Öykü

Taşın Arkasında

Yerebatan Sarnıcı’ndaki bazı buluntular için gelen kazı ekibinin arasındaydı. Rutin temizleme işlemlerinden birinde bazı kemikler ve vazo parçaları bulununca alanın içindekilerden şüphelenilerek bakanlıktan alınan bir izinin ardından ekiple beraber gelerek iskeletin bulunduğu noktada ve çevresinde bir kazıya başlayacaklardı. Ekiptekilerden birinin de gece olunca prosedür gereği eşyaların ve olası buluntuların başında nöbete kalması gerekiyordu.

Kazı malzemeleri taşındıktan sonra o gece için mekânda kalmayı, biraz da mekânın büyülü atmosferini daha iyi yaşayabilmek için kendisi istemişti. Arkadaşlarıyla malzemeleri kazı alanına indirip onları uğurladığında, mekânın girişindeki gişede bekleyen bekçi, sarnıcı kapatıp gitmeden kendisini çay içmeye çağırınca, nöbete başlamadan önce mekân üzerine konuşmanın iyi gelebileceğini düşünmüştü. Önce kendi işlerinden bahsetmiş, bekçinin rutin define mevzuları üzerine sorularını yanıtlamış, ardından mekâna dair bekçinin anlattıklarını dinlemişti. Gelip gidenleri, para atanları, suya düşenleri, içerideki yapılara dair alakalı alakasız bir nice şeyi söyledikten sonra en son “hayaletlere inanıp inanmadığını” sormuştu. Daha önce kazı alanlarındaki bazı duyduğu tuhaflıkları anlatmasına karşı inanmadığını söyleyince bekçi sarnıçta yaşanan garip bir olaydan bahsetmişti. Kendisinin de şahit olduğu, kendisinden önce bekçilerin de anlattığı bir hadiseydi. Geceleri sarnıçta bir kadın sesi duyuluyordu. Ama kimse bir anlam veremiyor, suların yüzünden mi yoksa duvarın arkasındaki hayali dehlizlerden mi geldiğini kimse bilemiyordu. En son seneler önce burada bekçilik yaptığını söyleyen eski bir İstanbullu seslerin Rumca olabileceğini düşünerek eski Tatavlalı bir arkadaşını çağırtmış, o da kendisine ne söylenildiğini anlayamadığını ama duvarlı muvarlı bir şey söylediğini, belki Bizans zamanından bir kadının hayaletinin duvarların ardındaki varlığı meçhul dehlizlerde gezinebileceğini söylemişti.

Her ne duyarsa duysun korkulu bir şey olmadığını ancak yine de insanı ürpertebileceğini söylemişti. Herhangi bir duruma karşı kendisini arayabileceğini söyledikten sonra elektrik bağlantılarını gösterip müzeyi kapatıp gitmişti bekçi. O şimdi asırlık bir dehlizde, yüzyılların hayalleri ve sessizliğiyle baş başaydı. Aklından korkulu düşünceleri savuşturarak aşağıya kazı alanına inerek uyumak için seçtiği bir köşeye uyku tulumunu çıkardıktan sonra serinlikten ürpererek sonsuz karanlığa uzanırmış gibi görünen sütunları seyre dalmıştı. Geçen asırları, saklananları, kâşifleri, Bizans ve Osmanlı isyanlarında kaçışan prenslerle paşaları düşünmüştü. Kim bilir kazıda ne gibi şeyler görebilecekti…

Uykuya dalar gibi olduğu sırada hayal mayal bir ses duymuştu. Sanki birisi konuşuyor gibiydi. Ağlamayla inilti arasında bir sesti. Suların neden olabileceğini düşünerek göz kapaklarını oynatmaya tenezzül etmeden uyuklamaya devam etti. Ses bu sefer daha yakından gelmiş gibiydi, belki de hayal gücü su şıpırtılarını kendisine insan sesi gibi aksettiriyordu. En son duvar dibinden, kendisine kalp atışı kadar yakın bir sesi ayan beyan duyunca yerinden fırlayarak gayri ihtiyari etrafına bakınmıştı. Kulağını arkasındaki duvara dayadığında derin taş sessizliğinden başka bir şey duyamamıştı ancak o ilk duyduğu sesi ayan beyan hatırlıyordu. “Piso apo tin petra!” diyen bir kadın sesiydi sanki. Hafızasını yokladığında bunun Grekçe “Taşın arkasındayım” gibi bir manaya gelebileceğini düşündü. Acaba o Tatavlalı Rum da asırlar önce vefat etmiş bir başka Bizanslının sözlerini böyle mi tercüme etmişti? Zihni ne tür bir oyun oynuyordu. Aynı ses yine yakından gelince “Kimsin sen!” diye haykırmıştı boşluğa doğru. Sanki deliriyor gibiydi. Ardından Grekçe haykırmıştı cümlelerini. Asırlarca sürmüş gibi gelen bir sessizliği yine Grekçe konuşan bir kadının çınlayan sesi bozmuştu: “Prinkipissa sas!”, “Senin prensesin!” diyordu ona. Gerçekten bir hayalet miydi yoksa usta bir kamera şakası mıydı? Turistleri kandırmak için yapılan bir ses oyunu muydu? Ya asırlar önce kim bilir hangi isyan yüzünden yahut evlendirilmek istendiği tekfurdan kaçarak burada saklanmış bir prensesin hayaletiyse? Asırlar önce aşığıyla buluşmak üzere buraya gelip dehlizlerde kaybolmuş talihsiz bir Bizanslının hayaletiyse?

Duyduğu bir başka ses yine onu korkulara gark etmişti. “To piso meros tou fidiou!”, “Yılanın arkasında” demişti bu sefer. Yine derin bir sessizliğin ardından bu kez sinirli bir ses çınlamıştı: “Elate Medusa!”. Ses Medusa’ya çağırıyordu onu. Dehlizin öbür ucundaki Medusa sütununun olduğu yere… Çağrıya uymalı mıydı? Birileri kendisine oyun mu oynuyordu, tuhaf bir rüyanın ortasında mıydı? Ağır adımlarla bazı lambalarla aydınlanmasına rağmen loş görünen tarafa, sarnıcın kuzeybatı ucuna doğru yürümüştü. O loş ışıkların arasında Medusa heykelinin tuhaf bir yeşil şuayla parlayan siluetini görmüştü. Antik çağların bu kadim canavarının silueti, şimdi ayan beyan karşısındaydı. Ters Medusa siluetine yaklaşınca sanki taş bir kaidenin, apayrı bir dünyanın kapısıymış gibi dışarıya doğru ağır ağır, taşın taşa sürtünmesinin verdiği o kulak tırmalayan sesle açıldığını görmüştü. Siluetin ardına gizlenmiş taş kapı ardına kadar açıldığında hayal gördüğünü zannediyordu en başta. Sütunun içinde ufak bir dehliz vardı. İki yanındaki duvarda, boş kaidelerde yanan asırlık kocaman mumların ışığında, mermerden bir tahtın üzerinde oturan “o”nu görmüştü.

İnci ve firuze taşlarından parlayan ışıklarla tacından kolyelerine, altın yaldızlı elbisesinden saçına gümüş tokalar iliştirilmiş örgülü saçlarına ve tuhaf görünüşlü gözlerine dek oldukça göz alıcı göründüğü söylenebilirdi. Ancak kuru kadavraya dönmüş elleri ve iskeletten farksız suratıyla ürkütücü bir görünümü vardı. Bir insana göre oldukça uzun sayılabilecek kollarıyla kendisini yakalayıp içeriye çektiğinde çürümüş soluğu nefesini kesecek denli yaklaştırmıştı kendisine. Tuhaf bir şekilde aynı ses tonuyla, mumların oynaşan ışığı altında parlayan kurukafadan duyduğu son ses: “Aniko se sas agapi mou” olmuştu, “Sana aitim aşkım…” diyordu. Medusa silueti rahatsız edici bir şekilde kapanıp mumla söndüğünde kendisinin çığlık seslerini duyan kimse olmamıştı…

SON

Mehmet Berk Yaltırık

Tarihçiyim ve yazarım. Tarihi korku hikâyeleri yazıyorum. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, çeşitli inceleme yazıları ve hikâyelerim yayınlandı. “Anadolu Korku Öyküleri-2”, “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler”, “Güçoburlar” ve “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1” çalışmalarında yer aldım. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ adlı bir akademik makalem de mevcut.

Taşın Arkasında” için 6 Yorum Var

  1. Merhabalar.öyküyü korkmak için bu saatte okuyayım dedim. Fısıltılar gerçekten ürkütücü idi.Ama ne zaman işin içine aşk girdi, korkudan eser kalmadı.Kalemine sağlık 🙂

  2. İlk defa bir gerilim okuyorum ve gerçekten gerildim ve sonunu tahmin edemedim açıkçası. Tebrikler.

  3. Kısa ama etkileyici bir hikayeydi Mehmedim, ben çok beğendim şahsen. Üstelik tek bir yazım yanlışın yoktu ki bu da ayrıca mutlu etti beni. Ellerine ve aklına sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *