Öykü

Üç Vuruş

Gecenin epey geç bir saatiydi. Odanın ortasındaki sehpanın etrafına çökmüş, küçük kardeşimle papala oynuyordum. Büyükbabam bastonunu ilk kez yere vurduğunda, bana oyunu kazandıracak son hamleyi yapmak üzereydim.

Yaşlı adamın çağrısını duyduğumuzda hepimiz sustuk. Fakat bu sessizlik çok uzun sürmedi zira büyükbabam bizi salona çağırıyordu ve acele etsek iyi olurdu.

İlk vuruştan sonrası hep bir karmaşaya sebep olmuştur. Küçük kardeşim papala kağıtlarını fırlatıp alt kata koşmaya başladı.

Büyükannem odamızı dağınık bırakmamızı ve sevmez ve ben Ükane’yi çok severim. Bu yüzden yere eğilip kağıtları hızla toplamaya başladım. Küçük abim üstümden atlayıp kafama vurdu.

“Geç kalma.Sakın!”

Büyük abim ise kazağımın yakasından tutup beni ayağa kaldırdı.

“Bübaba’yı bekletme, koş!” Sonra beni sırtımdan itti.

Kapıya vardığımda büyükbabam bastonunu ikinci kez yere vurdu. Ben tahta merdivenlerden aşağı gürültülü adımlar atarak koşarken kız kardeşim ve kuzenlerim tırabzandan kayarak yanımdan geçtiler.

Amcam üst kattan seslendi;

“Son vuruş duyulmak üzere, hepiniz çabuk olun!” ve koşarak inmeye başladı. Attığı her adımda gözlerindeki muzip parıltılar etrafa saçılıyordu. Yanımdan geçerken bana göz kırptı ve koluma girip beni salona kadar sürükledi.

Aile fertlerim fazla hızlı koşamadığımın fazlasıyla farkındalar sağolun. Ükane’m benim hareket için değil, izlemek ve düşünmek için yaratıldığımı söylerdi. Haklı.

Yaşlı adam bastonunu üçüncü kez yere vurduğunda, on altı kişilik kalabalık ailemin tüm fertleri salonda nefes nefeseydi. Sayımız epey fazla  olduğu için evimiz fazlasıyla büyüktü; merdivenlerimiz uzun, odalarımız genişti.

Sabırsız bir adamın üç baston vuruşunda kat etmek için uzun bir yoldu.

 

“Tam vaktinde geldiniz. Oturun bakalım.”

Yüzünün alt tarafında toplanmış fırtına bulutlarını andıran sakalları, dudaklarına konan memnun bir gülümsemeyle aydınlandı.

Annem ve büyükannem mutfaktan ellerinde bardak dolu tepsiler taşıyarak geldiler. Hepimiz yavaş yavaş şöminenin yan tarafında dizilmiş minderlere oturduk ve battaniyelerimize sarındık. Herkes yerleştikten sonra çocuklara sıcak süt, büyüklere ise çay servisi yaptılar.

 

Büyükbaba sakalını sıvazlayınca herkes sustu.

“Bu gece,” dedi, gözlerinde heyecanlı bir parıltıyla “hikayeyi büyükanne anlatacak.”

Küçükler merak, büyükler huşuyla büyükanneye döndü.

Ükane’nin hikaye anlattığına sadece bir kere şahit olmuştum. Sesi, soğuk kış gecelerinde içilen sıcak bir tas çorbanın güven verici sıcaklığına sahipti; yeni pişmiş sütün kaymağını topluyormuş gibi nazik ve acelesiz anlatırdı.

Büyükannem ellerini kucağına koydu ve hafifçe gülümseyerek teker teker hepimizle göz göze geldi. Büyükbabam sallanan sandalyesinde hafifçe sallanıyor ve uzun sakalını yavaş yavaş sıvazlıyordu. Ükane sessizliğin içine karışan bir sesle anlatmaya başladığında, gözlerini kapadı ve gülümsedi.

“Oldukça uzun zaman önce -o zamanlar yüzlerinizdeki çiller hala gökyüzünde yanıp sönen yıldızlardı-  yüksek bir dağın tepesinde, yaşlı bir kadın yaşarmış. Bu yaşlı kadın kör bir büyücüymüş. Çok iyi koku alabilir, çok iyi duyabilir ve dokunduğu her şeyin en derin sırlarını dahi hissedebilirmiş. Bu yüzden tek başına yaşarken hiç zorlanmazmış. Sahip olduğu büyü gücü sayesinde toprak ve gökyüzüyle konuşabilir, yaprakların bahar fısıltılarını anlayabilirmiş. Yaşlı kadın toprak ve gökyüzünü diğer insanların verdiği zararlardan arındırır, onları iyileştirirmiş.

Bir gece, küçük barakasında oturmuş bir sonraki yağmurda bulutlara eşlik edeceği bir şarkı yazarken pencerede hafif bir tıkırtı duymuş. Bu tıkırtı yalnızca nazik ruhlu bir yaratığın çıkarabileceği kadar ince ve küçükmüş. Yaşlı kadın oturduğu yerden kalkıp pencereye yaklaşmış. Parmaklarını soğuk camda gezdirince camın köşesinde titreşen küçük bir parça karanlığı hissetmiş. Elini uzatıp karanlığı yavaşça yakalamış ve masanın üstüne kondurmuş. Hemen bir mum yakıp ısınması için karanlığın yanına getirmiş.

‘Böyle daha iyi, değil mi?’ demiş yaşlı kadın.

Karanlık üç kere başını sallamış.

‘Burada ne yapıyorsun ufaklık?’

Karanlık önce tereddüte kapılıp susmuş biraz. Sonra yumuşak, ince bir sesle konuşmaya başlamış.

‘Birkaç dakika öncesine kadar uçuyordum, hanımefendi. Fakat gecenin içinden geçerken vücudumu düşürdüm ve kuvvetli bir rüzgar beni pencerenize savurdu.’

‘Zavallı yavru,’ demiş yaşlı büyücü, ‘Senin için ne yapmalı acaba?’

Yaşlı büyücü bir müddet sessizce oturmuş. Bu sırada karanlık uykuya dalmış.

Sonra büyücü sandalyesinden kalkmış. Çıplak elleri ve ayakları önderliğinde dışarı çıkmış. Evinin önündeki çayırın tam ortasına gelince durmuş. Toprağa oturup ellerini havaya kaldırmış.

Çıplak bacakları toprağı, çıplak kolları göğü hissetmiş. Çimenlerin yavaş dansını, rüzgarın spiral hareketini görmüş. Ellerini biraz daha yukarı kaldırıp gecenin içine daldırmış.

Parmakları yıldızlara değince gece nektarının tadı diline akmış. Bu tatta ağaçlara dokunmuş; yapraklarının zarif şarkılarını, köklerinin güçlü dinginliğini, dallarının itaatkar salınımlarını görmüş. Bu tatta Ay’ın mırıldanmalarını duymuş; usulca kıpırdayan dudaklarından damla damla akan şiirleri görmüş. Bu tatta, yaşlı dağların giyindiği karanlığı koklamış; iç çekip mevsimlerini döken bir dağın ölümünü görmüş.

Yaşlı kadın kısa bir anlığına geceden bir parçaya dönüşmüş ve gecenin derinlerinde yatan küçük, siyah vücudu görmüş. Uzanmış ve küçük bedeni kollarının arasına almış.

 

Büyücü geceye bakmış ve teşekkür etmiş. Kollarındaki vücudu göğsüne bastırarak yavaş adımlarla eve doğru yürümüş.

Bu sırada gece dolu gözlerinden akan parlak, yıldız gözyaşları, göğsünde yaslı duran minik başın göz çukurlarına dolmuş.

 

Kapıyı açmış ve küçük bedeni, mumun dibinde ısınmakta olan karanlığın yanına yatırmış.

‘Hey,’ karanlık başını kaldırmış. ‘İçeri gir bakalım.’

Yaşlı kadın iki avucunu birleştirmiş ve karanlığa uzatmış. Karanlık heyecanla titremiş ve kadının avuçlarına dolmuş.

‘Teşekkür ederim hanımefendi.’ diye fısıldamış.

‘Rica ederim ufaklık’ demiş yaşlı kadın. Sonra avuçlarına doğru eğilmiş ve yavaşça konuşmuş;

‘Gözlerin hep aysız ve yıldızsız bir geceyi görecek fakat korkma; gece sana yol gösterecek.’

 

Kör büyücü ellerine üflemiş ve karanlık avuçlarından akıp, küçük bedenin üstüne damlamış.”

 

Büyükanne arkasına yaslandı ve büyük fincanındaki çaydan bir yudum aldı. Hafifçe kaşlarını çatıp çocukların ortasında oturup meraklı gözlerle onu seyreden genç kadına baktı.

“İçine adaçayı mı kattın? Adaçayını hiç sevmem.”

 

“Devam etsene büyükanne, hikaye bitince sana yenisini hazırlarım.”

 

Yaşlı kadının kaşları havaya kalkarken alnındaki çizgileri saç diplerine kadar ittirdi.

 

“Hikaye bitti, bu kadar.” Omuzlarını silkti ve çayından bir yudum daha aldı. O sırada küçük çocuklar tiz seslerini yükselterek itiraz etmeye başladılar; büyükanne kaşlarını çattı ama çaya mı yoksa gürültüye mi çattı, bilemiyorum.

“Sonra n’oldu Ükane? Karanlık tekrar bir vücuda kavuştu mu? Yeniden uçabildi mi?”

Ükane hafifçe gülümsedi. “Tabi ki uçtu evlat. Büyük siyah kanatlarını açtı ve gecenin gösterdiği yol boyunca uçtu.”

 

Hikayenin bitmesiyle başlayan mırıltılar yükseldi ve tüm odayı kaplayan konuşmalar duyuldu. Kalabalıktan yükselen gürültü sesimi bastırınca sorumu bağırarak tekrarlamak zorunda kaldım;

“Büyücü karanlığa bir isim verdi mi Ükane?”

Herkes susup bana döndü. Büyükanne gözlerindeki gururlu ışıltıyla bana kocaman gülümsedi.

“Evet,” dedi neşeli bir sesle. Benden beklediği gibi, doğru bir soru sormuştum. “Kör kadın karanlığa ‘yarasa’ dedi.”

“Yarasa mı?” Küçük kuzenim r’leri ağzında tuhaf bir şekilde yuvarlayarak bağırdı. “Yarasa ne demek?”

“’Geceden geçen’ demek.” Büyükanne sebep olduğu hayranlıktan memnundu. “Unutmayın, az önce anlattığım hikaye uzak geçmişte gerçekten yaşandı, biz yaşlılar ana babalarımızdan duyduklarımızı biraz süsleyerek anlatıyoruz o kadar.”

Sonra sustu ve arkasına yaslanıp hikayeyi sindirmemize izin verdi. Büyükannemle göz göze geldiğimizde gürültü yeniden başlamıştı. Annem yanımdan kalkıp hepimizi odalarımıza kovmaya başladı. Güzel rüyalar içeren bir sürü iyi geceler dileğinin ardından salon yavaş yavaş boşaldı.

 

“İyi geceler Ükane, iyi geceler Bübaba.”

“İyi geceler evlat.”

İkisi de bana bakıp gülümsediler. Salondan çıkarken büyükbabam ve büyükannemin gecenin geç saatlerine kadar şömine karşısında oturup, hikaye hakkında konuşacaklarını biliyordum. Yarın gece Bübaba bastonunu yeniden üç kere yere vuracaktı, bunu da biliyordum.

Üç Vuruş” için 1 Yorum Var

  1. Çok hoş bir öykü olmuş. Ufak tefek yazım hataları var. Klawyenin azizliği diyelim. 🙂 Sadece tüm aile fertlerinin orda olmasını bir paragrafta detaylandırsan çok iyi olurdu diye düşünüyorum. Tamam aile geleneği sanırım. İtirazım yok. Çocukları da anlarım. Ama ebeveynler? Misal amca ile alakalı küçük bir detay vermişsin bu hoş olmuş. Yetişkinlerin de bunu neden severek yaptığına dair küçük bir açıklama destekleyici olurdu sanırım.O ailenin sıcaklığını ve samimiyetini güzel yansıtmışsın. Eline sağlık. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *