mesai harcadigim bolum periyi konusturdugum bolum oldu dogrusu. Begenmenize sevindim. Teşekkürler, görüşmek üzere 🙂

        1. Özer Bey,

          Gözümden kaçmış bir şekilde yorumunuz. Özür dilerim. Affınıza sığınarak geç de olsa yorumunuza teşekkür etmek istiyorum. Beğenmenize sevindim.

Cem Pala için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *