Öykü

Tarih Efsaneyle Karışır

(1237 – İdil Nehri Boyları)

Bozkırdan esen serin bahar yeli, İdil Ormanlarının tepesinde şavkıyan alevleri körüklerken, ormanlardan beri yana can havliyle tozu dumana katıp gelen dokuz atlı görünmüştü. Başlarındaki börklerinden ve miğferlerinden, pusatlarından ve giysilerinden Kıpçak oldukları anlaşılıyordu. Yalnız içlerinden birisi kollarındaki altın nakışlarla süslü kolçaklardan ve başındaki börkteki üç tüylü sorguçtan ötürü bey taifesinden olduğunu az çok belli ediyordu. Kolları yüzleri, yara bere içerisinde, ancak en ufak bir korku emaresi belli etmeyen mağrur atlılar ormandan sökün ederken bir anlığına başlarındaki sorguçlu atını durdurup ormandan geriye bakınca atlarının dizginlerine asılarak kişneyen atlarının başlarını ormandan tarafa çevirmişler, ardından sorguçluyla birlikte yeniden yollarına devam etmişlerdi. Ormanın dibindeki ufak bir kulübenin önünde iki ihtiyar karı koca onları seyrediyordu…

Kıpçak elinin Uluberli boyunun başbuğu Başman, kısa bir süre önce dünyanın başına kabus gibi çöken Moğollara karşı cenk etmek üzere tuğunu meydana çıkarıp ok çeker, mızrak savurur yiğitleri etrafına toplamıştı. Başbuğ Çıku ve Başbuğ Bayan idaresindeki Bulgar ve Başkurt erleri de mızraklarını ve ok yaylarını kuşanıp Moğolların tepelediği şehirlerinden, köylerinden dışarı çıkmışlar, ta Kaf Dağı’nın oralardan Başbuğ Kaçır Ülküle’nin ardından at üstünde kılıç savurur yiğitler, cenk yırlarını okuya okuya gelmişlerdi. Moğollar korkunç atlılarıyla yine kasırga gibi eserek Başkurt ve Bulgar yurtlarını birer birer ezip geçmişlerdi. Bahar gelende atlarının başlarını Kıpçak eline çevirmişler, amansız bir cenge tutuşmuşlardı. Kıpçakların yarısı öldürülüp altın miğferli beylere kara toprağa giren de kılıç artığı olanlar çoluk çocuk demeden atalarının kurganlarını bırakıp kaçmışlardı. Akça kızlarla, pakça oğlanları da Moğollar esir almış, leşe üşüşen sinek misali yanaşan her milletten köle tacirlerine satarak her birini aşrı aşrı diyarlara sürmüşlerdi.

İçlerinden bir tek Başman Başbuğ yanında kalan bir bölük adamıyla savaşmaya devam etmişti. Bozkırların asırlık savaş töresi hükmünce dal kılıç atılmak yerine İdil Ormanlarına çekilmiş, çeteleriyle Moğolların başına bela olmuştu. Gündüzleri tek tük atlılarla taciz atışları yapmış, gece olunca kollar halinde avulları ve postaları basarak düşmanlarına korku salmıştı. Ardından gidenler de ya İdil ormanlarında yollarını kaybedip geri dönmüşler yahut Başman’ın Kıpçaklarının oklarına hedef olarak kurt pusularında ölüp gitmişlerdi. Ancak Kıpçaklar da her baskında birer ikişer yoldaşlarını kaybetmiş en son kala kala bir avuç kalmışlardı. Moğolların meliklerinden Mengü ile Bucak, askerleri kırılmaya başlayınca daha da gaddarlaşıp İdil Ormanları’nın yakılmasını emretmişti. Orman bir kızıl şenliğe bürünüp alevlere teslim olduğunda Başbuğ Başman, son atlılarıyla ormandan çıkarak İdil Nehri’nin ötelerine doğru kamçılamışlardı atlarını.

Başman’ın atlıları oradan uzaklaşırken, ormanın dibindeki bir kulübenin önünde duran ihtiyar bir çiftçi ile ihtiyar karısı onların ardından bakakalmıştı. Hastalığından ötürü yatağında yatmaktayken atların kişnemesini, yanan ağaçların çıtırtılarını duyarak güç bela ayağa kalkarak karısıyla düşe kalka evlerinin önüne çıkmışlardı. İhtiyar çiftçi atlıları gösterip: “Mınav Başman! Mınav Başman!” (Başman bu! Başman bu!) diyerek tanıdığını söylemişti karısına.

Gün kararmaya yakın ormanın diplerindeki yanmış kararmış ağaçlar sürüsünün ötelerinden ürkütücü Moğollar çıkagelmişti. Atları üzerinde mağrur, miğferleri parlak, kamçıları zalim, sırtlarında tirkeş tirkeş oklarla, kısık gözleriyle gelip geçen gölgelere bakınarak Başbuğ Başmanı ve peşindeki Kıpçakları aramaktalardı. İhtiyar çiftçilerin kulübesinin kapısını kırıp içeriye girdiklerinde, başlarındaki bagaturları gelecek diye ihtiyarları zorla ayağa kaldırmışlardı. Keşfe çıkan Moğolların bagaturu kulübeye gelip “Başman?” diye sorduğunda ihtiyar çiftçi korkusundan: “Keteler… İtilnin ötesinge keteler, adalarnın uyerge…” (Gittiler. İdil’in ötesine gittiler, adaların oraya) diye kekeleyince Moğolların Harezm’den sürüye getirdiği Kıpçak lisanı bilen savaşçılarından biri Başman ve adamlarının İdil Nehri üzerindeki adalara doğru kaçtığını söylemişti. Moğol bagaturu emrini ikiletmeden yerini getiren çiftçinin hayatını bağışlayıp kulübeyi terk edip adamlarıyla birlikte adalara doğru at sürmüşlerdi. Moğollar gidince çiftçinin karısı: “Kişide iş yalma bolmaz mı? Cigit satmak cigitlige kayday sıyga?” (İnsanda hiç utanma olmaz mı yiğit satmak yiğitliğe nerede sığar) diye kocasını azarlayınca kocası: “Sus katun sus! Katersin Tatar cigitlik, batırlık tinnemez bizge bir camannık ete!” (Sus kadın sus! Ne yaparsın Tatar yiğitlik, kahramanlık dinlemez bize bir kötülük yapabilir) diye karşılık vermişti.

Başbuğ Başman ve adamları İdil Nehri boyunca ilerleyerek nehir üzerindeki birkaç adayı geride bıraktıktan sonra bir tanesine geçerek atlarını bağladıklarında güneş çoktan batmıştı. İdil suyundan kana kana içtikten sonra Moğolların keşif kolları görmesin diye ateş yakmadan çıkınlarında kalmış birkaç tuzlanmış balığı ve bir-iki kırba kımızı paylaşarak yemeye koyulmuşlardı. Okları da yiyecekleri de azaldığından en kısa sürede emin bir yere çekilmeyi, Kıpçak uruğlarından kalanları, kılıç artığı Bulgar ve Burtasları toplayıp yeniden Moğolları baskınlarla bunaltmayı tasarlıyorlardı. Tam kalıp dinlenmeye mi yoksa devam etmeye mi karar verecekleri anda İdil Nehri’nin öbür yakasında gözcü olarak bıraktıkları bir Kıpçak savaşçısının atını dörtnala adaya doğru koşturduğunu görmüşlerdi.

Gözcü, sırtında oklarla attan düşüp nehire yıkıldığında atlarını çözmeye başlayıp koşum takımlarını hazırlamaya başladılar. Karanlıktan kaynağı meçhul sayısız oklar vızıldamaya başladığında atlarını bırakıp can havliyle son kalan oklarını çekip yıldızların ışığı altında seçebildikleri karaltılara doğru savurdular. Okları birkaç atım sonra bittiğinde kalkanlarını alıp kılıçlarını çekip sırt sırta verip başbuğlarını korumaya aldıklarında Moğollar çoktan nehri geçmeye başlamıştı. Moğollarla Kıpçaklar kıran kırana bir savaşa hazırlandıkları esnada Başman kılıcını çekerek: “Kıpşak cigitleri! Korkmannız! Can berilgene dek savaşaymız! Unutmaynız! Temürqapudan şıkıp kelgenmiz!” (Kıpçak yiğitleri! Korkmayın. Can verene dek savaşıyoruz! Unutmayın! Demir Kapı’dan çıkıp geldik biz!) diye haykırdığında, Kıpçaklar “Başman!” diye naralar atarak adaya doğru yanaşan, suyun yarı bellerine dek geldiği Moğolları karşılamışlardı. Başman’ın adamlarının her biri birkaç düşmanı tepelediyse de sayıları kum gibi Moğollar her birini öldürüp Başman’ı kementlerle yakalayarak bir ata bindirip başlarındaki en büyük komutana götürdükleri sırada ona hakaret ediyorlar, alay ediyorlardı. Ancak Başman her zamankinden daha mağrur bir şekilde atının üzerinde dikilmişti.

Başman sürüklene sürüklene Çinggis-Hahan’ın torunları Mengü ile Bucak’ın süslü çadırlarına götürülmüştü. Mengü, Başman’ı mağrur bir şekilde süzerken Başman ne yalvarmış ne diz çökmüştü. Mengü ona Moğolca bir şey sorunca, yanında bekleyen Kıpçakça bilen bir asker de Başman’a dönüp: “Noyannımıs soray ne tilarsın?” (Komutanımız ne istediğini soruyor) diye sordu. Başman gözlerini Mengü’ye dikip: “Senden heç nema tagı tilaman! Buyuruk ber batırlarınga kendi kendimni öltüremen!” (Senden hiçbir şey istemem. Emir ver savaşçılarına kendi kendimi öldüreyim) Mengü, Başman’a, askerlerini öldüren, çetesiyle koca Moğol ordusuna meydan okuyan Kıpçak başbuğuna baktı. Harezmli Kıpçak askerleriyle dolaşa dolaşa Kıpçakçayı az buçuk bildiği gibi kardeşi Budak da ister isteme aşina sayılırdı. Mengü, kardeşi Bucak’a dönüp: “Kesin şunav şapulcugı orta cerinden!” (Kesin şu çapulcuyu orta yerinden/belinden) diye emretti. Bucak kafasını “Emredersin” anlamında sallayıp askerlere emir verince Başman’ı yere yıkarak ayaklarını ve kollarını bağlayarak gerip, cellat koca kılıcını Başman’ın beline indirirken Başman son kez: “Kes de köremen!” (Kes de görelim) diye gürlemişti…

(1580’ler-Bolu Dağları)

Atlarıyla ve piyadeler, dağların yücesinde kayaların üzerinde ölümüne bir kızıl cenge tutuşmuşlardı. Bir elinde ferman bir elinde kılıç Kostantiniyye’den çıkıp gelen adı meşhul bir Osmanlı paşası, serhat boylarında “Atlısı geçemez değil ki yayası” diyerek kelle koltukta gezen kapuları, Dersaadet’in keçe börklü yeniçerileri ve dahi kapıkulu süvarilerini, eli tüfekli sekbanları, kelle avlamaya meyyal yiğitbaşılarla ilerlerini, Bolu Beyi’nin sipahilerini peşine takarak sırtını dağlara yaslayan, bu yörelerde her kervanı her kaleyi vuran Köroğlu’nun peşine düşmüştü. Köroğlu’nun her biri namlı ve pusatlarında sayısız canın kanını taşıyan adamlarıyla karşılaşanda mızraklarını doğrultup kılıçlarını çekmiş, kalkanlarını kaldırıp yaylarını germişler ve kıran kırana bir dövüş başlamıştı.

Kimdi bu dağlar fukarası Köroğlu ki yedi düvele nam salmış beylere paşalara kafa tuta? Ne hüneri vardı ki başı cavlak ayağı çıplak Celali taifesini ardına taka?

Hakkında türlü çeşit rivayet konuşulurdu. Kimi Bolu Beyi, babası Seyis Koca Yusuf’u kör ettirdi diye dağa çıkan bir yiğit derdi, kimi de boz atlı Hızır’ın el verdiği bir ahir zaman serdengeçtisi… İran savaşları devam ederken Anadolu’da apayrı bir hengâme başlamış, medreseli suhteler çeteler kurup köy basıp adam kaçırır olmuş, gayrimemnun memur kitleler silahlanarak haydutluğa başlamış, iktisadi çöküş neticesinde de kapusuz leventler ve sekbanlar Anadolu’yu talan etmeye başlamıştı. Devlet bunlara asker yetiştiremez olunca yiğitbaşılar idaresinde “il erleri” namıyla maruf milis kuvvetleri toplamış, bunlar sık sık şakilere kullanılmış, vilayet idarecileri de kendi güvenliklerini sağlayabilmek için kalabalık devriye bölüklerine leventleri ve sekbanları doldurmaya başlamışlardı. Anadolu’nun başıbozukları da buna mukabil, sayıları arttıkça aralarında gruplaşarak kendilerine namlı başbuğlar seçmeye başlamışlardı. Aslı nesli bilinmez, Köroğlu Ruşen nam yiğit de ilk tanınmış Celali reislerinden biri olarak ünlenmişti. Bolu ile Gerede arasında önce küçük bir bölük ile servet sahiplerine, kadılara ve ehl-i örfe saldırmaya başlamış, ardından yüzlerce kişiyi ve birçok başbuğu yanına çekerek bir sürü bölüğe hükmeden kudretli bir Celali reisine dönüşmüştü.

Köroğlu’nun namını yedi düvele yayan sadece İstanbul ile İran arasındaki askeri yolda şekavetini sürdürmesi değildi. İlk Celali reisi olmakla birlikte mazluma el uzatmaması, garibana dokunmaması gibi hassalarıyla ünlenmiş, adamlarını cesaretlendirmek adına sazıyla birlikte çığırdığı türküler ve koçaklamalar da namının yayılmasına alet olmuştu. Çalıp söylediği türkülerle, vurup yıktığı mütegallibe taifesiyle anılan Köroğlu, ahalinin gözünde kanlı canlı bir efsane, hakiki bir destan kahramanı hüviyetine bürünmüştü.

İşte bu niyetle Dersaadet’in güngörmüş paşalarından birisi ardında çerisiyle Köroğlu’nun peşine düşmüş, Bolu dağlarında kıstırarak üzerine varmıştı. Köroğlu’nun başbuğları ve yiğitleri önlerine çıkanı haklasalar da bu sefer paçayı kaptırdıklarının farkındalardı. Zaten eşkıyanın ömrü bu kadarcık değil miydi? Dağlarda saltanat misali hepi topu birkaç yıl, ardından paşaların sekbanlarına kelleyi teslim etmek… Ancak nam salma hususu vardı ki her birinin kelle koltukta gezmesine değerdi.

Köroğlu o kızıl cengin ortasında ne yana varsa düşmanı haklasa da çepeçevre sarıldığını görerek sonun geldiğine hükmetmişti. Kır donlu atını tepelik bir yere sürdükten sonra silahdarından aldığı sazın teline vurarak son deyişini söylemeye başlamıştı: “Düşman geldi tabur tabur dizildi… Alnımıza kara yazı yazıldı…”

Eli fermanlı paşa, türkü çığırır da eşkıyaları gazaba getirir korkusuyla tüfekli sekbanlarına “Misket saçın bre! Susturun! Söyletmen!” diye gürledi. Sekbanlar bir araya gelip delikli demirlerini misketle barutla doldurup Köroğlu’na doğrultarak birer birer ateşlediler. Namludan dumanlar süzülürken Köroğlu sazını havaya kaldırıp kanlar içerisinde: “Tüfeng icad oldu mertlik bozuldu, eğri kılıç kında paslanmalıdır!” diye haykırıp atıyla birlikte paslanmaya mahkum kılıçlar mezarlığının üzerine yıkılmıştı…

(1913-Drama Köprüsü)

Hangi hükümdar zamanında yapıldı bilinmez, köprü niyetine kullanılan Drama Köprüsü’nün civarında sabahtan beridir vızır vızır kurşunlar uçuşuyordu. Silah sesleri Nusretli’den ve Kozluca’dan işitiliyor, ahali kör bir kurşunla kim vurduya gelmekten çekinip penceresinden dahi sakınıyordu. Müslüman ve gayrimüslim mütegallibenin Balkanların dört bir yanından çekip getirdiği pür silah ve gaddar komitacılarla, hayduklarla çepeçevre sarılmış köprünün etrafı harp sahrasından farksızdı. Hepsi de “Rumelinin Çakırcalısı” dedikleri Debreli Hasan’ın peşine düşmüşlerdi.

Neydi bu hırs ki Balkanların koca ağalarını beylerini, bir deli Debreli Hasan ile kızanı Kara Kedi’nin peşinde yedi düveli toplamışlardı? Efsaneyle gerçeğin birbirine karıştığı bir eşkıya ve kızanı ile etrafında örülen türlü çeşit hikaye, garibana yardım edip kimseye ilişmemesi, çorbacı ve voyvoda taifesinin iflahını kesmesiyle koca dağlarda kendisinden destur alınmadan geçilmeyeceği söylenen sadece iki kişiydi…

Ağaların beylerin korkularından “Çakırcalı’dan geçsen Debreli’den geçemezsin” diye şayialar çıkardığı, devasa boyuyla kervanları konakları bastığı söylenen Debreli’yi köşe bucak aramışlar, en sonunda vakti zamanında zorla çorbacının birine zorla tamir ettirdiği Drama Köprüsü civarında çepeçevre sarmışlardı. Debreli ile Kara Kedi’nin isabetli atışları altında telef olmamak için güç bela toprağa yatıp ağaç diplerine sinerek uzaktan uzağa, görmeden kurşun sıkmaya başlamışlar, adeta geceye dek süren bir harbe tutuşmuşlardı. Zaptiye, kolcu taifesinin dahi silah sesleri kesilmeden olay yerine intikal etmeye niyetleri yoktu. Kara Kedi hem kurşun atıyor, arada da konuşuyordu:

“Bre ağam ne var ise getirmişler bu yana. Beri yanda Arnavutça lakırdılar işitırım öte yanda Sırpça!”

“Duğru sülersin be Kara Kedi!”

“Taa dağlı Rumlarla, Bulgar çobanlarını da sürükleyip getirmişler bre!”

“Onu da duğru dedın!”

“Savuşsak mı bre Debrelı?”

“Biz savuşsak bunlar ezıyet ederler insancıklara, acımazlar kimseya. Dayan bre! Haklarız Allah’ın izniyla ‘episını!”

Dağlar taşlar tüfek sesiyle inlemekteyken, bir anda Debreli’nin “Yandım bre anam!” diye bağırmasıyla çınlamıştı ortalık. Kara Kedi Debreli’nin başına çökmüş, “Dayan bre agam!” diye yarasını tımar etmeye çalışmaktaydı. Debreli Hasan, kan kusa kusa konuşuyordu:

“Ugraşma be Kara Kedi! Cigerımden yedım kurşuni. Can teslım ederım. Dinleyesın benı. Kafamı kesıp savuşup gidesın buradan!”

“Agam nasıl bırakırım senı?”

“Ne emredersem unu yapasın be çucuk! Benın öldüğımı anlarlarsa garibana zulmeder bu beyler, çorbacılar. Benı sansınlar başkası, de ki ülmemiştir Debrelı ‘Hasan!”

Kara Kedi, Debreli son nefesini verende belinden çektiği kama ile başını gövdesinden ağlaya ağlaya ayırmış, Debreli’nin meşhur martin tüfeğini de alarak kertenkele gibi toprağa yapışarak savuşup gitmişti. Neyden sonra silah sesleri kesilince ağalar ve beyler bölgeyi didik didik etmişler, başsız bir ceset haricinde Debreli’ye ulaşamamışlardı. Bir daha da zaten ne toplanabilecekler ne de Debreli’yi kıstırabileceklerdi.

Bir efsanenin ardından yakılan yüzlerce kurşun unutulacak, yakılan bir türkü her zaman hatırlanacaktı…

(2013-…)

Beyoğlu’nun barlarından birinde, sahne hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı. Müzik aletlerinin akortlarını kontrol ediyorlardı. Aslında kitap yazan, makale yazan, hikâye yazan, çeşitli mesleklerden, okullardan gelme sıradan gençlerdi. Eskileri, göçmenleri, yörükleri, efsaneleri kaleme alıyor, onları anlatıyorlardı. Bir gün içlerinden birisi: “Bu türküleri, deyişleri okuyalım, bir müzik grubu kuralım!” deyince o işe de gözü kapalı atılmışlar, kısa sürede gönüllü çabalarıyla bir ekip toplamışlardı. Zaten derneklerini de kendi çabalarıyla kurmamışlar mıydı bu şekilde? Ne isim alması gerektiklerini uzun uzun tartışmışlar, “Madem Türkmen dedik, yörük dedik, Babailer olsun…” diyerek bu isim üzerinde karar kılmışlardı.

Hazırlıkları sürerken dışarıdan bağırış çağırış seslerini, insanların çığlıklarını duymuşlardı. Mekânın işletmecesi kederli bir yüz ifadesiyle dışarıya bakarak: “Yine insanlar yürüyor…” diye söylenmişti. Ardından gruba dönmüştü: “Kimse gelmez bu gece.” Grubun diğer üyeleri birbirlerine bakarlarken içlerinden biri; gözlüklü bir çocuk: “Onlar gelmiyorsa biz onlara gidelim!” deyince yine birbirlerine baktılar. İçlerinden şişman olanı çekinerek: “Abi şimdi orada can pazarı vardır yanlış anlaşılmasın?” diye sorduğunda ise: “Madem adımız Babailer yerimiz ağaçların altıdır…” demişti. O saatten sonra da artık duramazlardı.

Enstrümanlarını alarak dışarıya çıkarak toz duman içerisindeki kâh koşturarak kâh saklanarak güç bela meydana ulaşmışlardı. Akortları hazır gibiydi, sadece seslerinde kısılma vardı. Yine de her birisi türkü çığırabileceklerine emindi. İnsanların garip bakışları altında hazırlıklarını tamamladıktan sonra neyi söyleyeceklerini tartışmaya başladılar:

“Hasan Mutlucan’dan mı girsek?”

“İyidir ama hangi türküsünü okuyabiliriz?”

“Efelerden zeybeklerde okusak?”

“Her insana, her kulağa hitap etmeli. Ama bir şekilde “Onlar da yanımızda” duygsunu uyandırabilecek bir şey olmalı…”

“Abi hazır ağaç altı, değişen dünya düzeni falan diyorlar bunu vurgulayan bir şarkı, türkü olsun.”

“Köroğlu da mı olmaz?”

“Köroğlu? Olabilir aslında!”

“Doğru bak. Hem değişen düzeni, Bolu beylerini anlatır hem kökünü tarihten alır. Köroğlu referansı var daha ne olsun. Daha önce çalışmıştık, haydi söyleyelim!”

“Aynen “Karşıdan Gelen Piyade”yi bestelemiştik onu okuyalım, duruma en uyanı bu!”

Babailer hazırlıklarını yaptıktan sonra çalıp söylemeye başladılar:

“Karşıdan gelen piyade
Bizim eller yerinde mi?
Etekleri çemen olmuş
Karlı dağlar yerinde mi?

Çamlıbel’ in koyağında
Sular akar ayağında
Şirin Döne yanağında
Siyah benler yerinde mi?

Köroğlu der övündüğüm
Taşlar alıp dövündüğüm
Arka verip sığındığım
Koca çamlar yerinde mi?”

Babailer çalıp söyledikçe, tele dokundukça, tefe vurdukça dökülüp açılmıştı tarihin ve efsanelerin sırlı sayfaları, gizemleri. Tefe vura vura, etek döne döne gezinen kamları, dal kılıç yürüyen baldırı çıplakları, tahta kılıçla döne döne cenk eder cavlakları, atlıları, çadırdan kaçanı, dağdan korkanı, yıldırımdan kaçanı birer birer görmüşlerdi göstermişlerdi…

Ortalık ağarmaya yakınken son kafileyi görmüşlerdi. Vakitten habersiz, garip bakışlardan umarsız gençlerin burnuna yağmur yağmadığı halde yağmurdan sonraki toprak kokusuna karışmış bir kan kokusu gelmeye başlamıştı. Kırk atlının pus gibi gizem gibi hayalet gibi meydandan ağaçlara doğru yürüdüğünü hayal meyal görmüşlerdi.

İçlerinden biri: “Nereden çıktılar?” diye şaşırdığı esnada kırkı birden dönüp hep bir ağızdan bağırmışlardı: “Temürqapudan şıkıp kelgenmiz!”

 

SON

13 Temmuz 2013 – İstanbul

Mehmet Berk Yaltırık

Tarihçiyim ve yazarım. Tarihi korku hikâyeleri yazıyorum. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, çeşitli inceleme yazıları ve hikâyelerim yayınlandı. “Anadolu Korku Öyküleri-2”, “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler”, “Güçoburlar” ve “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1” çalışmalarında yer aldım. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ adlı bir akademik makalem de mevcut.

Tarih Efsaneyle Karışır” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar!
    Hikâye gerçekten çok güzel olmuş. Ta bin iki yüzlü yıllardan günümüze kadar gelmesi de ilgi çekici bir durum tabii. Her zamanki bildik tarih kokan yazım tarzın da oldukça güzel. Tebrik ederim dostum. Yeni hikâyelerini bekleyeceğim…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *