Öykü

Yaşamayı Beklerken

Ay parçalandı ve ben yalnızlığa mahkûm oldum.

* * *

Yirmi birinci yüzyılın başlarında sıradan bir günde büyük bir meteor Ay’a tam göbeğinden çarptı. Uydunun yörüngesi değişti ve spiral çizerek Dünya’ya düşmeye başladı. Kadim yuvamız hızla yaşanmaz hale geldi.

Alınmış gizli tedbirler derhal hayata geçirildi. Ama ne yazık ki herkesi kapsamıyordu. Yüksek statülü bir buçuk milyon insan, yaşamsal her imkâna sahip dikdörtgen kutulara binip sonsuz uzay boşluğuna dağıldı. İlk isimleri neydi bilmiyorum ama birileri bu araçlara “uzay karavanı” dedi ve dilden dile bu şekilde yayıldı.

İnsanoğlunun bu beklenmedik uzay serüveninin üzerinden dile kolay beş asır geçti. Dünya üzerindeki ahlaki kazanımların çoğu, yerini vahşi uzay kanunlarına bıraktı. Yine de bazı insanlar dostluğa, sevmeye, üremeye, öyle ya da böyle yaşamaya devam etti. Ama ben…

Otuz yıldır geziyorum bu kutunun içinde. Sessiz ve yapayalnız.

* * *

Bisiklet servisi dar bir sokakta, paslı tabelası olmasa görülmeyecek kadar kuytudaydı. Seyrek beyaz saçlı yaşlıca bir adam dükkânın önüne küçük bir tabure çekmiş, sigara içiyordu. Teni güneş yanığıydı, kolları sıvalı, elleri siyah lekelerle doluydu.

“Kolay gelsin,” dedim.

“Eyvallah,” dedi gözleri kısık.

“Usta, bir şey soracaktım,” diyerek indim. “Yeni aldım bunu ama selesi fazla sert geldi. Var mıdır bir çaresi?”

“Bakayım,” deyip kalktı. “İnceymiş bu. Normalde alışırsın derdim ama çok ince seninki.”

“Hmm,” dedim seleye düşünceli düşünceli bakarak.

“Gel bakalım içeri,” dedi. Dükkân loştu. Güneşe alışan gözlerime ilk başta zifiri karanlık geldi hatta. Sonra üç yanı raflarla kaplı küçük mekânı seçebilmeye başladım.

“Şunlar jelli kılıflar. Ama seninki ince olduğundan kayarlar sürekli. O yüzden ben derim ki direkt seleni değiştirelim. Şunlardan seç birini.”

Gösterdiği rafta dört seçenek vardı. Kendi bisikletimdeki kadar kaliteli ve şaşalı görünmüyorlardı ama geniş ve yumuşaktılar. Hepsini evirip çevirip kontrol ettim, birini seçtim. “Bununla değiştirelim abi,” dedim. “Böyle sürülmüyor valla.”

“Olur,” dedi. Elinde sigara yoktu. Ne ara nereye attığını görememiştim.

Seleyi değiştirirken, üst boruya doladığım kilidi gördü. “Bu korumaz bisikleti,” dedi. “Sağlam görünüyor ama hemen kırarlar kilidini.”

“Bisikletçinin karşısındaki bir marketten almıştım zaten abi. Geçici olarak. Değiştirecektim. Sende var mı iyi bir şeyler?”

Yeni seleyi yerine takar takmaz benimkinden daha kalın ve uzun kordonu olan bir kilit getirdi. “İyi bu,” dedim. “Sağlam görünüyor.”

Onu da aldım.

Ödememi yapıp giderken adamın ağzında yine sigara olduğunu fark ettim. Ne ara yakmıştı?

* * *

Statik elektrik fobim vardı. Her şey çarpıyordu beni. Hatta metal şeylere önce tırnağımla dokunma huyu edinmiştim.

* * *

Doktor, “Tiroit bezlerinde nodül olabilir, sana bir ultrason yazalım,” dedi. Kıytırık bir öksürük için gitmiştim. Yarım saat muayene edip koltuğuna oturmuş ve bilgisayar ekranına bakarak bu lafı etmişti adam.

Genç yaşta bin bir türlü hastalığa bulaşmış biri olarak dişlerimi sıktım. “Ben sonra bir ara kontrol ettiririm,” dedim.

Adam peşimden bir şeyler söylemeye niyetlendi.

Kapıyı çarpıp kaçarcasına çıktım. Neydi bu doktorlardan çektiğim?

* * *

“Bir öykü yaz,” dediler. Ara sıra bir şeyler karalayıp gönderirdim internet sitelerine.

“Yazarım,” dedim. Zor değildi. Uzay boşluğu kelime kaynıyordu. Bazılarını ağımla yakalayıp yan yana koyacaktım altı üstü.

* * *

Çok güzel kadınlar vardı. Hakikaten muazzam kadınlardı bunlar. Parıldıyorlardı adeta. Şiir gibiydiler, hikâye gibi, hatta roman gibi. Yaratıcı, sanki kendisine inanalım diye araya serpiştiriyordu. “Allah’ım,” diyordun el mahkûm, “neler yaratıyorsun?”

Belki bu güzel kadınlar sadece yanılsamadır, seraptır, yaklaşınca uçuyordur diye düşünürdüm hep. Muhtemelen hiç bilemeyecektim.

* * *

Birileri dışarı çıkmamam için beni tehdit ediyormuş veyahut çok güçlü bir mıknatısla çekiliyormuşum gibi evde tıkılıkalıyordum. Böyle böyle yok olacaktım başkaları için. Varlığım unutulacaktı.

Bir tek annem ve babam hatırlayacaktı. Ama onlar benden önce ölürlerdi.

Kitaplarım da vardı, koskocaman bir kütüphane. Benden uzun yaşarlardı ama ne yazık ki içlerinde yazanlardan başka hiçbir şeyi hatırlamıyorlardı.

* * *

Bu uzay boşluğunda kim neden böyle bir şey yapar ki? Neden ölü bir dilde böylesine saçma bir mesaj atar?

 

“Morde ratesden,

Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!

UBOR METENGA”

 

Karavanımın bilgisayarı Türkçeye çevirdi. Anlamı şuymuş:

 

“Sayın beyefendi,

Size ihtar ediyoruz! Mektubu aldığınız andan itibaren evinizden hiç çıkmamanızı size kesinlikle bildiririz. Dikkat!

ÜSTÜN YOL”

 

Ev dediği karavanım oluyor herhalde. Çok enteresan. Zaten çıkmıyorum ki. Birileri benimle dalga mı geçiyor?

* * *

Belki de hayatın anlamı bisikletti. Bicycle. İki çevrim. Dişi ve erkek.

* * *

Şirketin ayarladığı bir yemekteydim. Eğlenceli, müzikli, içkili. Herkes neşeli, güzel güzel giyinmişti. İri yarı bir kadın sahnede şarkı söylüyor, ara sıra da konuklara laf atıp herkesi güldürüyordu. Biz ise o esnada yiyeceklerimizi tırtıklıyor, içkilerimizi içiyorduk.

Bazen tanıdıklar geçiyordu yanımdan, selam veriyor, “Naber?” diyorlardı. Gülümsüyordum. “İyidir, senden naber?” diyordum. “Aynı işte,” diyorlardı. Başka bir şey söylemiyorduk. Çünkü paylaştığımız hiçbir şey yoktu.Sadece işyerinde aynı ortamda bulunuyorduk işte.

Rastgele bir masadaydım ben de. Hiç yakın tanıdığım olmadığı için boş bir yer bulup oturmuştum. Herkesi az çok tanıyordum ama derinlemesine değil. Hiçbir sohbete katılamıyordum. Müziği ve böyle ortamları sevmediğimden kalkıp oynamak gibi işlere de bulaşmıyordum. Güzel kızlar da vardı ama kendimi göstermek gibi bir gayem yoktu.

Neden geldiğimden emin değildim ama çok da sorgulamıyordum. Herkes -başta annemler olmak üzere- böyle etkinliklere katılıp kabuğumu kırmam gerektiğini söylüyorlardı.

Ama ben yerimden bile zor kalkardım bu gidişle. Çişim gelmediği sürece. Kendime, yakalayabildiğim ilk garsona tuvaletin yerini sormam gerektiğini hatırlattım.

* * *

Benim hiçbir müdahalem olmadan, sadece güneş ışığını ve uzaya çıkmadan önce konulmuş malzemeleri kullanarak bana her gün belli bir miktarda yiyecek veren bir modül var karavanımda. Babam nasıl çalıştığını anlatmıştı galiba, ama hatırlamıyorum. Sanırım kendi kendine yaşam döngüsü oluşturan bir ortam var.

Yine makinenin düğmesine basıyorum ve birkaç dakika sonra sıcak bir şekilde alıyorum jelimsi yiyeceğimi. Sıkılmayayım diye her gün başka bir aroma katılıyor. Bugünkü en sevdiklerimden. Tabağımı masama koyup oturuyorum ve basılı kitaplarla dolu kütüphanemi taramaya devam ediyorum. Yok işte. Ubor-Metenga diye bir şey yok hiçbir yerde. Birileri sırf canımı sıkmak için mi gönderdi acaba?

Benim gibi birine böyle bir mesaj atmanın anlamı ne? Dilsiz birine “konuşma” demek gibi bir şey bu.

* * *

Doktorun odasından kaçarcasına çıktığım gece bir rüya gördüm.

Doktor “Artık çok geç,” diyor. “Kanser pek çok organına yayılmış.”

Zaten bütün kışı hasta geçirmişim ama hiçbir şey yapmamışım. Sonunda başım dönmüş, yolun ortasında yığılmışım. Haberim bile olmadan getirmişler beni hastaneye. İçimi yiyip tüketen bir kanser varmış meğerse.

Bana en çok koyan şey, milyarlarca insandan birinin bile yokluğuma üzülmeyecek olması. Annemle babam hariç. Arkadaşlarım falan da biraz üzülür tabii ama demek istediğim, hiçbirinin hayatında çok bir şey değişmeyecek. Kimsenin yaşamına dokunamadım çünkü.

Sıçrayarak uyandım. İçgüdüsel olarak derin bir nefes aldım. Kanser falan değildim. Bildiğim kadarıyla.

* * *

Öğle arası işyerinden beş kişi, birimizin arabasına atlayıp yemeğe gittik. Balık yiyecektik sahilde ve her nasılsa beni de aralarına almışlardı. Arabanın arka kapısını kapatırken yine çarpıldım. Öyle sıçradım ki, hepsi bana baktı. “Elektrik çarptı,” dedim. “Çok fena acıdı.”

İlgilerini yitirdiler birden. Restorana doğru yürüdüler. Dördü önden, ben tek başıma arkadan. Keşke karnıma bir kurşun saplanmış olsaydı. İlgilenirlerdi. Başıma toplanıp gözlerimin içine bakarlardı.

* * *

Sinemada güzel bir film vardı. Çoğunluğun pek ilgisini çekmemiş olacak ki iki yanımda da kimse oturmuyordu. Hayattaki büyük lükslerden biri gibi geldi bana. İki kolumu da istediğim gibi hareket ettirebilecektim. Keyiflendim, eşyalarımı yaydım koltuklara. Sonra ışıklar söndü. Sadece kendi nefesimi duyar oldum.

Fazla sessiz geldi.

* * *

Yirmi birinci yüzyılın başları enteresan bir şekilde ilgimi çekiyor son günlerde. Büyük felaketin hemen öncesi. O zamanlarda geçen kısa kısa metinler yazmayı çok seviyorum. Tamamen içimden geldiği gibi, aklıma ne gelirse yazıyorum.

Mesela bisikletler varmış o zamanlar. Sinemalar, restoranlar, şirketler, balıklar, köpekler…

Ve elbette benim gibi yalnız insanlar.

* * *

Yeni selem beklemediğim kadar iyiydi. Artık sahilde uzun uzun pedal çevirebilirdim. Yalnız çok fazla köpek olması beni biraz korkutuyordu. Hareketli şeylerin peşinden koşturmayı seven hayvanlardı bunlar. Bisikletleri kovalamak gibi bir hobileri de olabilirdi.

Düşersem ne yaparım diye düşündüm. Kim gelip bakardı bana? Birileri beni kaldırıp doktora götürür müydü? İnsanların ilgisini çekmek için bağırmak zorunda mı kalırdım? Ya saatlerce kolum bacağım kırık şekilde orada öylece yatarsam ve kimse dönüp bakmazsa? Zaten olacağı bu değil mi?

Acaba gitmesem mi hiç?

* * *

Sinemadan çıkınca karnım guruldadı. Midem bana saygı duymuş, film sırasında kendini hissettirmemişti. Teşekkür ettim içimden, ödül olarak da güzelce doyurmaya karar verdim. Bir tavuk restoranına girdim.

“Tek misiniz?” dedi eleman.

“Tekim,” dedim.

“Sizi yukarı alalım,” dedi. Beni normal bir masaya layık görmedi. Yüksek, uzun, yan yana sekiz kişinin oturabildiği bir masaya, ayaklarımın yere erişemediği bir tabureye oturttu. Sesimi çıkarmadım. Kalabalıktı. Dört kişilik bir masayı tek başıma işgal etmem yersiz olurdu zaten.

* * *

Toplantıda on iki sandalye doluydu. Sekiz erkek, dört kadın. Parmağında yüzük olmayan tek kişi bendim. Bu da demek oluyor ki, toplantı çıkışı aranıp “nasıl geçti?” diye sorulmayacak bir ben vardım. Hafta sonlarını kendi başına geçiren, akşam işten çıktığında sevdiği birine kavuşmayan ya da mesela ara sıra da olsa seks yapmayan tek kişi bendim.

Neden bu kadar takar olmuştum böyle şeylere? Ben insanları sevmezdim ki. Yıllardır yalnız olmaktan hep gurur duyardım. Kimseyle muhatap olmazdım. Herkesten farklı bir noktadaydım çünkü. Zekiydim mesela. Hayal gücüm kuvvetliydi. Özeldim işte.

Ama yine de zamanı durdurabiliyor olsam hepsinin yüzük parmaklarını kökünden keserdim o an.

* * *

Karalamaya devam ediyorum. Sürekli yazacak bir şeyler geliyor aklıma. Yirmi birinci yüzyılda çeşitli ortamlarda geçen bu sahnelerin hiçbiri bir yere bağlanmıyor. Ama bir şekilde hep yalnızlıkla bitiyorlar. Bunların bazılarını rüyamda görüyorum. Bazıları öylece canlanıyor kafamda. O zamanlara ait okuduğum kitaplardan oluyor herhalde. Sonuçta kaç yüzyıldır yeni bir kitap basılmadı.

Şu Ubor-Metenga mesajı geleli otuz saat oldu bu arada. O zamandan beri hayal gücüm iyice coştu.

Ayrıca enteresan bir şey daha oldu. Karavan-siteler denilen şeyler var. Bir araya gelip ortak yaşam sürmeye başlayan karavanlar bir çeşit koloni haline geliyorlar. Radarlarım yakınlarda onlardan birini algıladı. Aslında Ubor-Metenga mesajından bile önce algılamış ama fark etmemişim. Ağır ağır o yöne doğru ilerliyor karavanım. Şimdilik akışına bırakıyorum.

Bir yandan da düşünüyorum, beni de alırlar mıydı acaba aralarına? Denemeli miyim?

Ama o tehdit mesajı? Ya gerçekse? Dışarı çıkmamam gerekiyorsa.

* * *

Bugün evden çıkmak istemiyordum. Çoğu zaman olduğu gibi. Eğer alışveriş yapmayacaksam, çöp dökmeyeceksem, ekmeğim suyum bitmemişse o küçük yaşam alanımdan dışarı adım atasım gelmiyordu. Çıkıp ne yapacaktım? Bisiklet mi sürecektim?

Hava sıcaklığına baktım. 18,8 derece gösteriyordu. Deneyimlerimden 19 dereceden daha düşük sıcaklıkta bisiklet sürersem burnumun ve kulaklarımın üşüdüğünü biliyordum. Dolayısıyla bütün gün evde oturacaktım.

* * *

Son yıllarda her yanı saran kahveci dükkanlarından birinde oturdum. Self servis olmayanlardan biri. Garson geliyor, siparişleri alıyor, bir süre sonra getirip masaya bırakıyor.

Böyle yerlerde saatlerce oturmak pek mümkün değil. Garsonlar gelip geçerken sürekli müşterilerinin başka bir arzuları olup olmadığını soruyor.

Ben ise saatlerdir tek bir Cafe Latte’yle oturuyor olmama rağmen bu tacizleri umursamıyordum.

Çünkü kitap okuyordum.

Ve civarda buradan daha güzel bir ortam yoktu kitap okumak için. Büyük bir zincir kitapçıdan iki üç saatte bitirilecek kadar kısa bir öykü kitabı satın almıştım. Yavaş yavaş sonuna yaklaşıyordum. Etrafımdaki insanların hepsi değişmişti, ben sabittim.

Yalnız ve paranoyak bir adamın bekleyişini anlatıyordu öykülerden biri. Yalnız adamları anlatan ne çok kitap var… Belki de genel olarak yazarlar çok yalnızdır. Ve hep kendilerini anlatıyorlardır. Her gün saatlerce arkadaşlarıyla takılan insanlar nasıl yazar olsun ki zaten?

Ben de kısa öyküler yazmaya çalışıyordum amatör olarak. İnternet sitelerinde yayınlanıyordu ve yorumlar da fena değildi.

“Bir Türk kahvesi alabilir miyim?” dedim genç kadın garsona.

“Efendim?” dedi.

Her zamanki gibi kelimeler dudaklarımdan o kadar cılız çıkmıştı ki anlamamıştı.

“Türk kahvesi. Sade.”

“Tabii efendim.”

* * *

Karavan-siteye gitgide yaklaşıyoruz. Görebiliyorum artık. Elim kontrol paneline gitmiyor. Ne uzaklaşabiliyorum ne de ona yöneliyorum. Böyle devam ederse yanından geçip gideceğim ve yine aylarca, yıllarca tek bir yapay şey görmeden yolculuğumu sürdüreceğim.

Tahminen ona ulaşmama üç saat var. Tekrar gözden kaybolması için de bir üç saat geçmesi gerekiyor. Radarımın sınırından çıkması otuz saati bulacak. Ama sonuç aynı.

Sonsuz yalnızlığa devam.

* * *

Evden dışarı adımımı atar atmaz kulaklığımı takardım hemen. Genelde müziği açmaz, sadece görüntü olsun diye öylece asılı tutardım kulaklarımda.

Olur da yolda tanıdık biriyle karşılaşırsam, o da bana sesleniverirse görmezden gelip yoluma devam etmek için bir bahaneye ihtiyacım vardı.

* * *

Kapıyı dirseğimle açtım bu kez. Çıt sesi geldi ama acımadı.

* * *

Tam karşımda karavan-site. Bir işaret vermeliyim ya da üzerlerine çevirmeliyim yönümü.

Ama Ubor-Metenga’nın mesajı? Şu an elimde ve tekrar tekrar okuyorum.

…evinizden hiç çıkmamanızı size kesinlikle bildiririz.

Ne yapabilirler ki bana? İkazlarına uymayıp çıkarsam ne yapabilirler?

Karavanın çıkış kapısına ben farkına varmadan bir şey mi yerleştirdiler?

Eğer öyleyse karavan-sitedekilere durumu aktarabilirim aslında. Ama ya bunu yapmaya çalıştığım an patlarsa? Ya iletişim de kurmamam gerekiyorsa?

Öte yandan zaten başka insanlarla irtibat kurmaktan çekiniyorum. Nasıl karşılayacaklar beni? Belki karavan-sitede yaşayan insanlar toplu bir yağmacı sürüsüdür, nereden biliyorum ki?

Herhangi bir hareket de yok. Acaba görmediler mi beni? Görmemeleri mümkün mü? Hiç zannetmiyorum. Gelişmiş radar sistemleri çoktan haber vermiştir varlığımı. Belki de öylece sürüklenen boş bir karavan olduğumu düşünmüşlerdir. Sonuçta çok uzun zamandır hiç yön ve hız değiştirmeden ilerliyorum uzay boşluğunda. Açıkçası cihazlarımda bir arıza olup olmadığını bile bilmiyorum. Kaç sene oldu en son elle yönlendireli? Nasıl kullanacağımı bile hatırlamıyorum. Belki de babamın cesedini uzaya yolladıktan sonra karavanın hiçbir kontrolüne dokunmamışımdır.

Peki babam ne zaman öldü? Annemden iki sene sonraydı. Kalbini tutup aniden yere yığılmıştı. Elimden hiçbir şey gelmemişti. Annem nasıl ölmüştü peki? Onu hiç hatırlamıyorum, fazla küçüktüm.

* * *

Annem arıyordu yine. Yarım saat önce de aramıştı ama toplantıdaydım. Bu kez açtım.

“Günaydın oğlum, nasılsın?” dedi.

“Saat on bir oldu anne, ne günaydını?”

Neden ben de doğru dürüst günaydın deyip onu mutlu etmemiştim ki? Belki yeni uyanmıştı kadın.

Sanki etraftaki insanlar telefonla konuştuğumu görünce bana kulak kesiliyorlarmış ve en ufak bir hatamı yüzüme vuracaklarmış gibi geliyordu. Belki de ondan diyememiştim.“Bu saatte günaydın mı denir?” diyeceklerdi sanki aralarında. Kıkırdayacaklardı.

Telefondu yahu bu altı üstü. Ne gerek vardı böyle kaygılara? Ama beynim söz dinlemiyordu işte.

“Bir saniye anne,” deyip uzaklaştım iş arkadaşlarımdan. “Söyle,” dedim sonra. Sesim hâlâ suçlayıcıydı.

“Hastane randevusu alacağız da beceremedik. Sana soralım dedik.”

“Kaç kere anlattım ama anne ya.”

“Beceremedik işte. Olmadı bir türlü.”

“Şifreni hatırlıyorsun değil mi?”

“Baban alacak randevuyu. Ben değil.”

“Neyse işte. Şifre var mı yok mu?” Neden uzatıyorsun ki demek istiyordum. Çabucak söyle ve bitir artık şu telefon konuşmasını.

“Evet canım. Girdik zaten. Ama gerisini yapamadık.”

On dakika boyunca adım adım anlattım yapmaları gerekenleri. Teşekkür etti, sonra hâl hatır sormaya çalıştı ama yüz vermedim.

Kapattı.

Babamın neden hastane randevusu aldığını sormadığımı fark ettim. Bir an içimde kötü bir his belirdi, sonra unutup gittim.

Masama, yalnızlığıma döndüm.

* * *

Geçiyor işte. Bir topluluğa girme, arkadaşlar bulma, başka insanların gözlerinin içine bakma şansımı yitiriyorum ağır ağır. Belki konuşmayı bile unutmuşumdur zaten.

Sesimi deniyorum.

Hayır unutmamışım. Sadece biraz kısık. Demek ki konuşmak da bisiklet sürmek gibi. Yıllarca yapmasan da unutmuyorsun.

* * *

Bisikletimi bulamadım. Çalmışlardı. Geriye kalan tek şey zinciri kesilmiş olan kilitti.

* * *

Karavan-site artık uzaklarda bir nokta.

* * *

Üç gün boyunca evden dışarı çıkmadım. Üçüncü gün pazartesiye geliyordu ama kimse arayıp sormadı. Patronum bile.

Evde, kombiden çıkıp ocağa ve banyoya giden doğalgaz borularını kontrol ettim. Bütün gücümle asıldım, gayet sağlam görünüyordu. Dokunurken statik elektrik çarpar mı diye korkmadım değil, ama ilginçtir öyle bir şey olmadı.

* * *

Elimde Ubor-Metenga mesajının olduğu sararmış bir kâğıt parçası var. Bu mesaj bana dijital olarak gelmemiş miydi? Kâğıt ne alaka? Ayrıca ne zaman elime aldım ben bunu?

* * *

Bisikletimi aldığım gün marketten aldığım zinciri buldum. Hiç kullanamamış ama çöpe de atmamıştım.

Doğalgaz borusuna geçirdim ve aşağı sarkıttım. İyice çekiştirdim, sağlamdı. Belki öteki kilitten bile daha sağlam.

* * *

Elimdeki kâğıdın nereden geldiğini bulmaya çalışıyorum saatlerdir. Ve sonunda yatağımın altında bir kitaba rastlıyorum. Türkçe bir kitap.

Oğuz Atay.

“Korkuyu Beklerken.”

Böyle bir kitabın varlığından bile haberdar değilim.

Bu arada karavan-site az önce radarımdan çıktı. Artık istesem de onları bulmam çok zor.

* * *

Altımdaki sandalyeyi bütün gücümle tekmeledim. Amacıma yönelik olarak biraz modifiye ettiğim bisiklet zinciri boğazıma dayandı.

Doktorun tiroit bezimle ilgili yorumu geldi aklıma. Belki de kanserdi. Olsun, diye düşündüm, o da yok olacak nasılsa.

Gözlerim tamamen kararmadan hemen önce, gördüğüm son şey masanın üzerindeki kitap oldu.

* * *

Dizlerimin üzerine çöküyorum.

Her şeyi inceledim. Ubor-Metengaile alakalı ya da alakasız herhangi bir mesaj geldiği yok.

Bu nasıl mümkün olabilir?

Demek ki, kitabı okurken bu mesajı görmüş ve bir şekilde onun bana geldiğine kendi kendimi inandırmışım. Şok içindeyim. İlk kez kendi beynimin bana ihanet ettiğine şahit oluyorum.

Sonuç olarak karavan-site geride kaldı. Dolayısıyla yine yalnızlığa mahkûm oldum.

Ayağa kalkıyorum, derin bir nefes alıyorum. Etraftaki eşyalara bakıyorum. Basılı kitaplarıma, büyük ekran televizyonuma, bilgisayarıma, tüm oyuncaklarıma.

Hayat devam ediyor.

Gökcan Şahin

Hem hayalperest, hem sayısalcı bir kafayla dünyaya geldim; hem mühendis hem yazar oldum. Başta bilimkurgu ve fantastik kurgu türlerinde olmak üzere pek çok öyküm, çeşitli edebiyat ortamlarında yayınlandı, ödüller aldı. Bir yandan mesleğimi yaparken bir yandan da yazmaya, hayal kurmaya ve yaratmaya devam ediyorum.

Yaşamayı Beklerken” için 2 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Farklı bir öyküydü. Biraz fazla parçalı geldi bana. Bunu öykünün içinde karakter de ifade ediyor gerçi ama kurgusal olarak biraz daha toparlanabilirdi öykü. Tabii bu benim kanaatim bir okur olarak. Bisiklet mevzusu güzeldi; öyküye yakışmış. Sanırım karavanları çok seviyorsunuz; bknz: Karavanlar Çağı 🙂 Burada da karavan-site gördü gözlerim. Güzel fikir.
    Kaleminize sağlık.

    1. Merhaba,
      Parçalı olmak bu öykünün kanında vardı biraz. 🙂 Karavanlar Çağı ile aynı evrende geçiyor ve o evreni daha da genişletebilirim zamanla, bakalım… Teşekkür ederim okuduğunuz ve yorumladığınız için.

ozbabur için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *