Öykü

Tılsım

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adı ile başlarım. Ben Ahmed Buni, yıllar yılı ömür tükettiğim risalemin sonuna geldim. Ömrümün kırkıncı baharındayım. Ve artık biliyorum ki tılsım gerçektir ve uygulaması mümkündür. Arayışımın sonuna geldim. Çabalarımın sonucunda gördüm ki bu kâinat üzerinde hükmedilemeyecek yaratılmış yoktur. Lakin kullanılması elim sonuçlar doğurabilir. Biliyorum, bir gün bir kul bu kitabı bulduğunda benim uğradığım acıyı tadacak. Yine de gücü yok sayamayacak. Lakin açlık ve güç her acıdan daha evla gelecek gözünü hırs bürümüş o cana…

Havas ilmine mazhar olduğum o günden beri aklım yapabildiklerimden ziyade benden sonraki neslin bu ilmi nasıl değerlendireceğindeydi. Meşakkatli bir yoldu aldığım. Mesafe dünya diliyle ifadesizdi. Tüm bildiklerimi yazmama sebep ise kullanmak değil korunmaktı öğrendiklerimden. Demem o ki bu cins ilimler biz insan zihnine fazlaydı. Sırlar vardı. Kat be kat inmiştim. İç içe geçmiş daireler misali her indiğim katta başka bir yaratılmış başkaca bir dil fısıldadı kulağıma. Bir sırrı bilmek öğrenmek demek değildi. Dilin terennüm ettiğini kalp de görmeliydi. Hırsım gözümü öyle bir kör eylemişti ki ben katlara doyamadım. İndikçe indim. Gördükçe kör oldum.

Zaman geçip yazmaya durduğumda önce bir kala kaldım ceylan derisi parşömenin önünde. Elimde kırmızı divitim duaya durdum bir müddet. Arkamda beliren iki meleği yok saymaktı niyetim. Harut ile Marut tüm heybetiyle perdelerinden sıyrılıp iki yanıma geçtiler. ‘’Yaz!’’ diyen avazları yükseldi semaya. ‘’Yaz, ey ölümlü!’’

Üstadım diyebileceğim tek bir âlimle karşılaşmadım çocukluğumda. Okumayı ve yazmayı babam Hassan’dan öğrendim. Lakin ben düz yazıdan ziyade harfin sayı ile temaşasından haz alıyordum. Harfleri sayılar ile halvet eyleyip çıkan sonuçlara içten içe güldüğüm çocukluk günlerim dün gibi aklımdadır. Onları çeşitli şekillerin içine çiziyordum. Daireler, üçgenler, kareler… Hepisini ayrı renk bir mürekkeple belirlerdim. Yeşil, kırmızı, siyah… Babam bana yazı malzemesi dayandıramaz yine de acı tek bir söz etmezdi. Ne de olsa öksüzdüm. Anamdan yadigârdım babama. Anam…

Gözleri gök mavisi her derde deva bir hanımdı. Hayal meyal hatırladığım gülüşü, sıcacık busesi ben büyüdükçe içimde yer etti her bir haliyle. Sarı saçlarını hatırlardım çoğu kez. Parmaklarıma dolayıp da kendimi onun sinesine bastırıp gül kokusuyla uyuduğum geceleri. Bana mırıldanarak söylediği ezgiyi. O bitimi olmayan melodiyi. Babamın içini çeke çeke gül hatunum deyişini. Halen ona dökülen yaşlarını görürüm kapı arkalarında, gizli kuytularda. Babam onun zamansız göçünden sonra tamam olmadı hiçbir vakit. Yarımlığı hep sevdasındandı.

Diğer çocuklara benzemiyordu hallerim. Dışarıda ipini koparmışlar misali koşmalarım, çomak çevirmelerim olmadı hiç. İmam efendinin eşeğine hiç eziyet etmedim farzı misal. Ben parşömen kokusuna sevdalıydım. Mürekkebimeydi eziyetim. Ondan gayrisine dilim değmedi hiç. Nerede bir kitap görsem okumak için kendimi perişan ederdim. Elimdekileri defalarca okumak alışkanlığım vardı. Hayıflanır dururdum kendimce. Neden daha çok yazılmıyor da bende bulup okuyamıyorum diye. Babam bu aşkımı keşfettiğinde düşüncelere daldı önce. Sonra kararını verdi. Benim yolum ilim yolu olmalıydı.

Olan birkaç parça eşyayı kendimize yük edip Cezayir yolunu arşınladık günlerce. Gördüğüm en güzel yerdi orası. Gerçi pek bir yerde görmemiştim ya o güne değin, neyse. Her hafta kurulan kocaman bir pazarı vardı Cezayir’in. Kitaplar, yazıtlar, risaleler ne arasanız mevcuttu. Babam kendine demirci de güzel bir de iş bulmuştu. Günlüğü iki bakıra çalışıyordu ki bu da benim okuma- yazma aşkıma yetip de artıyordu bile.

Büyümenin tüm büyülerden daha garip olduğunu öğrendim zamanla. Vücudumdaki değişimleri seyre dalıyorum. Göğsümde beliren tüyler, kalınlaşan sesim ve kadınlar… Onların nasılda sihirli halleri vardı. Pazara gider bir köşeye çekilirdim. Peçelerinin altından beliren şekilli dudaklarını izlerdim. Sürmeli gözlerine dalar giderdim. Kollarında parıldayan altın bileziklerinin her hareketlerinde seslendirdikleri melodi kulağıma takılır beni sıcaklığın bedenimi yaktığı çöllere götürürdü. Derin bir nefes alıp bir gün bana ait olacak kadınımı düşlerdim. Acaba derdim anam gibi sarı mı olacaktı saçları? Çarşafını çözdüğünde onunda göğsüne yatıp uyuyacak mıydım? Onun kokusu da bana huzur mu verecekti?

Yirminci baharıma girdiğimde kadın denen varlığın daha derin bir sihri olduğunu anladım. Bir gün pazarda kendime ucuz parşömen ararken incecik bir sesin çağrısıyla irkildim. Etrafıma bakınıp sesin sahibesini aradım kısa bir an. Daha sonra kınalı bir elin işaretiyle ipekli kumaşların satıldığı bir çadıra doğru yönlendim. Sürmeli bir çift göz ‘’Adın ne delikanlı?’’ dedi. Sihirli, kıvrak bir rengi vardı sesin. Ya o kahve kokan gözleri…

Şaşkınlıktan dilim tutuldu konuşamadım. Kayısı kokusu beni sarhoş etti. Öylesine yoğundu ki başkaca âlemlere daldım, gittim. Neden sonra ‘’Ahmed.’’ dedim fısıltıyla. Peçesini açtığında dolgun dudakları gülümsüyordu.’’ Ahmed!’’ dedi işveyle. ‘’Sen ne güzel bir gençsin.’’ Elleri yüzümü çevreledi. Yüzüm kızarmıştı. Bakışlarımı ayaklarımda kilitledim. Ne diyeceğimi bilemeden ‘’Sağ olasın.’’ diye kekeledim. Melodik kahkahası kulaklarımda çınladı. Elimi tutup ‘’Gel.’’ dedi. Gittim. Çadırın arkasındaki merdivenlerden tırmandık, ipeklilerle sarınmış bir odaya çıktık. Perdeler, yatak örtüleri her bir ayrıntı odanın zenginliğini vurguluyordu. Yerde bir İran ipeklisi seriliydi. Ben odayı incelerken kadın tekrar konuştu. ‘’Ahmed, gel.’’ Arkamı döndüğümde güzeller güzeli çarşafını üstünden sıyırmış sere serpe yatağa uzanmıştı. Olduğum yerde donakaldım. Nefes alış verişlerim sıklaşmıştı. ‘’Ya Rab!’’ dedim sessizce. Titreyen bacaklarıma engel olmaya çaba göstererek yanına vardım. İşte o gün kadınların nasıl da güçlü tılsımları olduğunu öğrendim. Her anı büyülü bir kitabı sonuna kadar okumaktı yaptığım. Ayılıp, bayılmaktı. Gözümü açtığımda adını bile öğrenemediğim o güzel cinsi latif gitmişti. Üstüme sinen kayısı kokusuyla kalmıştım ipekli çarşafların arasında.

Yataktan doğrulup gümüş tasın içindeki soğuk suyla bedenimi sildim. İçimdeki sesi dinlemeye gayret gösteriyordum lakin tek bir sada bile bulamadım. Derin bir can sıkıntısı vardı ruhumda. Giyindim ve geldiğim yoldan geri gittim. Dalgınlıkla yollandım eve. Babam henüz dönmemişti. Kendimi tek aşkımın kollarına saldım. Kitaplarımın…

Derken daha önce keşfedemediğim bir şey belirdi sayfaların arasında. Sayılar ve doğru kelimeler kullanıldığında tüm kâinata hükmetmeyle ilgili bilgiler buldum. Kendi kendime seslendirdim ilmin adını. Havas ilmi…

Acep dedim içimden ilk kadınımın da bana dönmesine yardım eder miydi bu ilim? O an için bilmiyordum bazı bilgilerin bedeli tahmininizden daha derin bir yük taşıyordu koynunda. Ben ise genç, delişmen aklımın bana hitabının büyüsüne kapılmıştım. O kayısı kokan kadını ayağıma getirme derdindeydim yalnızca.

Günlerce odama kapanıp denemeler yaptım. Sessizliğin sesi canımı yakmaya, aklıma oyunlar oynamaya başlamıştı. Babam dâhil olmak üzere kendimi her kula kapatmıştım. İbadetlerimi bile ihmal eder olmuştum ki onunla tanıştım. Cezeri…

İslam âlimlerinin en gözdesi… Matematik, gök bilim ve mühendislik konularında bilgisi derin deryalar misali taşan o adamla, kaybolup yitmem korkusu içini yakan babam sayesinde tanıştım. Babam onun icat etmek üzere olduğu bir cisme kendi emeğiyle hayat verirken tanışmıştı üstatla. Derken bir gün benimle ilgili derdini dillendirmiş, Cezeri ise benimle hasbıhal etmekten mutluluk duyacağını belirtmişti.

Odamda iki elim kitaplarımın yakasına kilitli bir hal içindeyken arkamda beliren naif bir gölge fark ettim. Kafamı kitabımdan kaldırıp arkamı döndüğümde bir çift ela göz beni seyrediyordu. Dudaklarının kıvrımları hem dostça hem de alaylıydı. ‘’Baban senin kitap aşkından bahsettiğinde delikanlı, ben bu biçim bir halvet düşlememiştim lakin senin halin hal değildir.’’ dedi tok sesiyle. Oturduğum yerden kalkıp çatık kaşlarımın arasında tısladım, ‘’Lafını bil de konuş yabancı kimsin, nesin ki benimle alay edersin?’’ Öylesine bir kızgınlık kaplamıştı ki o an benliğimi yapabilsem sıvı ateş misali akardım üzerine. O ise gayet sakin kaftanını toparlayıp tahta taburelerden birine oturdu. Derin bir nefes koy verdi odamın boğuk semasına. ‘’Ben Cezeri!’’ diye devam etti. ‘’Bazıları İslam âlimi, bazıları ise deli derler ben gibisine. Lakin kimse lafını bilmemekle itham etmemişti bu kulu. Sen Ahmed Buni’sin. Baban dediydi. Bense iznin olursa o çok öğrenmek istediğin Havas ilminden bir parça anlayan bir garibim diyelim.’’ Dudakları yukarıya doğru kıvrılmıştı bunları söylerken. Kızgınlıkla sıktığım yumruklarım gevşemeye başlamıştı o sıra. Yavaşça ayağa kalkıp ellerini birbirine kavuşturdu. Önümde eğilip ‘’Kabulünse delikanlı, yarın Pazar yerine gel. Senin olmayı sevdiğin yerde, seni bulacağım.’’ dedi.

Arkasını dönüp gitmeye hazırlanırken durup, ‘’Öğlen vakti!’’ diye ekledi. Ayrılmadan önceki son sözleri ise, ‘’Okumayı bilmek, her kitabın efendisi olmanı sağlamaz Buni!’’ olmuştu. Olduğum yerde düşünmeye başlamıştım. Bu adam ya dediği gibi âlimdi ya da yitik bir deli… Yine de gittim.

Öğlen vakti olmayı sevdiğim yerde bekledim. İçimden kıs kıs gülüyordum. Tüm o ipekli kumaşların olduğu çadır beni bir kalkan gibi sarıyordu. Merdivenlerin altına oturmuş şerbetimi yudumluyordum. Beni burada bulabilirsen diyordum içimden işte o sıra ne dersen yaparım Cezeri. Bir ara yukarıda ayak sesleri duyup yerimden hızla doğruldum. Kalbim çarpmaya devam ederken dualar ediyordum. Ne olur Rab yukarıdaki kayısı kokulu kadınım olsun diye. Merdivenleri titreyen bacaklarımın ağırlığıyla tırmandım. Aralık kapıyı ittirip içeriye yöneldim. Adını bile bilmediğim bir hatuna meftundum. Yatağın önüne gelince durdum. O gün aklımın perdesinde kendini bana hatırlatıyordu. Günaha bulanmış, zina etmiştim lakin pişmanlık bir yana ben o kadını her daim arzuluyordum. İçimden ılık nehirler akıp yatağa ulaştığında ben içimin nehrinde bizi seyre daldım. Arkamdaki ayak sesini duymamıştım bile. Bir elin omzuma değişiyle tüm serabım yarım kaldı.

Arkamı hızla döndüğümde Cezeri yarım dudak gülümsemesiyle beni seyrediyordu. O kadar ar etmiştim ki başım yerde kaldı. Cezeri bu halimi görünce eliyle çenemi dürtüp ‘’Başını kaldır delikanlı.’’ dedi. ‘’Sevda şarabını içmeyene adam demezler. Bir yatağa bu denli özlemle bakan adam ya kırk gündür uyumamıştır ya da uyumadığı günleri özlüyordur.’’ Yüzüme bakmak için gerileyip sordu. ‘’Senin ki hangisi?’’

Başımı kaldırıp tam gözlerinin içine baktım. ‘’Sanki bilmez misin de sorarsın Cezeri!’’ Sesimdeki kararlılık beni bile şaşırtmıştı. ‘’Ala, beni en sevdiğim yerde buldun, üstat. Şimdi de bakalım hala bana eğitmenlik etmede kararın var mı?’’ Cezeri gülümseyip yanıma yanaştı. ‘’Var Buni.’’ dedi.’’ Çünkü beni sen çağırdın! Ama unutma sana bildiklerimi öğrettiğimde şu andakinden daha büyük dertlerin olacak. Kabulün mü?’’Kararlı bir sesle ‘’Kabulüm.’’ dedim. Cezeri eliyle işaret edip ‘’Gidelim.’’ O evden ikinci kez şaşkınlıkla çıkıyordum. Lakin bu kez içinde beni tarumar eden o kayısı kokusu yoktu.

Cezeri önde ben arkada aklımda yığınla soru raks ederken eve gittik. Babamdan helallik aldım, eşyalarımı bohçama koydum. Eğitimim tamamlanana kadar Cezeri’nin evinde kalacak kimse ile temaşa etmeyecektim. Yol boyunca tek bir cümle kurulmadı aramızda. Sessizlikle ördüğü bir duvar vardı ondan geçip beni kaplayan. Evim dediği devasa yapıya vardığımızda aklım kuş olup uçmuştu. Kocaman bir bahçenin eşlik ettiği zengin bir konaktı onun evim deyip de şirin hale getirdiği.

Bizim geldiğimizi gören adamları koşup yükümüzü elimizden aldı. Atlar ahırlara yollandı. Ben ellerimi önümde kavuşturmuş konağı seyrediyordum. Cezeri, ‘’Gel delikanlı.’’ dedi. ‘’Maddenin dışını değil içini görmen için buraya getirildin.’’ Başımla onaylayıp yeni hayatıma ilk adımımı attım.

Uçuşan tüller arasında bilmediğim duygularla cenk ederken buldum kendimi. Odama koca bir holden geçmiştik. Eşyalarımı, ipekli çarşafların konforuna alışık yatağıma bırakıp etrafı keşfe çıktım. Bahçede gölgelerin arasında güneşin güllerle olan oyununu seyrediyorum ki tanıdık bir koku ruhuma saplandı. Kulak kabarttığımda bir çift çıplak ayağın koşarcasına kaçan sesini duydum. Geldiği yöne doğru hızla ilerlemeye başladım. İncecik bir ses kahkaha attı o sırada. Koşarak çardağı geçtim. Salınan sarı tülün hevesine takibime devam ettim. Yaramaz bir kız çocuğu olsa gerek diye geçiriyordum içimden. Labirent şekli verilmiş çimenliğin içine gülümseyerek daldım. Munzur kız çocuğu bana oyun ediyordu herhal. Cezeri’nin çocuğu olabilir miydi?

Ortadaki çeşmeye vardığımda kalbim iki kat hızla atmaya başladı. Lakin o kadın oradaydı. Beni benden alan işveli gözler tanıştığımız ilk anki bakışı ile beni seyrediyordu. Dudaklarında beliren yarım gülümsemeyi sarı tül peçesinin altından görebiliyordum. Eteklerini toplayıp tek kelime etmeden gitmek üzereyken iki uzun adımda yanına varıp ‘’Dur!’’ dedim. Elim kolunu mengene misali sıkarken. Gözlerinde beliren bakışı aklıma kazıdım. Sesimi yumuşatarak ‘’Dur ey dilber. Beni koyup gittiğin günden beri aklım kuş olup uçtu.’’ Bakışları bana kenetlenmiş sanki anlamadığı bir dilde konuşuyormuşum gibi beni seyrediyordu. ‘’Ne olur Rabbin adı aşkına bana hiç olmaz ise adını bağışla.’’ Gözlerimi gözlerinden alamıyordum. Bu, sabah düşüydü belli ki.

Elinin elime değen sıcaklığı Cezayir’in güneşinden daha derindi. Kolunu tuttuğum eli indirip göğsünden bir mendil çıkardı. Hiç ses etmeden elime tutuşturup kulağıma eğildi. Kayısı bahçelerinin içinde yalın ayak koşar gördüm kendimi. ‘’Ayşa.’’ dedi fısıltıyla. Ben sarhoşluğumdan hoşnutken o yine bir anda kayboluvermişti. Bir süre çeşmenin başında oturup kendime gelmeye çalıştım. Kulaklarımda uğuldayan ismini zikrettim defalarca. Ayşa, Ayşa…

Boş bakışlarla odama döndüğümde Cezeri beni bekliyordu. Beni görünce minderlerin üstünden tek hareketle kalkıp donuk sesiyle konuştu. ‘’Bu dünyada iki türlü sır vardır Buni. Birini çözersen âlim, diğerini çözersen mecnun olursun. Yarın sabah namazından sonra bahçeye gel, sana âlim olmanın sırrını vereceğim.’’ Arkasını dönüp kapıdan çıkmak üzereyken ‘’Cezeri!’’ dedim kararsız bir sesle ‘’O kadın…’’ kekeleyerek devam ettim başını çevirip baktığında, ‘’O kadın senin neyindir? Ayşa?’’ Üstat dönüp yanıtladı. ‘’O ikinci sırdır Buni. Onun çözümü bende değildir.’’ dedi. Tekrar yürümeye devam ederken konuştu ‘’Kendisi hemşiremdir.’’

O günden sonra kendimi bana ilmek ilmek işlenmek istenen ilme verdim. Ayşa içimde yangın olmuş topraklarımı kavururken ben onu yok sayıyordum. İlim garip bir hikmettir size her şeyi unutma, her şeye dayanma gücü verir. Bende Cezeri’nin öğretisinde Havas âleminde kaybolmaya yüz tutmuştum. Havas ilmi genel kanı ve düşüncelere rağmen, sadece harflerin ve sayıların, esmaların ve ayetlerin sırlarından, hikmetlerinden faydalanılarak çeşitli etkiler elde edilmek üzere geliştirilmiş basit bir ilim değildi. Toprakları çok geniş, meyveleri pek zengindi.

Doğru ayet ve sayılar bir araya getirildiğinde, doğru bedensiz çağırıldığında yapamayacağınız hiçbir şey yoktu. Bazı ilimlerin kendilerine has konuları ve dilleri vardı lakin Havas’ın kendisi de lisanı da evrenseldi. Bu ilim, ruh ve madde ile canlı ve cansız ile harf ve rakamlar ile yıldız ve burçlar ile nebulalar ve galaksiler ile ses ve renk dalgaları ile kısaca kâinatta daha da genişi evrendeki her şey ile bağlantılıydı. Bense bu toprakların öğrenmeye hevesli öğrencisi olmuştum.

Cezeri’yle bir gün uyguladığımız bir tılsım yardımıyla bir taşla halvet etmiştik. Hayatımın en önemli anlarından biridir. Çöle döküldük iki öğrenme heveslisi. Belirlediğimiz taşın etrafına uygun ayetleri yazdıktan sonra o ayete denk gelen rakamları çizip dünya üzerindeki şeklinin içine hapsettik. Dile gelmesi için benim gücüm henüz yeterli olmadığından Cezeri okuması gereken esmaları dillendirdi. Ayaklarımın altından kayan yeri hissedebiliyordum. Kanın damarlarımdan çekilişini…

Taş ‘’Esirgeyen ve bağışlayan Rab’in adı ile başlarım!’’ dedi önce. Sesi bizim bildiğimiz bir dilde şakımıyordu lakin kelimesi kelimesine anlayabiliyordum. Devamında ‘’Nicedir…’’ dedi ‘’Buralara saplanıp kaldım. İleride ki vahaya gelen kervanları gözlerim buraya atıldığım günden beri. Gözlerim ki…’’ dedi ince acılı bir ses, ‘’Biri göre de bu cansızı bir el verip kaldıra diye. Ey iyi kullar siz beni anlarsınız alın beni buradan daha şuradaki vahaya koyuverin. Suya değsin isterim kuru, katı bedenim.’’ Ben korkudan mı şaşkınlıktan mı bilemediğim bir illet sarmış gibi vücudumu titrer buldum kendimi taş dillenirken. Cezeri gayet sakin ‘’Dileğin kabulümdür varlık.’’ deyip yanına diz çöküverdi taşın. Göz göze geldik bir an. Yüzüme rahatlatıcı bir gülümseme gönderdi. ‘’El ver ona Buni.’’ dedi fısıltıyla. Yerden alıp elime koydu taşı.

Taş elimde sevinçten şakırken onu dinleye dinleye indim vahaya. Cezeri ise arkamdan sessiz adımlar atmaktaydı. Taşı su kenarı bir yere koydum. Üzerine avucumla su döktüm. ‘’Oh…’’ dedi bir an, rahatladı. ‘’Rab senin bana verdiğin ferahlığı katmer katmer sana geri göndersin genç.’’ dedi. Gülümsedim. ‘’Sana bir sır verem delikanlı!’’ Derin bir nefes alıp arkama baktım önce. Cezeri bir hurma ağacına yaslanmış beni sakince izlemekteydi. ‘’Ver ey taş.’’ dedim iyice yere eğilerek. ‘’Senin gönlüne düşen ateş var ya? Bir zamanlar bir garip Kays’ın yüreğini yakmış idi.’’ İnanamayan gözlerle seyrediyordum olan biteni. ‘’Bilirim, bilirim çünkü birkaç kez geçmişliği vardır bu çölden.’’ ‘’Devam et!’’ dedim merakla. ‘’Eğer ki del olmak istemiyorsan delikanlı sevdanı içinde yakma, dile dök!’’

Kendimi bilmez bir halde kalktım taşın başından. ‘’Sağ olasın taş.’’ diye mırıldanıverdim. ‘’Cezeri temaşanız bitti ise taşı susturma vakti Buni. Her varlık kendi sessizliğine mahkûmdur’’ diye devam etti. Eline mürekkebini alıp esmalarını sıraladı. Taş sustu. Bense dilimi kesip içimi konuşturdum yol boyunca.

Bu büyülü konakta geçen günlerin hesabını tutmamaya başlamıştım. Ayşa tüm güzelliğiyle önümde salınıp varlığını bana hatırlatmaya çalışıyordu sanki unutabilirmişim gibi. Lakin içimi yakan ondan uzak durmaya gayret etmemden ziyade ona sahip olmuş olmamdı. Cezeri’ye karşı ruhumda suçluluk biriktiriyordum. Ben kardeşinin kanına giren bir günahkârdım kendi gözümde. O ise bana kâinatın sırrını veriyordu. Tüm âlemi ayaklarımın altına seriyor, sırlarını gözünü sakınmadan ifşa ediyordu. Bir gün kararımı verdim. Akşam çökmüştü konağa. Okuduğum kitaba veremediğim dikkatimle savaş halimden sıyrılıp vicdanımın çığlıklar koparan avazına kulak verdim. Cezeri’nin odasına doğru seğirttim.

Ayaklarım beni hedefime taşımakta zorlanadursun verdiğim kararın gücüne sığınıp devam ettim. Odanın kapısı aralıktı. Elim kapıya gidip gelirken içeriden gelen konuşmalar kulağıma takıldı. ‘’Hazır değildir melekler vakit lazımdır!’’ diyen Cezeri’nin sesiyle irkildim. Elimi kapıya yaslayıp, duyularımı içeride yapılan konuşmaya adadım. Onun sesinden gayrı ses duymuyordum. Peki, o kiminle temaşadaydı? ‘’Ona öğretmemin önüne engeller serilidir, Harut. Kalbini benim hemşirem bildiği cariyeye vermiştir.’’ Burun deliklerim duyduklarımın şaşkınlığı ile inip kalkmadaydı. ‘’Kitabı yazacak size yemin verdim. Bunu ne pahasına olursa olsun yapacağım!’’ diyordu Cezeri. ‘’Ayşa’yı onun yolundan çekeceğim. Sırrı hâkim kılacak sözcükler onun zihnindedir. Ben onu ortaya çıkaracağım korkunuz olmasın.’’

Dimağımda dolanan sözcükler aklımı zehirlemeye başlamıştı. Arkamı dönüp hızla oradan uzaklaştım. Ayşa bir cariyeydi. Ben oyuna gelmiştim. Beni kendine çekmek için onu kullanmıştı. Ve şimdi onu bile yok edebilecek kadar kararmıştı gözleri. Cezeri bana hayatımı kazandırmak, içine düştüğüm bilim yolunda yok olmamı engellemek niyetinde değildi. Onun tek gayesi vardı, o da ne pahasına olursa olsun sırrı açık etmekti. Bunu ne için kullanacağını tasavvur edemiyordum. Koşarak koridoru geçip kendimi Ayşa’nın odasına attım. Yastıklarının üstüne sere serpe uzanmış olan güzel benim ani teşrifimle yerinden doğruldu. Kapıyı sertçe kapatıp ‘’Bana ne biliyorsan anlat cariye!’’ dedim.

Ayağa kalkıp, ‘’Cezeri beni bir köle tacirinden satın aldı.’’ diye başladı sözlerine. ‘’Amacını bilmiyordum beni satın aldığında. Giydirdi. Süsledi, temiz pak olmamı sağladı fakat bana hiç dokunmadı.’’ Başı önde sözlerine devam etti. ‘’Bir gün ona beni neden satın aldığını sorma cüretinde bulundum. O vakit sen bundan sonra benim hemşiremsin. Bir genç vardır bu diyarın öte tarafında, sen onun gönlüne girip onu bana getireceksin.’’ Derin bir nefes alıp odanın ortasına doğru yürüdüm. Kendimi elim başımda yastıkların üzerine serdim. Ayşa yanıma yaklaşıp oturdu. ‘’Bana senin yerini o verdi. Bende sahibimin dediğini yaptım.’’ diye bitirdi sözlerini. Elimi tutmaya çalışıp ‘’Ne olur dedi bana gönül koyma.’’ Başımı kaldırıp onun o yalancı gözlerinin içine baktım. ‘’Nedenini söyledi mi?’’ diye sordum.

Başını sallayıp ‘’Tamamını değil, lakin kulağıma çalınanlar vardır.’’ dedi. ‘’Cezeri güce sahip bir âlim tek bildiğim budur. Odasında bedensizlerle konuşur. Bir, iki kez şahit olmuştum. Bildiğim bir şey daha varsa senin ondan daha evla bir gücün olduğu. Seni bu yüzden istiyor. O bedensizler tarafından tutsak edilmiş durumda. Bundandır ki yazamıyor bildiklerini. Oysa sen…’’ dedi gözlerinden kayan bir damla sürmesini gözlerinden elmacık kemiklerine gönderdiğinde ‘’Sen yapabilirsin.’’ Elimi bırakıp ağlayarak ‘’Kaç buradan Ahmed! Sende onun gibi kaybolup gitmeden kaç!’’ Ayağa kalkıp oda boyunca ilerlediği sıra arkasından gittim.’’ Bana yeniden yalan söylemediğini nerden bileyim kadın!’’ dedim kızgınlıkla. Gözleri yerde ‘’Yalanım yoktur Ahmed. Kaç!’’

Onu öylece bırakıp odadan çıktığımda biliyordum. Kaçamazdım. Beni bulurdu. Belki de dediğini yaptırmak için akla gelmedik kötülükler ederdi. En fenası ise Ayşa elindeydi. Başkaca bir yöntem bulmalıydım.

Odama varıp kapıyı arkamdan sürgüledim. Kitaplarımı karıştırıp bir formül geliştirmeye çalıştım. O beni ya da Ayşa’yı yok edebilirdi lakin ben cana kıyamazdım. Başka bir yol bulmalıydım. Kafamdan duyduğum konuşmaları geçirdiğim sıra yüce kitapta bir ayet dikkatimi celp etti. Ayet kısaca şunu dillendiriyordu. Harut ve Marut adında iki melek inmişti semadan yeryüzüne. Amaçları Rab adına insanları imtihan etmek için sihir ve büyü öğretmekti. Lakin bunun bir şartı vardı. İlmi öğrenmek için her türlü bedeli ödeyerek Haris’in yoluna girmen gerekiyordu. Aslında ilmi insan zihnine öğütleyen bu iki melek değildi. Onun görünümüne bürünen Haris’ti. İlim bu iki meleğe ilham edilmişti fakat insanoğluna fazla gelirdi. Göz döndürür, fitne verirdi. Cezeri şeytan yolundaydı ve kendi yapıp da yazamadığını bana yazdırarak tüm şekli olana hükmedebilecekti.

Uzun bir süre karanlıkta ne yapacağımı düşündüm. Cezeri benim olanları öğrendiğimi çoktan biliyor olmalıydı. Kararımı verdim. İlmin gerçek sahiplerini davet edip bu kâfirliğe bir son verecektim. Evvelinde Aysa’nın odasına gidip onu güvende tutmalıydım. ‘’Korkma!’’ dedim gözleri korkudan ve ağlamaktan tarumar olan dilbere. Onu kimse görmezken birkaç ufak sihir kullanıp atımın terkisine attım. Yol boyu konuşmadım. Hız verdi esmalar yolumuza. Baba evine vardığımıza da babamın şaşkın halini gidermek adına sudan bahanelere başvurdum. Babamın gönlü sakinleyince cariyeye dönüp, ‘’Ayşa, babama emanetsin. Sözüm sözdür. Geri döneceğim!’’ Kokusunu içime hapsedip yoluma gittim. Odama vardım tekrar.

Dimağımı kâinatın ritmine açıp elime mürekkeplerimi aldım. Ellerimin benden bağımsız kendi bildiğiyle hareket etmesine izin verdim. Dudaklarım benden ayrı dillendi. Gözlerim kapanıp gönlümün yedi kapısı açıldı semaya. Yazdım, diledim, gördüm. Küçücük bir ışık huzmesi doldu önce odama. Sonrasında kapımda beliren ayak sesleriyle irkildim. Cezeri’nin yalvarışları belirdi inceden. ‘’Yapma Buni! Düşün koca âlem seninle benim ayağıma serilecek! Yapma!’’ Ses giderek azalırken ışık arttı. Ve iki melek karşımdaki yerlerini aldılar kendi şekillerince…

Heybetleri anlatılabilecek gibi değildi. Diz üstü çökmüş kör olmadan bu nura nasıl dayanılır diye geçirdim içimden. Ya sesleri! Dağları deler, dünyayı titretirlerdi tek bir avazla. Görüp de anlatılabilecek bir yüzleri yoktu. Lakin varlıkları inkâr edilemeyecek kadar güçlüydü. Konuştu Harut, ben başımı yere çaldım. ‘’Bizi sen mi diledin ey âdemoğlu dile gel!’’ Derin bir nefes eyleyip başımı cesurca kaldırdım. ‘’Evet, ey melek! Ben diledim sizi. Yardımınıza ihtiyaç duyarım lakin sizin ilminiz âdemoğlunu kötülüğe sevk etti. Şimdi kurtulabilmek için bana siz lazımsınız.’’ Sözlerimin üzerine bu kez Marut öne çıktı. ‘’Âdemoğlu Buni, eğer ki bizim ilmimiz sizi kötülüğe sevk ettiyse, sen nasıl bu ilmi kullanarak iyilik dilenebildin? Rab size irade verdi. Yaptığınız her eylemin sonucu kendi boynunuzadır, unutma!’’ Müsaade isteyip ayağa kalktım konuşmaya devam ettim. ‘’Size nasip olunan ilim Haris yoluyla insana öğretildi. Cezeri şimdi beni zorlamakta ki yazayım bu ilmi, gerçek kılayım. Ben kötülük etmek istemem hiçbir kula. Lakin Cezeri’nin gözü körlenmiştir. Ne pahasına olursa olsun kendine ister gücü. Yardım edin!’’

Sessizlik odama sert bir cisim edasıyla doldu. Işığın kör ediciliğine yarenlik etti bir süre. Sonunda iki melekte dile geldi. ‘’Sana yardım ederiz Buni, lakin bu kez bizim için yazacağına söz vereceksin. Zamanı geldiğinde seni görmeye bu kez biz davetsiz geleceğiz. Sözün, cesaretin var mıdır? Yok dersen kendin çözersin, yardım ettiğine.’’ Düşünmekten yorulan dimağım dur demişti artık. Söz verdim o an. Sonrasını hiç düşünmeden…

Ağzımdan kelimeler dökülmeden ışık artıp, yer ayaklarımdan çekildi. Eşya yerinden oldu. Cezeri’nin acı dolu yakarışlarını duydum hayal meyal. Sonrası göz alabildiğine ışık, sonu karanlıktı.

Gözümü açtığımda bülbül başımda şakıyordu, lakin ne konaktan, ne de Cezeri’den bir nefes kalmıştı geride. Bir vahanın orta yerinde, yüzüm gözüm kuma bulanmış vaziyette uyandım. Kendimi toparlayıp evime sevdiklerime koştum bir telaş. Onlara hiç bir şey demedim. Bir ben bildim sonunu. Çalıştım. Evlendim. Ayşa’ma hanımım dedim. Çocuklarımızı büyüttük. Okudum, öğrendim. Kendimi o güne hazır ettim.

Şimdi iki melek başımda benden sözümü beklerlerken yazıyorum bu ilmi. Yapmanız için değil. Ders almanız için. Bu kâinatın bir dengesi var kardeşlerim. Sakın müdahil olmayın! Size sözüm budur. Risalem tamam olduğunda onu saklayacak ve saklanması vaciptir kabilinde sihirleyeceğim. Lakin bunun da bir yolunu bulup da Haris’e uyarsanız günahı boynunuza olsun. Ben Ahmed Buni. Sözümün sonu budur. Unutulmaya!

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *