Öykü

Yazmak ve Okumak

Kütüphanemin bir rafını kitapları kaplıyordu. Romanlarını ne zaman okusam, o gerçekçi hayal gücüne hayran kalır, satırlarla beraber onun ütopyalarına küçük yolculuklar yapardım. Teneffüslerde, metroda ya da yatağımda uykuya dalmadan önce dolaşırdım farklı boyutlarda, sonra hepsini duvarımın yarısını kaplayan kitaplığıma tıkıştırdım. Bu muhteşem boyutların, farklı dünyaların, gitmeye ömrümüzün yetmeyeceği gezegenlerin usta seyyahı evimin yakınındaki bir alışveriş merkezine, imza gününe geliyordu. Heyecanlı bir andı tabii ki, o sabah erkenden uyandım ve birisi yeni çıkan olmak üzere favorim olan iki kitabını kapıp soluğu AVM’de aldım. Sıranın bana gelmesi uzun bir zaman aldı ama kesinlikle değdi. Onunla kapanış sonrasında kısa bir sohbet etmeye hak kazandım. Hayatımı böylesine değiştirecek bir anıyı daha önce hiç dinlememiştim.

Gayet normal görünümlü biriydi. Elbette insanüstü bir varlık beklemiyordum ancak insan böylesine yaratıcı şeylerin kır saçlı, kahverengi gözlü, halk arasında görsem “bu insan diğerlerinden farklı” diyemeyeceğim birinden çıkmış olması şaşırtıcı. Fakat “O, değerlerinden farklı.”

Sohbete başladık. Merhabalaşmalar, tanışma, serinin gidişatıyla ilgili birkaç sorudan sonra samimiyeti kazandık. Birkaç espriyle de bunu pekiştirdikten sonra “Açıkçası,” dedi “seni gördüğümde bir an önce konuşmak istedim,” dedi. “Konuşacaklarıma iyi bir dinleyici olacağını anlamıştım.” Sözünü kesmeden dinlemeye devam ettim. “Bunu bazı kişilerle paylaşmalıyım ve senin de bu kişiler arasında olduğun kesin.” Karmaşık bir duygu içindeydim. “Teşekkür ederim efendim, devam edin lütfen,” dedim.

“Bundan uzun zaman önceydi. O sıralar kendi çapımda fantazyalar yazıyor, dosyalayarak saklıyordum. Bazense birkaç arkadaşıma okutma girişiminde bulunuyordum. Her ne kadar bazen uzaklaşsam yazılarımdan da seviyordum yazıklarımın her birini ve sevenler olduğunu da biliyordum.

“Anlatmaya giriştiğim olay, büyük bir fırtınanın bölgemize yaklaştığına dair bir haberi izledikten sonra gerçekleşti. Okullar ve devlete bağlı işyerleri tatil edilmişti. Hepimiz evde tıkılıp kalmıştık. Ben de herkes gibi pencereleri kapatıp televizyonun karşısına geçtim. Yayında da kesilmeler başlayınca ‘En iyisi bir DVD izleyeyim,’ dedim ancak bu isteğim de uzun süre beni tatmin edemedi çünkü kısa zamanda elektrikler de kesildi. Fener kullanmak yerine birkaç mum yakmayı tercih ettim ve elime bir kitap alarak bu anı değerlendirmek istedim. Uğursuz bir gün olmalıydı ki bunu da kapımın telaşla yediği darbelerin gürültülü sesi böldü. Kapıdaki eski bir arkadaşımdı. Dürbünden çekilip kapıyı açtığımda onun silik görüntüsüyle karşılaştım. Rüyada olduğumu düşündüm. Aceleci bir yavaşlıkla konuşuyordu ‘Bir şeyler oluyor, tarif edemiyorum! Kendimi çok… uzak hissediyorum.’ Yardım istemek içindi sanırım, koluma dokundu. Dokunmasıyla bana doğru şiddetli bir rüzgâr esti ve her şey… uzaklaştı. Arkadaşımla beraber soyutlanıyorduk sanki. Dünya’daki görüşüm azalıyor, yavaş yavaş siliniyordum hayattan.

“Uyandığımda bir ağaca yaslanmıştım. Sanki dünya bomboştu. Hiçbir yerden ses gelmiyordu. Ne cıvıldayan kuş sesi, ne de akan ırmağın şırıltısı… Sadece ben ve derin nefes alış seslerim vardı. Çabucak doğrulmamla birkaç saniye başım döndü ve görüşümü kaybettim. Kendime geldiğimdeyse etrafı hızla inceledim. Sıradan bir ormandı ancak cansızdı. Burada gezinen bir karınca dahi olsaydı farkına varacak duruma gelmiştim. Tek istikamette uzun süre yürümeye başladım. Aradan kaç saat geçti veya kaç gün doldu anlayamıyordum çünkü gökyüzü hiçbir değişiklik göstermiyordu. Ama sonsuzluğu yürümüş olmama dahi inanabilirdim. Fark etmem için çok geç olmuştu ancak tekrarlanan düzen sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Tuhaf derecede uzun bir ağacı görüp iç çekişim, bu sırada kafam yukarıdayken bir taşa takılıp tökezlemem ve kolumun devamlı bir dikene takılıp durması. En önemlisi bunların sıralarını hiç yitirmeyişiydi. İlerledikçe dejavu olduklarını düşünmüştüm fakat sonunda girmiş olduğum paradoksu parçalanma derecesine gelmiş ceketimin dirseğinden anladım. Haliyle telaşlanmıştım. Çaresiz hissetmiştim. Duygularımı kabullenmek istemeyerek başka yönde yürümeye başladım ve burada da sonsuzluğu doldurduğuma eminim. Artık açlık ve susuzluktan bitap düştüm fakat ilerlemeye devam etmek zorunda olduğumdan bunları düşünmemeye çalışıyordum. Bir süre sonra bir çıtırtı duydum. İnan, böylesine bir sessizlik içindeyken bu basit çıtırtı benim için önemli bir şeydi. Hızla sesin geldiği yöne döndüm. Sesin geldiği tarafa ilerledim. Uzakta yerde yatan bir adam gördüm. Hızla yanına ilerledim ve bir yandan seslendim, ‘Bayım! Bayım beni duyuyor musunuz?’ Dönüp bakmıyordu yanına vardım ve elimi omzuna koyarak devam ettim, ‘Bakın burada neler dönüyor bilmiyorum ama size yardım edebilirim.’ Adam hiç oralı değildi. Kolu ileride çalılıklarda bir şeye uzanıyordu. Tam kavradığında bunu bir bıçak olduğunu fark edebildim ve hızla geriye iki adım attım. ‘Size zarar vermek istemiyorum,’ dedim. Gözlerini gözlerime dikti. Çaresizliği rahatça okuyabiliyordum. ‘Kaçışı yok,’ dedi ve boğazını hızla kesti. Onun durdurmak için birkaç adım attım ancak çok geçti. Zavallı adam kısa süre içinde kendi kanında boğularak öldü. Başında ne yapacağımı düşünerek biraz bekledim ve işime yarayabileceğini düşününce istemeyerek de olsa bıçağı kaptım ve yoluma devam ettim. Güneş şiddetini azaltmıyor, gökyüzü değişiklik göstermiyordu. Bu da beni daha çok susatıyordu. Halsizlikle bir ağacın gölgesine yattım ve kendi kendime buradan kurtulduğumun, dilediğimce yiyip içtiğimin, eski sosyal hayatıma döndüğümün ve burasıyla ilgili yazılar yazdığımın hayallerini kurdum. Kurduğum hayallerden aldığım güçle yola devam ettim. Sonrasında benim için ilginç iki şey oldu. Bir kuş cıvıldaması duydum ve ardından birkaç kayanın arasından akan cılız bir su kaynağı buldum. Bu iki şey beni buradan çıkmak için savaşmaya devam ettiren basit görünümlü önemli şeylerdi. Zaman ilerledikçe ilerliyordu. Artık ortama uyum sağlar hale gelmiştim ancak asla kabullenemiyordum. Geçtiğim her beş ağaçtan birine bıçağımla işaret kazıyordum ki bu değerli kaynağı kaybetmeyeyim. Diğer bir ağaca işaret koyarken önümden hızla bir kadın geçti. Bıçağı cebime tıkıştırıp kadının peşine takıldım. ‘Hey!’ diyerek sesleniyordum ancak beni duymuyor gibiydi. Geldiğimiz yer çok yakındaki ama benim daha keşfetmemiş olduğum bir uçurumdu. Kadına ‘Bekleyin!’ diye bağırdım. Ve birden bana dönerek ‘Dur,’ dedi. Daha önce gördüğüm adamdaki bakışları onda da görüyordum. ‘Bakın, buradan kurtulabiliriz. Çok yakında, biraz geride bir su kaynağı buldum. Oraya gidelim, sizinle paylaşırım,’ diye açıklama yaptım ancak kadın ‘Burada sessizlikten başka hiçbir şey bulamazsın,’ diyerek cevap verdi. Sonra, ‘Bana katıl,’ diyerek ekledi ve arkasını dönüp uçurumdan atladı. Bağırarak uçurumun yanına kadar koştum ama çok geçti. Beni asıl şaşırtan şey ise uçurumun dibinde kadının cesedi dışında yüzlerce daha ceset oluşuydu. Serseme dönmüştüm. Gözlerim fal taşı misali açılmıştı. Hızla kendimi geri çektim. Yanaklarımı tokatlamaya başladım. Bunca zamandır rüya görüyor olamazdım. El parmaklarımı saydım, on taneydi. Güzel. Başparmağımı diğer elimin avucundan geçirmeye çalıştım. Bu da olmadı. Her şey gayet gerçekçiydi. Artık emin olmalıydım çünkü tereddütteyken hiçbir şey yapılamazdı. Hızla işaretlediğim ağaçları takip ederek su kaynağına doğru ilerledim ancak burada birkaç kayanın arasından dökülmeye çalışan su yerine küçük ve yıkık dökük bir kulübe vardı. ‘Bu imkânsız,’ demeyi çoktan bırakmış olduğumdan yavaşça kulübeye yaklaştım. Pencerelerinden içeriyi gözetlemeye başladım. Kumaşı yırtılmış üçlü kanepe, yere düşmüş birkaç çerçeve, tek bacağı kırılınca devrilmiş bir masa ve etrafındaki tek tük sandalyelerden başka bir şey yoktu. Bu kulübe her neyin nesiyse bana güzel haberler vermesini diliyordum. Kapıyı açtığımda karşıma yıkık bir kulübe değil, büyük bir salon çıktı. Burası, benim salonumdu. Şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. Sağ tarafa döndüm kapının kolunu tutup indirdim. İttirerek yemek odama giriş yaptım ve buradaki masanın ağzına kadar yemekle dolduğunu gördüm. Ancak nasıl olabilirdi, buraya nasıl gelmiş olabilirdim? Tam da bu sırada ayak sesleri duyuldu ve içeri yirmi beş yaşlarında takım elbiseli bir oğlan girdi. ‘Bir şeyler açıklayacak mısın yoksa sen de mi intihar etmek için geldin?’ diyerek alay edercesine atıldım. Çocuk iki adım daha öne geldi. ‘Öncelikle tebrik ediyorum,’ dedi. ‘Bu ne anlama geliyor?’ diyerek sordum. Açıklama şöyleydi; ‘Sizi, kapınıza gelen fırtınaya yakalanmış bir arkadaşınız buralara getirdi. Belki de o olmasaydı, bunların hiçbirini yaşamayacaktınız. Onun da yaşıyor olduğunu size söyleyeyim. Sizinle temasa geçen fırtınayla beraber bu boyutta uyandınız. Burada, yaşadığınız paradokstan sizi sonsuza dek tutsağı yapmadan kurtuldunuz. İki kişinin ölümüne tanık oldunuz ve yüzlerce ceset gördünüz. Gündüz ve gece daha doğrusu zaman kavramını yitirdiniz, açlık ve susuzlukla sınandınız. Canlı dünyasından da uzaktaydınız. Bunlar rağmen normal hayattaki insanlar bile yapamazken siz kişiliğinizi ve inancınızı korudunuz. Daima karamsarlığa yönelerek kurtulamayacağınızı düşünmediniz. Kurtuluş yolunun varlığına inanmış olmasaydınız, pes ederdiniz. Diğerleri gibi… Siz hayalinizi kurdunuz, buna inandınız ve birazdan bunları yaşayacaksınız. Doyasıya yiyip içecek, arkadaşlarınızla görüşerek bunlar hakkında yazılar yazacaksınız. Aslında bizim de istediğimiz bu. Çünkü insanların ihtiyacı olan da bu. Hayal gücü, inanç ve kişilik. Çoğu kişi bunlardan öylesine uzak ki… Hayatın yarattığı paradoksa takılıp kalıyorlar, en küçük şeylerde yıkılıp karamsarlığa düşüyorlar ve onları mutlu edebilecek tek şeyi, hayal gücünü, terk ediyorlar. Siz, onlara bundan kurtulmaları için yol gösterebilecek insanlardansınız. Çünkü yazmak, sadece yazmak değildir. Okumak da sadece okumak değildir. Hepsinin anlamı fark edemeyeceğimiz derecede yücedir. Sizin kurmuş olduğunuz ve bir yerlere ulaşabilen tek bir cümle dahi insanı inanmaya itebilir. Şimdi dilediğinizi yapın ama bu dediklerimi unutmayın.’ Bir anda gözden kayboldu. Soracak sorum da yoktu zaten. Mesaj gayet açıktı. Biz sadece yazmak için yazmıyorsak sizler de sadece okumak için okumuyorsunuz. Ben size hangi gezegeni anlatsam da, hangi çağda gezintiye çıkarsam da sizin bunlardan alacağınız bir sürü dersler vardır. Önemli olan bunları fark edebilmektir. Hayal gücünü, kişiliği ve inancı kaybetmemektir önemli olan.” Sözlerini bitirdiğinde gözlerime uzun uzun baktı. İkimiz de anlaşmıştık bakışlarımızla. Böyle dinleyince daha bir farklı anlıyor insan. Yaşanmış gözlerden, yaşanmış seslerden. Asıl böyle dinleyince daha bir farklı okuyor insan.

Yazmak ve Okumak” için 2 Yorum Var

  1. Merhaba. O son paragraf neydi öyle 🙂

    Şaka bir yana öyküyü çok beğendim, özellikle, uzun tutulmasına karşın bilhassa son paragrafı.

    ‘içeri yirmi beş yaşlarında takım elbiseli bir oğlan girdi.’ Açıkçası burada bir garip oldum. Oldum olası takım elbiseli, resmi, tıraşlı ve rutin insanları kitap dostu olarak görememişimdir. Yanlış anlaşılmasın, sadece fiziksel manada. Hatta bu cümleyi okuduktan sonra şöyle dedim. ‘Ve kim milyoner olmak istersinize hoşgeldiniz.’ Yani ne bileyim ben farklı bir tip beklemiştim, esrarengiz filan. Ama lütfen eleştiri olarak algılamayın. Benimki sadece duygusal bir tatmin meselesi. Var olan haliyle hiç de sırıtmıyor tabi ki.

    Öykü için tebrikler.

  2. Merhaba,
    Takım elbiseli genç konusunda birkaç şey belirtmek isterim. Ben de sizinle aynı karardayım ancak gence öyküde uzun bir yer vermediğim için ve gencin sadece bir elçi, bir sözcü karakteri almasını ve bunun dışına çıkmasını istemediğim için böyle yazdım.
    Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim. ^^

Nursena Ataseven için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *