Öykü

İda ve Elma

Truva’nın İda dağı tepelerinde küçük bir çiftlikte, geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ihtiyar çoban Claus ve kızı Eliana yaşarmış. Baba kızın aralarındaki yaş farkı ilk bakışta belli oluyormuş, Claus’un ihtiyarlıktan derisi buruş buruş, saçları seyrek ve beyazmış, Eliana ise bıcır bıcır, uzun lüle saçları ela gözleri ile ışık saçarmış, gözlerini de saçlarını da onu doğururken ölen ihtiyar annesi Orela’dan almış. Dindar, tanrılara ve krallarına inanan bir çiftmişler, 43 yıla yakın evliliklerinde ne yaparlarsa yapsınlar, hangi tanrılara dua ederlerse etsinler, genç yaşta çocuk sahibi olamamışlar.

Eliana doğmadan bir yıl kadar önce, sabah erken saatlerde, sürüden bir ineğin erken doğumu başlamış. Claus hayvanla ilgilenmesi gerektiği için o gün sürüyü otlatmaya Orela çıkmış. Sürü yönetimi konusunda pek tecrübeli olmadığı için birkaç saat sonra boğanın sürüde olmadığını fark etmiş ve panikle aramaya başlamış. Öğlen saatlerine doğru, büyük bir bahçe, beyazlıktan göz kamaştıran kazlar, ortasında ağaçların heybetinden ve üstünde duran kuşlardan zar zor gözüken bir eve denk gelmiş, bahçede kaybettiği boğa ve ondan daha küçük çelimsiz zayıf bir boğa otluyormuş. Evin içinden, altın renkli sarı saçları, teni beyazlıktan parıldayan, uzun boylu ve yüzünde hep bir gülümseme ifadesi olan bir kadın çıkıp, Orela’ya “Hoş geldin.” demiş. Kadının ışıltılı görüntüsünden etkilenen Orela, onun bir tanrı olduğunu düşünmüş ama bunu dile getirmemiş. Orela’da karşılık vermiş çekingen bir sesle:

“Merhaba. Boğamı kaybetmiştim onu arıyordum, şanslıymışım ki buldum.”

“Buraya koşarak geldi ve ağaçtan düşen elmaları yemeye başladı.” demiş kadın gülümseyerek. Orela kadının sesindeki melodik tondan da çok etkilenmiş.

“Uzakta durma, çekinme, gel, otur, dinlenirsin” dedikten sonra kadın, içerden meyve ve su getirmiş, Orela’da o sırada bahçenin içindeki banka geçmiş, kadında yanına oturmuş.

“Tek başına bu kadar sürüye nasıl bakıyorsun?”

“Tek başıma değilim, ineklerden biri erken doğum yapmaya başladı, kocam Claus onun yanında kaldı, ben de sürüyü çıkardım.”

Kadın “Çocuklarında yardım ediyordur.” deyince, Orela hüzünlenmiş, içtiği su boğazında kalmış.

“Yok ikimiz varız sadece, hiç çocuğumuz olmadı yaşlandık artık zor…” demiş ağlamaklı bir sesle. Kadın bozmamış hiç tavrını duygulanmamış da.

“Ben kendimi bildim bileli burada yaşarım, bir zamanlar çocuğum olmuştu, ama benden aldılar, tanrılar öyle uygun gördü, bahçedeki hayvanlardan ve doğadan başka kimsem yok.” Orela üzülmüş kadının haline ‘Tanrı değil herhalde, hüzünlü bir hikâyesi var ama hiç duygulanmadı.’ demiş kendi kendine.

“Seninse Claus’un var yalnız değilsin.” diye sürdürmüş konuşmasını.

“İkimiz de oldukça yaşlandık.” demiş Orela. “40 yıldır beraberiz kendi ellerimizle inşa ettiğimiz çiftliğimiz, emeklerimiz, biz ölünce heba olacak, bir evladımız olsa varlıklarımızı o devam ettirir, rahat bir hayat sürer biz de içimizdeki boşluğu tamamlar, mutlu bir şekilde ayrılırız hayattan tek dileğimiz bu, tüm tanrılara dualar ettik, inançlı bireyleriz ama olmadı.” Orela otlayan boğalara bakmış, küçük boğanın ne kadar zayıf ama iştahlı olduğunu fark etmiş.

Kadın “Ümidini kaybetme hâlâ doğurganlığın var değil mi?” diye sormuş. Orela şaşırmış daha önce hiç böyle düşünmediğini fark etmiş, yüreği huzur ve mutlulukla dolmuş.

“Evet, hâlâ var, ama hiç gebe kalmadım belki de kısırım.” demiş heyecanla.

“Öyleyse umut hep vardır, bana bir iyilik yapar mısın?”

Orela da fazla düşünmemiş “Tabii, buyurun elimden ne gelirse yaparım.”

“Bana boğanızı verir misiniz?” Orela, sürünün tek boğasını verirse, nasıl yeni buzağıların doğacağını düşünmüş, eğer bu sabah doğuran inek bir boğa doğurursa iyi olur diye geçirmiş aklından.

“Ama sizin bir boğanız var ve bizim de sadece tek boğamız var.” kadın gülümsemiş.

“Onu size vereceğim, genç ve çok sağlıklı bir boğa, şu an zayıf olduğuna bakmayın daha küçük uzun yılar sizinle yaşayacaktır, oysa şu an ki boğanız sürüyü bile kaybedecek kadar yaşlanmış, kaç ineğiniz gebe, çiftleşmek için yaşı da geçmiş.” Orela kadına hak vermiş bir boğa sürüyü nasıl kaybederdi.

“Doğru söylüyorsunuz ben de onu kaybettim diye kendimi suçluyordum.” Kadın aynı ifade ile yine gülümsemiş, Orela, Claus’a sormadan bu telifi kabul edeceği için kaygılanmış ama kadının saf ve içten davranışlarına karşı gelmek istemediğini fark edince, teklifi kabul etmiş.

“Olur kabul ediyorum benden iyilik istediniz ama bu durumda siz bana iyilik yapıyorsunuz.”

Kadın da “İkimiz de birbirimize iyilik yapıyoruz.” deyip ayağa kalkmış, küçük boğanın yanına gitmiş, ona sarı bir elma verip kulağına yaklaşarak bir şeyler fısıldamış, Orela buna bir anlamış verememiş, eve vaktinde dönmek için acele etmesi gerektiğinden, üstünde durmamış. Kadın, boğanın kayışını çözüp yaşlı boğaya geçirmiş.

Orela kadına “İsminiz nedir?” diye sormuş.

Kadın “İda, seninki?”

“Orela, memnun oldum İda, teşekkür ederim, kendine iyi bak tanrılar seni korusun.”

“Ben de memnun oldum, umutsuz olma Orela tanrılar seninle.” demiş ve Orela küçük boğayı sürüye katıp yola çıkmış. İda, arkasından el sallayarak “Elma çok sever ona elma ver.” diye bağırmış.

Orela, sürüyle eve geldiğinde, Claus’u bitkin ve üzgün bir halde bulmuş, koşarak ahıra gittiğinde doğum yapan ineğin ve buzağının öldüğünü görmüş. Kocasını teselli etmeye çalışırken, Claus küçük boğayı görüp, kendi boğaların nerede olduğunu, bu küçük zayıf boğanın nereden çıktığını sormuş. Orela başından geçenleri anlatmış, İda ile boğaları takas ettiklerini ama onun bir tanrı olduğunu, çünkü öyle bir güzellikte ve ışık saçan bir insan olamayacağından bahsetmiş. Claus çok sinirlenmiş, çelimsiz, belki de kısır olan bir boğanın ne faydası olacağını, o kadının tanrı değil en fazla cadı olacağından yakınıp, bağırıp, çağırmış. Kocasını sakinleştirmeye çalışan Orela, Claus’u içeri almış, onu yıkamış sobanın yanına yatırmış, sıcak yemek vermiş, Orela’nın yüreği ferahmış ne ölen inekle yavruya ne de yaptığı takastan asla pişman değilmiş. Kendine gelen Claus, karısından özür dilemiş, boğanın daha küçük olduğunu büyüdüğünde faydalı olabileceğini söylemiş, o gece sevişmişler.

Birkaç hafta sonra, Orela gebe kalmış, ikisi de mutluluktan ağlamış, yıllar sonra tanrılar dualarına cevap verdikleri için şükran duymuşlar, komşularına, yardıma muhtaçlara, bir hayvanlarını kurban edip, etleri dağıtmışlar. Aylar sonra boğa sürüden iki üç ineği gebe bırakmış. Claus bu durumdan çok memnun olmuş, ilk geldiği günü hatırlayıp söylediklerinin ne kadar yanlış olduğunu, Orela’yı o gün çok üzdüğünü düşünüp pişmanlık duyuyormuş. Diğer boğa, inekleri bu kadar kısa sürede hiçbir zaman gebe bırakamamış, yılar önce Claus’un hayranlık duyduğu Atina’nın kralı Aegeus’un, minotoru öldüren oğlunun adını vermiş boğaya, Theseus. Ona bir evcil hayvan gibi bakıyorlarmış, gece olana kadar çiftlikte ortalıkta dolanır, Orela’nın karnını koklar, adıyla seslenildiğinde hemen yanlarına gelirmiş, Theseus ile çok güzel bir bağ kurmuşlar.

Doğum yaklaştıkça Orela zayıflamaya başlamış. Claus ona pamuklar içinde bakıyor, beslenmesini hiç ihmal etmiyormuş, bütün gün dinlenir hiç ayağa kalkmazmış ama her gün daha da güçsüzleşmiş. Gökyüzünün açık olduğu, yıldızların parladığı, hafiften esen lodosla, ılık bir yaz akşamı Orela’nın sancıları artmış, suyu gelmiş, çığlıkları gökyüzünde yankılanmış, ahırda hayvanlar bağırmaya başlamış, en çok da boğa Theseus bağırıyormuş, Claus onları hiçe sayarak panikle Orela’nın yanına koşmuş, yaşlı Orela’nın güçsüzlüğünden, oldukça sancılı ve zor bir doğum gerçekleşmiş ama, Orela’nın kanaması başlamış, bebeğini kucağına alıp koklamış öpmüş, acısı dinmemiş, Claus ne yaparsa yapsın kanamasını durmamış, ihtiyar vücudu dayanamıyormuş. Claus gözyaşları içinde Orela’yı ve bebeği sevmiş. Orela, “Eliana olsun adı” demiş, “Theseus’a arkadaşlık eder.” ahırda ilk Theseus’un sesi kesilmiş sonra diğer hayvanların. Orela, Claus’u ve Eliana’yı öpmüş sonra kokusunu içine çeke çeke gözlerini yummuş.

 

Claus, kızını tek başına büyütmüş, sürüde günden güne çoğalmış, her bir hayvan besili ve sağlıklıymış. Hafta da bir iki defa sırtında Eliana ile pazara gider, inek satarmış, boğa Theseus’ta iyice büyümüş ama bir gün ölümün kaçınılmazlığı Claus’u rahatsız edip, kaygılanmasına sebep oluyormuş, zaten kendinde oldukça yaşlı olduğu için kızına sağlıklı bir sürü bırakmak istermiş, çünkü o kadar buzağı doğmasına rağmen, başka bir boğa hayata gelmiyormuş, gelenlerde kısır doğduğu için onları ya keser ya da satırmış. Eliana 10 yaşına geldiğinde babasına işlerinde yardımcı olur bir yandan Theseus’un sırtında şehre, okula gidermiş. Bir gün okuldan sonra arkadaşlarıyla oyuna dalmış ve Claus’ta bütün gün ahırda çalışınca havanın karardığının farkına varmamış. Theseus huysuzlanmaya başlayınca, Eliana geç olduğunu fark etmiş ve hızlıca eve doğru gitmeye başlamışlar. Theseus tüm gücüyle koşuyormuş, Eliana hızdan dolayı korkmaya başlamış ve düşmemek için boğanın gövdesine sıkıca sarılmış, dağ yolunun yokuşunda Theseus yorulmaya başlamış ama hâlâ koşmak için bir süre savaşmış, ta ki Theseus’un ayakları yorgunluktan yerden kesilinceye kadar. Eliana ile beraber düşmüşler ve yuvarlanmışlar, Eliana kendine gelip ayağa kalktığında boğayı görememiş, yüksek sesle seslenmiş:

“Theseus, neredesin babam kızacak, Theseus ortaya çık korkuyorum,” Claus’un işi bittiğinde havanın karardığını ve Eliana’nın gelmediğini fark etmiş, çok korkmuş kızının başına bir şey geldiğini düşünmek bile istemiyormuş. Ahırı kapatıp hemen yola çıkmış. Eliana hâlâ sesleniyor, Theseus’u arıyormuş, sonra bir ses duymuş ağaçların arasından, hızlı bir nefes sesiymiş, dikkatli ve meraklı şekilde sese doğru gitmiş. Eliana yavaş yavaş yaklaştıkça bir ses ona “Dur!” demiş, irkilmiş ve gözleri büyümüş, daha dikkatli adımlarla yaklaşmaya başlamış.

“Theseus neredesin yardım et!” diye kısık kısık sesleniyormuş ki boğa Theseus karşısına çıkmış, Eliana dona kalmış ve biraz korkmuş, ama Theseus’a iyice bakınca korkusu geçip mutlu bir ifadeyle:

“Sen bir minotorsun.” demiş. Theseus iki elini yüzünden çekmiş, parlayan gözleriyle, Eliana ya bakmış:

“Evet bir minotorum.” derken Eliana koşmuş sarılmış, ama şaşırmış Theseus ondan korkmasını bekliyormuş.

“Neden mutlusun, az önce korkmuştun.”

“Senin olduğunu bilmediğim için korkuyordum, ama sen Theseus’un, neden korkayım ki!”

“Çünkü ben lanetli bir canavarım.” demiş Theseus üzgünce.

“Hayır sen benim kardeşimsin, ben seninle büyüdüm, korkacağım bir şey yok.” deyince Theseus’un yüreği rahatlamış, gülümsemiş, onun bir minotor olmasından çok memnun olmuş, konuşup oyunlar oynayabileceğini biri oldu diye düşünmüş. Claus’un sesi yankılanmış:

“Eliana, Eliana neredesin!” sesi duyunca Theseus hemen kaçıp saklanmış.

“Theseus, gitme dur!” diye bağırmış Eliana. Claus, ağaçların arasından gelmiş ve kocaman sarılmış Eliana’ya.

“Neredesin, sen niye geç kaldın, Theseus nerede!”

“Burada baba bak, orada.” demiş ama Claus hiçbir şey göremediği için umursamamış, kızını omuzlarına koymuş ve evin yolunu tutmuşlar.

“Theseus yolu bulur eve gelir, dua edelim başına bir şey gelmemiş olsun, gelmezse sabah erkenden aramaya çıkarım.” deyip yola devam etmişler. Eliana, Theseus’un gittiği yöne doğru bakmış, bir çift göz görmüş, sessizce ağzını oynatarak “Eve gel.” demiş.

Sabah olmuş, Claus ahıra bakmaya gitmiş, boğa Theseus’u görmüş, kapı kapalıyken nasıl içeri girdiğine anlam verememiş ama, geldiği için sevinmiş. Eliana babasına yardım ettikten sonra, Theseus ile oynamaya başlamış, ona elma vermiş, Theseus değişik bir şekilde böğürmüş, bu seslere Eliana çok gülmüş, hoşuna gitmiş ve bir elma daha vermiş. Akşamları Theseus minotor olduğunda, Claus’tan gizli ahırda sohbet ederlermiş. Theseus, elmayı hatırladığını ve çok sevdiğini yıllardır yemediğini anlatmış, Eliana ona daha çok elma getirmiş, neden sadece akşamları minotor olduğunu sormuş ve minotor hikâyesini anlatmış:

“Aegeus, Atina kralı, oğlu Theseus yani, senin adını aldığın kahraman, bir labirentte insan yiyen canavar minoturu öldürmüş, ama sen öyle değilsin, uysalsın ve gündüzleri boğasın.” demiş. Theseus boynunu bükmüş ve hatırladıklarını anlatmaya başlamış.

“Ben lanetlendim, bir çocukken minotora dönüştüm, bana bakan bir yarı tanrı kadın sayesinde, büyüdüğüm her dakika hissettiğim acılarımdan kurtuldum ve hep boğa olarak yaşamaya başladım, o bana anne gibi hissettiriyordu, galiba babam yüzünden lanetlendim onu hatırlamıyorum, yarı tanrı kadın beni senin annen Orela’ya verdi ve ben senin doğduğun gece tekrar acı çekerek minotor oldum, o yıla kadar hiç olmamıştı.” demiş, böyle aylar geçmiş.

Claus, sabaha karşı Eliana’nın yatağında olmadığına birkaç defa denk gelmiş ve neden geç yatıp erken kalktığını öğrenmek için onu bir gün takip etmiş, ahıra girdiğinde minotoru ve Eliana’yı el oyunları oynarken görmüş, çok korkmuş bir tırpan ile minotora saldırmış, Theseus korkudan samanların arkasına saklanmış, Eliana ise babasını durdurmaya onun boğa Theseus olduğunu söylemeye çalışmış, ama Claus eski efsanelere göre onun iyiye işaret olmadığını, öldürülmesi gerektiğini söylemiş. Eliana ağlamaya başlayıp, babasının bacaklarına sarılmış, ona zarar vermemesi için yalvarıyormuş, sabah olunca minotorun boğaya dönüştüğünü gören Claus, bunun bir büyü, cadı işi olduğunu düşünmüş, Orela’nın boğayı getirdiği günü ve anlattıklarını hatırlamış. Eliana’nın da babasının sakinleştiğini görünce içi rahatlamış. Claus, Eliana’ya evde kalmasını tembihleyip, Orela’nın bahsettiği kadını bulmaya yola çıkmış.

Claus, sabah erkenden çıkmış yola, akşam üstüne doğru ormanın derinliklerinde İda’nın, heybetli ağaçlar, kazlar ve kuşlarla kaplı bahçesine varmış. Havanında gece yarısı gibi karanlık olmasından dolayı, Claus bahçe için “Tam bir cadı yuvası” demiş. Ortalık lal gibi sessizmiş, tek bir dal kıpırdamıyor, kazlar, kuşlar nefes bile almıyormuş, var gücüyle bağırmış:

“Cadı! Çık ortaya!” İda altın saçları ve parıldayan teniyle çıkmış evden, onu görünce Claus’un gözleri kamaşmış, ilahî bir varlık olduğunu düşünmüş bir an, ama sonra bunun da bir büyü olduğunu söylemiş kendine. İda ortaya çıkınca sanki yeniden canlanmış ağaçlar, kazlar, canlılar sessizlik dinmiş, hava normal karanlığına dönmüş, böyle olduğunu gören Claus.

“Sen Circe misin?” diye bağırmış.

İda “Circe olsam çoktan domuz olmuştun.” diye karşılık vermiş ama Claus onun yine de bir cadı olduğunu düşünüyormuş.

“Kimsin neden geldin?” diye sormuş İda. Claus da anlatmış Orela’yı ve boğayı.

“Karım senin için tanrı diyordu ama sen kesinlikle bir cadısın, minotor doğuran bir cadı.” Dediğinde İda sinirlenmiş, teni gibi altın saçları da ışık saçmaya, her bir saç teli ok gibi keskinleşmeye, kuzey rüzgârı esmeye başlamış, ağaçlar sallanmış, kazlar çığlık çığlığa bağırmış, Claus korkudan sinmiş küçülmüş, olduğu yerde dona kalmış, heybetli bir sesle İda:

“Sen hangi cüretle bana hakaret edersin, ben dağın anası İda’yım, izin vermesem sen burada çiftlik kuramaz, dağa adım bile atamazdın, buradan kazandığın her nimet benim sayemde!” diye esip gürlemiş, o an Claus’un zihninden cadı düşüncesi silinmiş, inançlı olduğu için hemen İda’ya dua etmeye başlamış.

“Affet beni, tanrı İda bilmiyordum bilmiyordum lütfen affet, senin için ne yapabilirim!” diye yalvarmış.

“Ben tanrı değilim, bazı güçlere sahip bir varlığım, bu dağda doğdum ve sadece bu dağdan sorumluyum.” diyerek sakinleşmiş, her şey normal haline dönmüş. Claus’a, Orela’nın ne kadar samimi, dürüst ve inançlı olduğunu, çocuk sahibi olmak için tanrılara ettikleri duaları bildiğini ve o günü anlatmış. Boğanın sürüyü kaybetmediğini, İda’nın onu bahçeye çekip, Orela’nın kendisini bulmasını sağladığını anlatmış. Claus heyecan ve sessizlik içinde dinliyormuş.

“Yıllarca bir çocuk için dualar ettiniz, ama hiç kurban vermediniz, ben de sizin boğanızı ve o gün doğuran inekle, buzağıyı tanrılara kurban olarak alıp, İlithiya ile anlaşma yaptım ve Hera tarafından, minotor olarak lanetlenen dağın evladını size dualarınızın karşılığı olarak sundum ki, Orela’nın hasta rahmi iyileşsin, dağın evladı lanetten kurtulsun, ama kızının doğumuyla lanet tetiklenmiş olmalı, öyleyse Eliana da bu dağın bir evladıdır.” demiş. Claus bir anlam verememiş anlattıklarına, korkusu daha da fazlalaşmış, kızını ondan koparacağını ya da onun da minotor olacağını düşünmüş bir an, Theseus’un lanetinden bahsetmiş.

“Geceleri minotor oluyor, canavara dönüşüyor, ölmeli!”

“Onu öldürürsen kızında ölür, onlar birbirlerinden güç ve sevgi alıyor, doğumundan beri hep yanındaydı değil mi? Artık ikisi de bu dağın evlatları.” Claus, kabul etmek istemez, İda’ya karşı çıkar, korksa da tanrılara karşı inançlı olsa da isyan eder, İda daha fazla uzatmadan:

“Bunu ne sen ne de ben değiştiremeyiz.” dedikten sonra Claus’a bir elma uzatmış, sarı, altın renginde bir elma.

“Eylülden, mayısa kadar yetişen bu elmalar onun minotor olmasını yavaşlatır, dönüşümündeki acısını rahatlatır ona akşamları elma verin ve insanlardan saklayın, yoksa senin gibi düşünenler ona zarar vermek isteyebilir, dağın evlatlarının başına bir iş gelmesi dağ halkı için hiç de iyi olmaz, sen bu hayattan ayrılacağın vakte kadar da seninle kalsınlar, sonra ben onları yanıma alacağım.” Claus durgunlaşmış, olanları kabullenmiş, ölümü hatırlamış, vaktinin tamamlanmasına kadar ikisine de çok iyi bakacağını, onları güvende tutacağını ve öldükten sonra seni bulmaları için tembihleyeceğini söylemiş.

Elmalarla sabah eve gelmiş. Eliana’yı Theseus ile birlikte uyurken bulmuş. Claus ona zarar vermeyeceğini, hata yaptığını söyleyip kızından özür dilemiş, artık ikisinin birbirlerine bir kardeş gibi sahip çıkmaları gerektiğini söylemiş. Theseus’a elma vermiş, o da mutlu, değişik sesleri çıkarmış, Eliana gülünce, Claus da gülümsemiş ve sarılmış kızına, Theseus’un kafasını okşamış. Artık akşamları Theseus acı çekmeden minotor oluyormuş, sonra hep birlikte sohbet edip, yemek yiyip, oyunlar oynarlarmış. Böyle 4-5 yıl daha devam etmiş, bir gece göğsü sıkışmış nefesi kesilmiş Claus’un, vaktinin geldiğini düşünmüş. İda’yı ve bahçede olanları anlatmış ikisine, Theseus anımsamış İda’yı, ne kadar güzel olduğundan, sulu, tatlı elmalarından bahsetmiş, sabah olduğunda uyanmamış Claus. Eliana babasına sarılmış, tüm gün başında ağlayıp dualar etmiş, akşam olduğunda Theseus ile birlikte Claus’u defnetmişler. Kalan sürüyle beraber İda’nın bahçesini aramaya çıkmışlar. Akşam üstüne doğru bulmuşlar bahçeyi, İda evden çıkıp karşılamış evlatlarını, kollarını açmış, ikisi de koşarak İda’ya sarılmışlar, büyük bir hüzme oluşmuş ve bereketli bir yağmur yağmaya başlamış.

Ege Cem Dikbaş

Gelibolu'da doğdu. Ailesinden dolayı sanata, edebiyata merak sarmış, ortaokulda başlayan video çekme isteği, filmlere dönüşmüş ve sinema aşkını ortaya çıkarmıştır. Lisede kısa filmler çekmiş ve yazmış, üniversitede fotoğrafçılık okurken devam etmiştir, daha sonra kurgu ya yönelip, 10 yılı devirmiş ve hâlâ devam eden bir kariyere sahiptir. Öykü ve senaryo yazma aşkı hep içinde var olmuş ve son 1 senedir bütün vaktini yazmaya ayırmaktadır. Sevdiği her şeyi izler, okur ve dinler, ama Tarih, Gerilim ve Bilimkurgu’ya ayrı bir ilgi duyar. Şef olan eşiyle birlikte İstanbul'da yaşıyor.